“Evlere girdiğiniz zaman birbirinize, Allah katından mübarek ve hoş bir esenlik dileği olarak selâm verin.” (24/ Nur, 61)

İSLAM NE İLE SABİT OLUR?

بسم الله الرحمن الرحيم

Rahmân ve Rahîm Olan Allah’ın Adıyla…

Tekfir meselesi günümüzde insanların çoğu tarafından karıştırılan meselelerden bir tanesidir. Tekfir; İslam’ı sabit olmuş, şirk ve küfürden berî olan muvahhid insanlar hakkında sakınılması gereken bir hüküm olduğu halde, kimileri bunu şirk içerisinde yaşayan, hayatına Allah’tan başkalarının karıştığı, yaşantılarında İslam’ın yalnızca sureti olan ve sadece “kimlik Müslümanı” diyebileceğimiz bazı zevat hakkında sakınılması gereken bir olgu olarak lanse ederek tekfirin kural ve kaidelerini bu gibi insanlar üzerinde tatbik etmekte ve içerisinde bulundukları şirk ve küfür amellerinden dolayı onlara Müslüman muamelesi yapmayan insanları “tekfircilik” ve “haricilik” ile suçlayabilmektedirler.[1] Oysa tekfirin kâide ve kurallarını böylesi insanlar üzerinde tatbik etmeden önce, tekfirin kimin hakkında geçerli bir hüküm olduğunun tespit edilmesi gerekir. Gerçekten de hayatında İslam’ın ‘i’si dahi olmayan ve şirk bataklığına bulaşmış insanlar için bu kurallar geçerli midir? Yoksa bu kuralların, haklarında işletilmesi gerekli olan insanların Allah’a teslim olmuş ve kendisini şirkten uzak tutmaya çalışan mü’min kimseler olması mı gerekir? Bu sorunun çok iyi tespit edilmesi gerekmektedir; aksi halde küfre giren birisine ‘Müslüman’ hükmü vermek veya mü’min birisine ‘tekfirci’ damgası vurmak gibi bir hataya düşmüş oluruz. Her iki durumda da mahzurlu bir iş yapmışız demektir.

Biz şimdi burada, öncelikle kişinin Müslümanlığının ne ile sübût bulacağını tespit ederek konuya giriş yapacağız. Bu tespit edildikten sonra tekfir hükmünün kimler hakkında verilip-verilemeyeceği ve kimlere bu hükmü verirken sakınmamız gerektiği Allah’ın izniyle açığa çıkmış olacak. Şimdi tekrar başlığa dönerek bu sorunun cevabını arayalım.

Kişi Ne İle Müslüman Olur?

Gerek Kitap ve Sünnet'in nasları, gerekse İslam ulemasının kavilleri, fertler ve toplumlar için tevhid kelimesi ‘La İlahe İllallah’ı ikrar etmeleriyle birlikte İslam akdinin başladığını ortaya koymaktadır. Bu hususta herhangi bir tartışma söz konusu değildir. Allah’ın Rasûlü sallallâhu aleyhi ve sellem, kendisine gelenlerden bu kelimenin ikrarını onların İslam’ı için yeterli görmüş ve bu kelime sayesinde onların mal ve canlarını koruma altına almıştır. İbn Receb el-Hanbelî şöyle der:

“Kesin olarak bilinen şeylerden biride şudur: Peygamber sallallâhu aleyhi ve sellem, İslam’a girmeyi isteyerek kendisine gelen kimseden yalnızca şehadeteyni kabul eder ve bu sebeple onun kanını korur, kendisini Müslüman addederdi.”[2]

İbn Ömer radıyallâhu anh’den rivayet edildiğine göre Rasûlullâh sallallâhu aleyhi ve sellem şöyle buyurmuştur:

“Allah'tan başka ilâh olmadığına ve Muhammed’in Allah'ın elçisi olduğuna şahitlik edinceye, namaz kılıncaya ve zekât verinceye kadar insanlarla savaşmakla emrolundum. Şayet bunu yaparlarsa -İslâm'ın hakkı hariç- kanlarını ve mallarını benden korumuş olurlar, hesaplarını görmek ise Allah'a aittir.”[3]

