“O halde (bir işi ve ibâdeti) bitirdin mi hemen (ikinci bir iş ve ibâdete) başlayıp yorul! Ve yalnız Rabbine yönelip doğrul! (94/İnşirah, 7, 8)

LÂ İLÂHE İLLALLAH’IN DOKUZUNCU ŞARTI “Bu İnanç Üzere Vefat Etme”

بسم الله الرحمن الرحيم

Rahmân ve Rahîm Olan Allah’ın Adıyla…

 

Lâ İlâhe İllallâhın son şartı kişinin bu inanç üzere vefat etmesidir. Şayet bu inanç üzere vefat etmezse ona, zikri geçen diğer şartlar, yaptığı güzel işler ve salih ameller asla fayda vermez. Rabbimiz şöyle buyurur:

 “Sizden kim dininden döner/irtidat eder ve kâfir olarak ölürse işte onların dünya ve ahirette amelleri boşa gitmiştir. Onlar cehennem ashabıdır ve orada ebedi kalacaklardır.” (Bakara/217)

“Kâfir olanlar ve kâfir olarak ölenler var ya, işte Allah’ın, meleklerinin ve tüm insanların laneti onların üzerinedir. Onlar ebediyen o lanetin içinde kalacaklardır. Onların azapları hafifletilmez ve onların yüzüne bakılmaz.” (Bakara/161-162)

Allah Teâlâ onların cehennemde azap görmelerini ve orada ebediyen kalmalarını tevhidin zıttı olan küfür üzere ölmelerine bağlamıştır.[1]

İmam Müslim’in sahihinde naklettiğine göre Rasûlullah (sallallâhu aleyhi ve sellem) şöyle buyurmuştur:

“Kul ‘Lâ İlâhe İllallâh’ der ve bunun üzerine vefat ederse mutlaka cennete girer.”[2]

Hadisin mefhumundan anlaşıldığına göre “Lâ İlâhe İllallâh” diyen ama bu inanç üzere ölmeyen birisi cennete giremeyecektir. Çünkü hadiste Lâ İlâhe İllallâh’ın telaffuzu nun yanında ayrıca bu kelime üzere vefat etmede şart koşulmuştur. Şartın yokluğu meşrutun yokluğunu gerektirece ğinden dolayı, bu akide üzere ölmeyen birisi cennete giremeyecektir. Rasûlullah (sallallâhu aleyhi ve sellem) başka bir hadisinde şöyle buyurur:

“Kendisinden başka ilah olmayan Allah’a yemin ederim ki, sizden birisi cennetliklerin amelini işler, öyle ki cennetle arasında bir arşın mesafe kalır ama hakkındaki yazı üstün gelirde cehennemliklerin amelini işlemeye başlar ve cehenneme girer...”[3]

İmam Nevevî der ki:

“Tevhid üzere ölen birisi ne kadar günah işlemiş olursa olsun cehennemde asla ebediyen kalmayacaktır. Aynı şekilde küfür üzere ölen biriside ne kadar sahih amel işlemiş olursa olsun asla cennete giremeyecektir. Bu açıklama Ehl-i sünnetin mesele hakkındaki görüşünü kapsamlı bir şekilde özetlemektedir...”

“Görünüşte çelişkili gibi gözüken bir hadisle karşılaşıldığında, onu bu kaide üzere tevil etmek vaciptir. Bu şekilde şeriatın nasları cem edilmiş olur.”[4]

Hayatının tamamını Allah için yaşayan ve O’nu birleyerek ömrünü geçiren birisinin cenneti elde edebilmesi için bu halet üzere vefat etmesi gerekmektedir. Hayatını bu şekilde geçirmesine rağmen son anlarında bu inançtan vazgeçerek veya o inanca aykırı bir davranışta bulunarak ölen birisi asla cennete giremeyecektir; onun yeri cehennemdir.

Aynı şekilde hayatının tamamını şirk, küfür ve nifak gibi imanla çelişen haller içerisinde geçiren birisi eğer ömrünün son anlarında bu durumdan vazgeçer ve tevbe ederek ölürse o anda cennete girecektir. Kur’an ve sünnetin nasları hep bu hakikati vurgulamaktadır. Ama burada dikkat edilmesi gereken bir durum vardır o da böylesi bir kişinin “gargara” halinde olmamasıdır. Yani küfür üzere yaşayan birisinin imanının sahih olabilmesi için can boğaza gelmeden önce tevbe etmesi lazımdır. Öleceğini anladığı anda tevbe etse, tevbesi makbul değildir. Yüce Allah şöyle buyurur:

“Kötülükleri yapıp da içlerinden birine ölüm gelince “ben şimdi tevbe ettim” diyenler ile kâfir olarak ölenlerin tevbesi geçerli değildir.” (Nisa/18)

Kur’an da tevbenin can boğaza gelmeden önce olması gerektiğini anlatan en iyi örnek, “Firavun” örneğidir. O hayatının tamamını Allah’a küfran içerisinde geçirmiş, Hz. Musa’ya ve İsrailoğullarına düşmanlıkta bir an bile geri durmamıştı. Allah, Hz. Musa’ya ve İsrailoğullarına Mısırı terk etmelerini emrettiğinde Firavun ve ordusu onları takibe koyulmuştu. Kızıl denize geldiklerinde Hz. Musa âsasını denize vurmuş ve deniz yarılmıştı. İnananlar hep birlikte denizi geçmiş, Firavun ve ordusu ise denizin ortasında iken deniz geri kapanmıştı. İşte tam o sırada öleceğini anlayan Firavun Kur’an’ın ifadesiyle şöyle demişti:

“Gerçekten ben İsrailoğullarının iman ettiği ilahtan başka hiçbir ilahın olmadığına iman ettim. Bende Müslümanlardandım. Şimdi mi (iman ettin)! Hal bu ki daha önce isyan etmiş ve bozgunculardan olmuştun.” (Yunus/90-91)

O, öleceğini anlayınca iman ettiğini söylemişti; ama onun bu imanı ümitsizlik anında olduğu için Allah tarafından kabul edilmemiştir. Rasûlullah (sallallâhu aleyhi ve sellem) şöyle buyurur:

“Allah Teâlâ, can boğaza gelmediği sürece kulun tevbesini kabul eder.”[5]

Nakledilen tüm bu naslardan anlaşıldığına göre, imanın kabul edilebilmesi için ye’s (ümitsizlik) ve gargara halinden önce olması gerekir. Aksi halde iman geçersizdir.

Bir Mesele

Konumuzla alakalı olduğu için son günlerde İslamî çevrelerde çokça gündem edilen hatta bazı kardeşlerin kafasının karışmasına sebep olan bir meseleyi burada ele almak istiyorum. Bu mesele, 1 Ocak 2007 tarihinde idam edilerek hayatına son verilen ve son dönemlerin en despot tağutlarından birisi olan Saddam Hüseyin’in ölümü ile alakalıdır.

Saddam Hüseyin, hayatının neredeyse tamamını zulme adamış, Müslüman kanı içmeye doymayan, Allah’ı hiçe sayan, O’nun gönderdiği kitabı arkasına atarak nefsinin arzu ettiği şekilde hükümler koyan, nefsini ilah edinmiş zalim, fasık ve kâfir bir yöneticiydi. Tarihin kara sayfaları onun, altına imza attığı nice zulüm vakaları ile doludur. O, tarihte eşine az rastlanan haksızlık ve zulümlerin odağı konumundaydı. Kâfir A.B.D ve müttefikleri ülkesi Irak’ı işgal etmeden önce dünya üzerinde halkına en çok işkence ve eziyet eden liderlerden biri yine o idi. İşte bu şahıs 2007 nin ilk gününde idam sehpasına getirilerek asıldı. Onun asılması bizi çok ilgilendirmiyordu. Ama idamından 10–15 saniye önce söylemiş olduğu “Lâ İlâhe İllallâh Muhammedün Rasûlullah” cümlesi, İslami kimliğe sahip olan birçok insanın kafasını karıştırmıştı. Küfründe aklıselim hiç bir muvahhidin şüphe etmeyeceği bir adam ömrünün son anlarında “Lâ İlâhe İllallâh” diyordu. Acaba bu söz ona fayda sağlayacak mıydı? Rasûlullah (sallallâhu aleyhi ve sellem): “Kimin son sözü “Lâ İlâhe İllallâh” olursa cennete girer”[6] buyurmamış mıydı? Kâfir olan bu adama bu söz İslam hükmü verecek miydi? Evet, bu ve benzeri sorular bir anda aklımıza gelmiş ve kafaların karışmasına neden olmuştu. Bazı olayların örnek verilerek somutlaştırılmasının fayda vereceğinden dolayı meseleyi ele almada ve özellikle isim zikredilmesinde fayda görüyoruz. Ta ki böylesi bir meseleyle karşılaşıldığında kıyas yoluyla daha iyi ve sağlıklı neticelere ulaşılabilsin. Biz bu meseleyi üç başlık altında inceleyeceğiz.