Ebu Hureyre radıyallâhu anh’den nakledilen diğer bir rivayette ise şöyle geçer:

“Bana ‘Lâ ilâhe illallah’ deyinceye kadar insanlarla savaşmak emredildi. Artık her kim ‘Lâ ilâhe illallah’ derse -İslam’ın hakkı müstesna- malını ve canını benden korumuş olur. Artık onun hesabı Allah’a aittir.[4]

İmam Nesâî’nin Sünen’inde ise şöyle bir farklılık vardır:

“Bana Allah’tan başka (hak) bir ilâhın olmadığına ve Muhammed’in Allah’ın kulu ve Rasûlü olduğuna şahadet edene kadar müşriklerle savaşmak emredildi…”[5]

Hadis kitaplarında bu konuya ilişkin birçok rivayet bulmak mümkündür. Maksat hâsıl olduğu için biz bu rivayetlerle iktifa ediyoruz. Tüm bu hadisler, yukarıda da söylediğimiz gibi Tevhid Kelimesi’nin ikrârının, İslam akdinin sabit olması için yeterli olduğunu ve insanların mallarını ve canlarını koruma altına aldığını göstermektedir. Bununla beraber hadisin zâhirinde bir müşkilatın varlığı da aşikârdır. Zira verdiğimiz hadislerin zâhiri, savaşı sadece Tevhid Kelimesi’ni ikrâr etmeyen, namaz kılmayan ya da zekât vermeyen kimselere hasretmekte; tevhid kelimesini ikrar edip namaz kılan ve zekât verenlerle –nübüvveti ya da ahireti inkâr etseler dahi– savaşılamayacağını göstermektedir. Hâlbuki Rasulullah’ın risaletini kabul ettiği halde risalet iddiasında bulunan taifelerle savaşılacağı hususunda sahabenin icması mevcuttur.

Diğer taraftan hadislerin zahirine göre bütün insanlarla bu şartlar tahakkuk edene kadar savaşmak vaciptir. Ancak bilindiği üzere cizye ödeyen ve anlaşma yapan bazı taifelerle savaşılmamaktadır. İşte hadislerin zahirinde mevcut olan bu müşkilattan dolayı, İslam âlimleri tarafından hadis tevil edilmiş, diğer naslarla beraber anlaşılmıştır. Bundan dolayı Hafız İbn Hacer rahimehullah: “Rasulullah’ın risaletine şahitlik etme şartı, O’nun getirdiği şeylerin tamamına iman etmeyi gerekli kılar. Aynı zamanda hadiste geçen ‘ancak İslam’ın hakkı müstesna’ ifadesi bunların tümünü kapsamaktadır”[6] dedikten sonra hadisin teviline dair 6 görüş getirmiştir. Bunlardan en çok kabul gören yorum şu ikisidir:

Hadiste geçen “…insanlar…” ifadesinin orijinal metninin başındaki “Elif Lam/el takısı” umum ifade eder. Buna göre her türlü kâfir ve müşrik ifadenin kapsamına girer. Ancak bu umum ifade diğer naslarla tahsis edilmiştir.

İkinci olarak ise “…insanlar…” ifadesinin orijinal metninin başındaki “Elif Lam” ahd-i zihnî bildirir ki, bununla genel ifadeden özel bir şey yani ehli kitap dışındaki müşrikler kastedilmiştir.[7]

Sonuç olarak hadisten anlaşılan, tevhid kelimesi La İlahe İllallah’ın ikrarı ile İslam akdinin sabit olacağı kaidesi, tüm toplumlar ve tüm fertler için geçerli değildir. Bu noktada bir ayrım kaçınılmazdır. Yeryüzünün neresinde ve hangi akideye sahip olursa olsun herkes, sadece tevhid kelimesini ikrar etmekle Müslüman olarak addedilemez. Ayrıca kişi sadece tevhid kelimesini ikrar etmekle Müslümanlara uygulanan hakların tamamını da elde edemez. Buna karşılık bu kelimenin ikrarı, kâfirlerin aleyhine olan bazı hükümlerin –kılıç hükmü gibi– uygulanmasını da durdur.


Konuya Dair İslam Âlimlerinin Görüşleri

Gerek Selef’ten olsun, gerekse Halef’ten konuya dair açıklamalarda bulunan İslam âlimlerinin hemen hemen tamamı, yukarıda vermiş olduğumuz sonuç parağrafındaki cümlelerimizi sarih bir şekilde eserlerinde belirtmişlerdir. Örneğin; 

* İmam Hattabî der ki: “Malumdur ki bununla ehli kitap değil putperestler kastedilmiştir. Çünkü ehli kitap olanlar ‘Al­lah’tan başka ilâh yoktur’ derler de yine de onlarla savaşılır ve tepelerinden kılıç inmez.”[8]

* Kadı Iyâz der ki: “Mal ve can dokunulmazlığının ‘La İlahe İllallah’ diyenlere mahsus oluşu imana icabetin ifadesidir. Bu sözle kastedilenler Arap müşrikleri olan putperestler ve bir Allah’ı tanımayanlardır. İlk defa İslam’a davet olunanlar ve bu uğurda kendileri ile harb edilenler bunlardır. La İlahe İllallah kelimesini telaf­fuz edenlere gelince onların dokunulmazlığı için yalnız ‘La İlahe İllallah’ demeleri kâfi değildir. Çünkü onlar bu kelimeyi küfür halinde iken söylemektedirler. Zaten Allah’ı birlemek onların itikatları cümlesindendir.”[9]

* İbn Battâl şöyle der: “Hz. Peygamber sallallâhu aleyhi ve sellem bu bâbın hadisini Allah’ı birlemeyen ve kendilerine ‘Lâ ilâhe illallah’ denildiğinde büyüklük taslayan putperestlerle savaş ortamında söylemiş ve bunun akabinde onları Allah’ı birleyerek putları terk etmeye davet etmiştir. Onlardan kim bunu ikrar ederse zahiren İslam’a girmiş oluyordu. Rasûlullâh sallallâhu aleyhi ve sellem Allah’ı birledikleri halde kendi peygamberliğini kabul etmeyen küfür ehli diğer insanlarla ise savaşını sürdürmüştür.”[10]

* İmam Beğavî der ki: “Bu, tevhidi kabul etmeyen putperestler hakkındadır. Böyleleri, Kelime-i Tevhid’i ikrar ederlerse onların Müslüman olduklarına hükmedilir. Tevhidi kabul ettiği halde peygamberliği inkâr eden kimseye gelince; bu kimse ‘Muhammed Allah’ın Rasûlüdür’ demediği sürece sırf ‘Lâ ilâhe illallah’ demesi sebebiyle İslam’ına hükmolunmaz. ‘Muhammed Allah’ın Rasûlüdür’ derse o zaman Müslüman olur. Ancak bu kimse ‘Muhammed yalnızca Araplara gönderilmiş bir peygamberdir’ diyen kimselerden is, Rasûlullâh’ın tüm insanlığa gönderildiğini ikrar edene kadar yine İslam’ına hükmedilmez. Sonra ahirete inandığını ve İslam’ın haricindeki tüm dinlerden uzak olduğunu ikrar etme noktasında imtihan edilmesi güzel görülmüştür.”[11]

* Bedreddin el-Aynî şöyle der: “Hadi­sin zahiri müşrik(ler) hakkında söylendiğini gösteriyor. Bir müşrik ‘Lâ ilâhe illallah’ derse bununla, onun Müslüman olduğuna hükmolunur. Şayet ölünceye kadar bu hâl üzere devam ederse cennete gider. Fakat şa­hadet getiren kimse Allah'a inanıp da, Muhammed sallallâhu aleyhi ve sellem’in Peygamberliğini tasdik etmez yahut Onun hassaten Araplara gönderildiğini iddia ederse sırf ‘Lâ ilâhe illallah’ demekle Müslüman olduğuna hükmedilmez. Mutlaka ‘Muhammedun Rasûlüllah’ demesi gerekir.”[12]