  1. Tevbenin Şartları
  2. Hadisin Doğru Yorumu
  3. İmanın Ümitsizlik Halinde Olmaması

1- Tevbenin Şartları

İslam’da günah işleyen veya dinden çıkan birisinin tevbesinin kabulü için bir takım şartlar öngörülmüştür. Eğer işlenen günah Allah ile kul arasında olup, kul hakkını ilgilendirmiyorsa böylesi bir günah için üç şart vardır. Bu şartlar şöyledir.

  • Günahtan vazgeçmek
  • Yapılan günahtan dolayı pişmanlık duymak,
  • O günaha bir daha asla dönmemeye kesin karar vermek

Eğer bu şartlardan birisi eksik olursa tevbe sahih olmaz.

Şayet günah kul hakkına ilişkin bir şeyse o zaman bu üç şarta bir dördüncü ilave edilmiştir. O da kul hakkından kurtulmaktır.[7]

Bunlar normal bir tevbenin şartlarıdır. Bazı günahlar vardır ki onlar için tevbenin yanında başka şartlarda söz konusudur ki, Saddam Hüseyin ve benzerlerinin durumu bu kısma girmektedir. Bu şartlar Bakara Suresinin 159 ve 160. Ayetlerinde ele alınmıştır. Rabbimiz şöyle buyurmaktadır:

“İndirdiğimiz açık delilleri ve kitapta insanlara apaçık gösterdiğimiz hidayet yolunu gizleyenlere hem Allah hem de tüm lanet ediciler lanet eder. Ancak tevbe edenler, hallerini ıslah edenler ve gerçeği açıkça ortaya koyanlar bunun dışındadır...” (Bakara/159-160)

Rabbimiz bu ayetlerinde, insanları hidayet yolundan uzaklaştırmak için hakkı ketmeden/gizleyen kimselerden bahsetmektedir. Böylesi insanlar hem Allah katında hem de lanet etme şânında olan varlıklar katında melun kâfirlerdir. Böylelerinin tevbesinin kabulü için rabbimiz üç şart öne sürmüştür. Bu şartlar:

  • Tevbe etmeleri (ki bunun şartları üstte geçti)
  • Hallerini ıslah etmeleri
  • Gizledikleri gerçeği açıkça ortaya koymalarıdır.

Şimdi bu üç şartın Saddam Hüseyin’de tahakkuk edip etmediğini ele alalım.

Saddam Hüseyin, Amerika askerleri tarafından yakalandığı andan idamına kadar defalarca mahkemeye çıkarılmasına ve saatlerce konuşma imkânı tanınmasına rağmen bir kere bile o vakte kadar işlemiş olduğu küfür, şirk ve zulümlerden tevbe ettiğini ifade eden bir cümle bile telaffuz etmemiştir.

Durumunu düzelttiğine dair en ufak bir işarette yoktur. Bu şartların sonuncusu olan “beyan” şartı da kendisinde görülmemiştir. Onlarca konuşma fırsatı verilmesine rağmen bir defa bile “Ben yaptıklarıma pişmanım, ben tağutluk yapmışım, kendimi Allah ile denk bir makama getirmişim, ilahlık taslamışım” gibi ifade kullanmamıştır. Aksine her fırsatta yaptığı şirki, küfrü ve zulmü savunagelmiştir. Dolayısıyla Saddam Hüseyin sahih bir tevbenin yanında şart koşulmuş olan “ıslah” ve “beyan” şartlarını ihlal etmiştir. Bundan dolayı da biz onun mümin olduğuna hüküm veremeyiz.

2- Hadisin Doğru Yorumu

Biz, Rasûlullah (sallallâhu aleyhi ve sellem)’den bize ulaşan “Kimin son sözü “Lâ İlâhe İllallâh” olursa cennete girer”[8] hadisini tüm benliğimizle kabul ediyoruz. Ama bunun Saddam Hüseyin’de tahakkuk ettiğine inanmıyoruz. Çünkü bu hadis sekeratü’l mevt halinde kendi istek ve arzusuyla kelime-i tevhidi telaffuz eden kimseler için geçerlidir. Öleceğini anladığı anda mecburiyetten dolayı söylenenler için değil.