* İmam Muhammed “es-Siyeru’l-Kebîr” adlı değerli eserinin 4510. bendinde şöyle der: “Daha öncede belirttiğimiz gibi kâfir, üzerinde bulunduğu inancın hilafına bir şeyi açığa vuracak olsa onun Müslüman olduğuna hükmedilir. Bu konuda temel dayanak Peygamber sallallâhu aleyhi ve sellem’in ‘İnsanlar lâ ilâhe illallah deyinceye kadar onlarla savaşmakla emrolundum’ sözüdür. Peygamber sallallâhu aleyhi ve sellem bunu söylemeyen putperestlerle savaştı. Nitekim yüce Allah onlar hakkında şöyle buyurmaktadır:

"Çünkü kendilerine ‘Lâ ilâhe illallah=Allah’tan başka ilâh yoktur’ denildiği zaman kibirle direnirlerdi.” (Sâffât, 35)

Dolayısıyla Rasûlullah sallallâhu aleyhi ve sellem kişilerin ‘Lâ ilâhe illallah’ demelerini imanlarına alamet saymıştır. Ayrıca Medine’de Yahudileri İslam’a davet ettiğinde peygamberliğini ikrâr etmelerini de imanlarına alamet saymıştır…”

* İmam Muhammed 4519. bentte de şöyle der: “Bu gün Müslümanlar arasında yaşayan Yahudi ve Hıristiyanlardan biri ‘Lâ ilâhe illallah Muhammedün Rasûlullâh’ diyecek olsa, o bu sözü ile Müslüman olmaz.”

Kitabı şerh eden büyük Hanefî âlimi İmam Serahsî ise bu metni şöyle açıklar: “Çünkü herkes biliyor ki aramızda yaşayan her Yahudi ve Hıristiyan bunu söylemektedir. Kendisinden bu sözü ile ilgili açıklama istediğimiz zaman: ‘Muhammed Allah’ın size gönderilmiş Rasûlüdür, İsrailoğullarına değil’ derler…” “…O halde onlardan birinin Müslüman olduğuna hükmedebilmemiz için bu söze ilave olarak kendi dininden teberrî ettiğini (beri olduğunu) da ifade etmesi gerekir. Mesela Hıristiyan ise ‘ben Hıristiyanlıktan beriyim’, Yahudi ise ‘ben Yahudilikten beriyim’ demesi gerekir. Kendi inancına muhalif olan bu sözü ilave etiği zaman ancak Müslüman olduğuna hükmedebiliriz.”  

İmam Muhammed şöyle devam eder: “Hıristiyan biri: ‘Allah’tan başka ilâh bulunmadığına şahitlik ederim, ben Hıristiyanlıktan beriyim’ dese bu sözle Müslüman olmaz.”

İmam Serahsî bu bendin şerhinde der ki: “Olabilir ki bu sözüyle Yahudiliğe girdiğini anlatmak istemektedir… Ancak kişi, bu sözü söyledikten sonra İslam’a girdiğini belirtirse, söz konusu ihtimal ortadan kalkmaktadır. Artık o kimse Müslümandır.”[13]

Burada oldukça dakîk bir nükteye dikkat çekmek isteriz. Hanefî âlimlerinden olan İbn-i Abidin Hâşiyesi’nde İmam Serahsi’nin bu sözünü zikrettikten sonra şöyle der:

“Bir putperest ‘Ben Müslümanım, Muhammed’in dini üzerindeyim…’ derse bu sözü ile Müslüman olur. Aynı şekilde bizim beldemizdeki Yahudi ve Hrıstiyanlar da bu sözleri ile Müslüman olurlar. Zira bizim beldemizdeki Yahudi ve Hristiyanlar (kendi dinleri üzerinde iken) ‘Ben Müslümanım’ demezler. Nitekim onlar bir işi yapmamaya azmettikleri zaman ‘Eğer böyle yaparsam Müslüman olayım’ derler.”[14]

Burada dikkat çekmek istediğimiz husus şudur: Yukarıda vermiş olduğumuz nakillerde İmam Muhammed ve İmam Serahsî, bir Yahudi ve Hrıstiyan’ın “Ben Müslümanım” demesiyle Müslüman olmayacağını belirtirlerken aynı mezhepten olan İbn-i Abidin zahiren muhalif bir fetva vermektedir. İmam Muhammed ve İmam Serahsi’nin fetvalarının illeti, o dönemde yaşayan Yahudi ve Hrıstiyanların kendi dinleri üzerinde iken “Ben Müslümanım” diyor olmalarıdır. İbn-i Abidin’in fetvasının illeti ise, kendi döneminde ve kendi beldesinde yaşayan Yahudi ve Hrıstiyanların bu lafzı kullanmamalarıdır. Bundan anlaşılan ise şudur: Bir kimsenin Müslüman olarak kabul edilebilmesi için, Müslüman olmadan önce taşıdığı akidenin önemi büyüktür. Bu noktada temel kural İmam Muhammed’in de yukarıda vermiş olduğumuz sözünden anlaşılacağı üzere, kişinin mevcut akidesini terk ettiğini ortaya koyan söz ve ameli ile Müslüman olarak isimlendirilebileceğidir. Nitekim bunun açıklaması olduça geniş bir şekilde bir sonraki başlığımızda ele alınacaktır.

Burada son olarak İmam Tahavî’nin konuya dair oldukça nefîs açıklamalarına yer vermek isteriz. İmam Tahavi konu hakkında yukarıda vermiş olduğumuz bilgilerin benzerlerini zikrettikten sonra şöyle der:

“Kâfir bir kimse, Allah’tan başka ilah olmadığına, Muhammed’in Allah’ın Rasulü olduğuna şehadet getirmedikçe, İslam’ın dışındaki bütün dinleri reddedip onlardan uzak kalmadıkça Müslüman olmaz, onun lehine ve aleyhine İslam’ın hükümleri tahakkuk etmez. Rasulullah sallallahu aleyhi ve sellem kendisine İslam’ın alametine dair soru sorulunca Muaviye b. Hayde’ye: ‘Kendimi Allah'a teslim ettim ve (onun dışındaki her mabuddan) uzaklaştım deyip namazı dosdoğru kılman, zekâtı vermen, müşrikleri bırakıp Müslümanlara katılmandır’ diye cevap verdiğine, terk edip uzaklaşmak ise bütün dinleri terk edip Allah’a yönelmek olduğuna göre, bununla İslam’ın dışındaki her türlü inançtan uzaklaşmayan kimsenin sadece bu kadarı ile İslam’a girdiğinin bilinmeyeceği de sabit olmaktadır. İşte bu İmam Ebu Hanife’nin, Ebu Yusuf’un ve Muhammed’in de –Allah’ın rahmeti hepsinin üzerine olsun– görüşüdür.”[15]

Yukarıda “Ayrıca kişi sadece tevhid kelimesini ikrar etmekle Müslümanlara uygulanan hakların tamamını da elde edemez. Buna karşılık bu kelimenin ikrarı kâfirlerin aleyhine olan bazı hükümlerin –kılıç hükmü gibi– uygulanmasını durdur” sözümüze dair İbn Hacer’in şu kavlini de nakletmek yerinde olacaktır:

“Bu hadiste ‘La İlahe İllallah’ diyen bir kimsenin –buna başka bir şey ilave etmese dahi– öldürülmesinin engelleneceğine dair bir delil vardır. Bu böyledir; ancak kişi sırf bununla Müslüman olur mu? Tercih edilen görüşe göre bununla Müslüman olmaz. Denenene dek öldürmekten el çekmek gerekir.”[16]

Sonuç olarak üstte Rasûlullâh sallallâhu aleyhi ve sellem’den naklettiğimiz hadislerde yer alan “insanlarla savaşmakla emrolundum” ifadesinde ki “insanlar”dan kasıt tüm ulemaya göre putperest Arap müşrikleridir. Zaten bu, İmam Nesâî’nin rivayetinde açıkça ifade edilmiştir.[17]

 Hadislerin yorumuna dair âlimlerden yaptığımız alıntılar son derece önemlidir. Onların tamamı ‘Lâ ilâhe illallah’ şahadetini putperestler gibi aslen onu kabul etmeyen kimseler hakkında geçerli saymışlardır. Haddi zatında onu kabul ettiği halde, halen şirkî inançlarında devam eden kimseler hakkında ise bu kelimeyi, onların İslam’ı için yeterli görmemişler, bununla beraber üzerlerinde bulundukları şirki reddeden sarih ifadeler kullanmalarını da şart koşmuşlardır.