3- İmanın Ye's (Ümitsizlik Halinde Olması)

İmanın kabul edilebilmesi için ümitsizlik halinden önce, kişinin kendi tercihiyle, hiçbir baskı ve zorlama olmaksızın gerçekleşmesi gerekmektedir. Öleceğini anladığı anda “iman ettim” demek veya “Lâ İlâhe İllallâh” cümlesini telaffuz etmek kişiye fayda sağlamaz. Bunun en güzel örneği Firavun’dur. Önceki sayfalarda da ifade edildiği gibi, o, boğulacağını anladığı anda “iman ettim” demiş ama onun bu talebi bizzat Allah tarafından reddedilmiştir. Efendimizin “Can boğaza gelmediği sürece Allah kulun tevbesini kabul eder”[9] sözü de bu hakikati te’yit etmektedir. Hadisin mefhum-u muhalifi can boğaza geldiğinde (yani öleceğini anladığında) yapılan tevbenin kabul görmeyeceğini ifade etme hususunda gayet açıktır.

Burada değinmeden geçemeyeceğim bir mesele daha vardır ki bu birçok insanın hata edebildiği bir konudur. O da şudur:

Kur’an ve Sünnetin nasları asla birbirinden ayrı ele alınamaz. Bir mesele hakkında sağlıklı bir sonuç çıkarabilmek için o konu ile alakalı ayet ve hadislerin mutlaka bir arada değerlendirilmeleri gerekir. Aksi halde yaptığımız çıkarım yanlış olacaktır. Bu, Ehl-i Sünnetin en belirgin özelliklerinden dir.

Onlar bir sonuca ulaşacaklarında asla konuyla alakalı olan nasları birbirinden ayırmaz ve nefislerine hoş gelen şeye tabi olmazlar. Bu noktada bizimde aynı yolu takip etmemiz gerekmektedir. Aksi halde yolunu şaşıranlardan ve helake uğrayanlardan oluruz.

Saddam Hüseyn meselesine gelince, kimi kardeşlerimiz Edendimiz (sallallâhu aleyhi ve sellem)’den nakledilen üstteki hadisi konu ile alakalı diğer naslardan ayrı mütalaa ettikleri için yanlış bir sonuca ulaşmaktadırlar. Böyle bir sonuca ulaşmadan önce zikrettiğimiz delilleri o hadisle beraber ele alsalardı herhalde onlarda bizim söylediğimizi söylerlerdi. Tüm bu izahatlardan sonra diyoruz ki, Saddam Hüseyin çocukluk çağını hesaba katmazsak neredeyse ömrünün tamamını Allah’a isyan ile geçirmiş ve şirk bataklığına bulaşmış birisidir. Tağutlukta zirveye ulaşmış, kendisini resmen ilahlaştırmıştır. Vefat etmeden önce söylemiş olduğu “Lâ İlâhe İllallâh” cümlesi onun küfür ve şirkten kurtulması için yeterli değildir. Kur’an ve Sünnette zikri geçen diğer nasların bize öğrettiği şartları ihlal ettiğinden dolayı onun Müslümanlığına hükmetmiyor ve zahiri hükme göre kâfir olarak öldüğüne inanıyoruz. Ona Müslüman diyen kardeşlerimizi de yaptıkları yanlış tevilden dolayı mazur görüyoruz. Tıpkı Selef-i Salihin’in Haccac’ın imanı hakkında ihtilaf ettikleri gibi. Onlardan kimisi Haccac’a Müslüman derken, kimileri Müslüman demiyordu. Ama bu ayrım onları asla birbirini itham etmeye sevk etmedi. Hatta İmam Tâvus, Haccac’ı tekfir ettiği halde ona mümin diyen kardeşlerine şöyle diyordu:

“Irak’ta ki kardeşlerimize şaşırıyorum doğrusu? Onlar Haccac’ı “mümin” diye adlandırıyorlar!”[10]

İmam Tâvus Haccac’ı tekfir etmesine rağmen Irak’ta ona Müslüman diyenlere “kardeşlerimiz” diye hitap ediyor ve tekfir ettiği birisine mümin dedi diye karşıyı itham etmiyordu. Bu mesele hakkında çok geniş detaylar vardır. Asıl konumuz bu olmadığı için bu kadar izahla iktifa ediyoruz.

 

 Faruk Furkan 



[1] A.g.e. sf. 83.

[2] Müslim.

[3] Müslim, Kitabu’l-Kader, 2643.

[4] Şerhu Müslim, İmam Nevevî, 1/175.

[5] Tirmizi, 3531.

[6] Müslim, Cenaiz, 1,2. Ebu Davut, 3114.

[7] Riyazu’s-Salihin, İmam Nevevi, Tevbe Babı.

[8] Ebu Davut, 3114

[9] Tirmizi, 3513.

[10] Kavaid fi’t-Tekfir, sf. 257.

Okunma Sayısı:3195