Burada bu konuya ilişkin bazı noktalara işaret etmekte fayda vardır:

1-) Allah’ın Rasûlü sallallâhu aleyhi ve sellem kendisine gelen müşriklerden sadece ‘Lâ ilâhe illallah’ demelerini onların Müslüman olmaları için yeterli görüyordu. Bunun nedeni ise lâ ilâhe illallah şahadetinin içerdiği harflerin söylenmesi ile İslam’a alamet değil; bilakis şirkten tevbe etmeye sembol oluşuyla İslam’a alamet olmasıdır.[18] Yani o zamanın insanı bu kelimeyi telaffuz ettiğinde bununla üzerinde bulunduğu akideyi terk ettiğini ilan etmiş oluyordu. Bu nedenle de Rasûlullâh sallallâhu aleyhi ve sellem onları Müslüman kabul ediyor ve hem canlarını hem de mallarını güvence altına alıyordu. Daha sonraki dönemlerde aynı kelimeyi telaffuz ettiği halde üzerinde bulunduğu şirk akidesini terk etmeyen insanların türemesi sonucu Rasûlullâh’ın varisleri olan müctehid âlimler bu meseleyi ele almış ve şirk halinde ‘Lâ ilâhe illallah’ diyen kimselerin İslam’ını geçerli saymamışlardır. Bu noktada Kadı Iyaz’ın tespitini tekrar hatırlatmakta gerçekten de çok yarar vardır. Ne diyordu o değerli İmam?

 “La İlahe İllallah kelimesini telaf­fuz edenlere gelince; onların dokunulmazlığı için yalnız ‘La İlahe İllallah’ demeleri kâfi değildir. Çünkü onlar bu kelimeyi küfür halinde iken söylemektedirler. Zaten Allah’ı birlemek onların itikatları cümlesindendir.”[19]

Haydar Hatipoğlu şöyle der:

 “Onlar (yani Ehl-i Kitap) tevhid kelimesini, Müslümanlığı kabullenmek üzere getirmezler. Putlara tapanlar ise Allah’a bir takım ortaklar koşarlar ve bunların hepsinin ilâh olduğunu söylerler. Bu itibarla putlara tapan müşrikler Tevhid kelimesini getirmekle Müslümanlığı kabul ettiklerini itiraf etmiş olurlar.”[20]

2-) Üstte Rasûlullâh sallallâhu aleyhi ve sellem’den nakledilen hadisler de bazı farklılıklar vardır. Bu hadislerin bazısında insanların sadece ‘Lâ ilâhe illallah’ demelerini yeterli görmüşken, bazılarında da ‘Muhammedun Rasûlullâh’ demelerini şart koşmuştur. Diğer bazı rivayetlerde de bu iki şarta ilaveten bizim kıldığımız gibi namaz kılmayı, bizim kıblemize yönelmeyi ve bizim kestiklerimizi yemeyi de ayrıca zikretmiştir. Bu farklılıkların sebebi ise, İmam Taberî ve başka âlimlerin belirttiğine göre şöyle izah edilebilir: Rasûlullâh sallallâhu aleyhi ve sellem birinci şartı, haddi zatında Allah’ı birlemeyen müşriklere getirmiştir. İkinci şartı, Lâ ilâhe illallah’ı kabul ettiği halde Rasûlullâh sallallâhu aleyhi ve sellem’in peygamber oluşunu inkâr edenlere şart koşmuş. Üçüncü şartı ise, bunların her birini kabul ettiği halde İslam’ın emir ve yasaklarına boyun eğmeyenlere getirmiştir.

Bu taksimattan anlaşıldığına göre, Rasûlullâh sallallâhu aleyhi ve sellem her insanın eksik olduğu noktayı tespit ediyor ve onun bu eksikliğini giderme adına onun için şartlar getiriyordu. Örneğin Lâ ilâhe illallah’ı kabul eden birisinin Müslüman olabilmesi için ona ‘Lâ ilâhe illallah de!’ demiyor; aksine böylesi biri için ‘Muhammedun Rasûlullâh’ demesini zorunlu kılıyordu. Ya da şehadeteyni kabul ettiği halde İslam’ın ahkâmına boyun eğmeyenlere hükümlere itaat etmelerini şart koşuyordu. Bu da gösterir ki, bizlerin de aslen ‘Lâ ilâhe illallah Muhammedün Rasûlullâh’ dediği halde hayatından şirki atamamış insanlara Müslüman muamelesi yapabilmesi için onların şirki reddeden cümlelerini duyması gerekmektedir. Bu, hadislerden elde edilen güzel bir çıkarımdır.

3-) İmam Serahsî ve Aynî gibi âlimlerin de belirttiği üzere, Allah’ı birleyip Rasûlullâh’ı kabul ettiği halde şirk içerisinde olan bir insan ‘Lâ ilâhe illallah Muhammedun Rasûlullâh’ dese, böylesi birine Müslüman hükmü verebilmemiz için kesinlikle onun ağzından var olan şirkini reddeden bir cümle duymamız gerekmektedir; aksi halde ona İslam hükmü veremeyiz.

İmam Aynî der ki: “Âlimlerimizin çoğunluğu ‘Lâ ilâhe illallah Muhammedun Rasûlullâh’ diyen ehli kitap birisinin İslam’ının sahih olabilmesi için şehadeteyni telaffuz etmesinin yanı sıra bir de ‘İslam dininin dışındaki tüm dinlerden beri oldum’ demesini şart koşmuşlardır…”[21]

Tüm bu nakillerden sonra diyoruz ki: Bu gün ‘Lâ ilâhe illallah Muhammedun Rasûlullâh’ dedikleri halde şirk bataklığında boğulmuş olan, hayatlarının geneli küfür üzere devam eden, yaşantılarına helal ve haram sınırlarını Allah’tan başkalarının çizdiği, tâğuta kul ve köle olmuş insanların, bu kelimeyi söylemiş olmaları neticesinde kendilerine İslam’ı yakînen sabit olmuş Müslümanlara yapılan muamelenin aynısının yapılması son derece tutarsızdır. Bir kere bunların bizim nezdimizde İslamlarının sabit olması için kesinlikle Kelime-i Şehadeti telaffuz ediyor olmaları yeterli değildir; çünkü onlar bu kelimeyi Kadı Iyaz’ın da belirttiği gibi– küfür ve şirk halinde de söylüyorlar. Bizim onların İslamlarını kabul etmemiz için Kelime-i Tevhid’i ikrar etmelerinin yanı sıra, bir de şirk akidelerinden uzaklaştıklarını gösteren açık karinelere şahit olmamız gerekmektedir. Bu karineler olmaksızın onlara İslam hükmü vermemiz ve bu tezimizi de Rasûlullâh sallallâhu aleyhi ve sellem’den nakledilen hadislere dayandırmamız, hadislerin maksat ve muradını göz ardı ederek zâhire yapışmamızdan başka bir şey olmaz. Üstte görüldüğü üzere ‘Lâ ilâhe illallah’ diyen, hatta buna ‘Muhammedun Rasûlullâh’ cümlesini ekleyen Kitap Ehli kimselere ulemadan hiç birisi sırf bu şahadetleri sebebiyle Müslüman hükmü vermemiştir. Onların Kitap Ehli olması ile asrımızdaki insanların hüküm açısından hiçbir farkı yoktur. Onlar Rasûlullâh’ın nübüvveti noktasında şirke düşmüşken, bu günküler Allah’ın en bariz hakkı olan “teşri” yetkisini (yani yasama ve kanun koyma yetkisini) kendilerinde görerek veya bu hakkı insanoğluna vererek şirke düşmüşlerdir. Her iki taifenin de ortak noktası “şirk”tir. Aralarında illet birliği olduğundan dolayı onların Ehl-i Kitap olması, bunların ise kendilerini İslam’a nispet etmesi sonucu değiştirmez. İmam Muhammed der ki:

“Kim daha önce üzerinde bulunduğu bilinen itikadının aksini ifade edip (Müslümanlık iddiasında bulunursa) onun İslam’ına hükmedilir.”[22]

Bizim, akidesi bozuk olan ve şirk içerisinde hayatlarını idame ettiren insanlara İslam hükmü vermemiz İmam Muhammed’in de belirttiği gibi içinde bulundukları itikadın hilafına bir şey ortaya koymalarından sonra ancak mümkündür. Örneğin, hâkimiyeti Allah’ın elinden alıp başkalarına veren ve Allah’ı göklere hapsedip yeryüzünde ilâhlık taslayan çağdaş Firavunlara itaat eden birisinin, bizler yanında Müslüman muamelesi görebilmesi için bu inancından vazgeçtiğini izhar etmesi ve bizim de bunu bir şekilde öğrenmesi gerekmektedir. Aksi halde sapkın itikadının hilafını izhar etmediği için, sırf Kelime-i Şehadet getiriyor diye tarafımızca onun İslam’ına hükmedilmesi söz konusu değildir. 

Bu hususu dile getirmemizin gerekçesi ise; kitabın ilerleyen sayfalarında detaylıca ele alınacak olan tekfir kaidelerinin bu gibi insanlar üzerinde uygulanmayacağı, aksine bu kaide ve kuralların uygulanabilmesi için kişinin kesinlikle ve kesinlikle yakînen İslam’a girmiş ve şirkten tamamen kendisini arındırmış birisi olmasının zorunlu olduğunun bilinmesidir. Bu mesele iyice anlaşılmadan, tekfir konusu hakkında kesinlikle isabetli bir sonuca varmış olamayız. İsabetli bir sonuç elde etmek istiyorsak, şirk üzere hayatlarını sürdüren insanlarla, bir maniden dolayı şirke düşmüş muvahhid Müslümanları muhakkak birbirinden tefrik etmeliyiz. Bu tefrik edilmeden ne tekfir meselesi vuzuha kavuşacaktır ne de insanların hükmü...

 

Faruk Furkan

 



[1] Nitekim ileride de geleceği üzere tekfirin tanımının genel olarak “İslam akdi sabit olan bir kimsenin küfürle nispet edilmesi” şeklinde yapılması, tekfire dair bütün kaidelerin İslam'ı sabit Müslümanlar üzerinde icra edileceğini göstermektedir. Bu özellikle dikkat edilmesi gereken bir noktadır. Zira bugün bu önemli noktanın ihmal edilmesi, aslen Müslüman olmayan, üzerlerinde İslam akdi sabit bulunmayan kimselerin Müslüman olarak isimlendirilmesi gibi büyük bir hataya yol açmıştır. 

[2] "Câmiu’l-Ulûm ve’l-Hikem", sf. 118.

[3] Buhârî, Kitabu’l-iman, 17; Müslim, Kitabu’l-iman, 20.

[4] Müslim, Kitabu’l-iman, 21.

[5] Nesâî, hadis no: 3903.

[6] İbn-i Hacer el-Askalânî, “Fethu’l-Bârî”, 1/114.

[7] Daha geniş bilgi için bkz. “Fethu’l-Bârî”, 1/114.

[8] Bkz. İmam Nevevî, “Şerhu Sahîhi Müslim”, 1/167.

[9] Bkz. İmam Nevevî, “Şerhu Sahîhi Müslim”, 1/167.

[10] İbn Battâl, “Şerhu Sahihi’l-Buhârî”, 2/53.

[11] İmam Beğavî, “Şerhu’s-Sünne”, 10/243. 2562 nolu hadisin şerhi.

[12] Bedreddin el-Aynî, “Umdetü’l-Kari Şerhu Sahihi’l-Buhârî”, 8/5970.

[13] Bkz. “Şerhu’s-Siyeri’l-Kebîr”, 4510. madde ve devamı.

[14] Haşiyetu İbn-i Abidin 4/228

[15] "Şerhu Meâni'l-Âsar", 5/212-213

[16] İbn Hacer el-Askalânî, “Fethu’l-Bârî”, 12/392

[17] Bkz. Nesâî, 3903 nolu hadis.

[18] Bkz. “Güncel İtikat Meseleleri”, sf. 18.

[19] Bkz. İmam Nevevî, “Şerhu Sahîhi Müslim”, 1/167.

[20] Haydar Hatipoğlu, “İbn-i Mâce Şerhi”, 10/133.

[21] Bedreddin el-Aynî, “Umdetü’l Kârî Şerhu Sahihi’l-Buhârî”, 8/5971.

[22] “Şerhu’s-Siyeri’l-Kebîr”, 4510. madde.

Okunma Sayısı:5431