Ben, cinleri ve insanları ancak Bana kulluk etsinler diye yarattım. (Zariyat-56)

LÂ İLÂHE İLLALLÂH’IN ÜÇÜNCÜ ŞARTI “İKRÂR/DİL İLE TELAFFUZ ETMEK”

بسم الله الرحمن الرحيم

Rahmân ve Rahîm Olan Allah’ın Adıyla…

 

 

Lâ İlâhe İllallâh’ın üçüncü şartı ikrârdır. İkrar, bir şeyi dil ile haber verme, anlamına gelir. Kişi, İslam’a girmenin temel ilkesi olan kelime-i şehadeti telafuz ettiğinde, tevhidin bu şartını yerine getirmiş olur. Kelime-i şehadetin şekli ise şu şekildedir:

“Eşhedü en lailahe illallah ve eşhedü enne Muhammeden Rasûlullah”

Son kısmı “ve eşhedü enne Muhammeden abduhu ve rasuluhu” diye de söylenebilir. Anlamı:

“Ben şahitlik ederim ki, Allah’tan başka hiçbir (hak) ilah yoktur ve ben yine şahitlik ederim ki, Muhammed (sallallâhu aleyhi ve sellem) Allah’ın Peygamberidir” veya “Muhammed Allah’ın kulu ve Rasulüdür.”

Kişi bu kelimeyi telaffuz ettiğinde, artık şirk bataklığından kurtulmuş ve İslam dairesine girmiş olur. O, bu ikrarı ile Allah’ın dışında ilahlık iddiasında bulunan sahte ilahları reddetmiş ve hem kendi, hem de kâinattaki diğer varlıklar üzerinde gerçek söz sahibi olanın Allah olduğunu itiraf etmiş sayılır.

     İkrar için Kudret (güç yetirebilme) Şarttır

Bu önemli bir şarttır. Zira tat olma ve bazı hastalarda görüldüğü üzere belirli aralıklarla konuşamama gibi özürler kişiden telaffuz ve ikrar zorunluluğunu kaldırmaktadır. Dolayısıyla elinde olmayan sebeplerle kelime-i şahadeti ikrar edemeyenler, mazur sayılmışlardır. Rabbimiz şöyle buyurur:

“Allah her şahsı, ancak gücünün yettiği ölçüde mükellef kılar.” (Bakara/286)

Bu ayetin ifade ettiği anlamdan, böylesi insanların “ikrar” şartından muaf oldukları anlaşılmaktadır. Çünkü Allah, güçlerinin yettiği ile onları mükellef tutmaktadır. Onlar telaffuz ve ikrar etmeye güç yetiremedikleri için mükellef değildirler.

İkrarın La İlahe İllallah’ın Şartlarından

Oluşunun Delilleri

Ehl-i Sünnet, bir kişinin mü’min olabilmesi için kalbi ile inandığı hakikati eğer bir özrü yoksa dili ile de ikrar etmesini şart koşmuştur. Bazıları ise bunu şart görmemiştir. Biz ikrarın, kelime-i tevhidin şartlarından birisi olduğunu delillendirdikten sonra bu mesele hakkında yeterli bilgi vermeye çalışacağız.

Buhari ve Müslim’in ortaklaşa rivayet ettikleri bir hadiste şöyle geçer: Müseyyeb b. Hazn (radıyallâhu anh) anlatıyor:

“Ebu Tâlip vefat edeceğinde Rasûlullah (sallallâhu aleyhi ve sellem) ona geldi ve yanında Ebu Cehil ile Abdullah b. Ebi Ümeyye’yi buldu. Rasûlullah (sallallâhu aleyhi ve sellem) Ebu Tâlip’e: “Amcacığım! ‘Lâ İlâhe İllallâh’ de ki, ben bu söz sayesinde Allah katında senin lehine şahitlik yapayım” buyurdu. Bunun üzerine Ebu Cehil ve Abdullah b. Ebi Ümeyye: “Yoksa sen Abdulmuttalib’in dininden yüz mü çeviriyorsun ey Ebu Tâlip!” dediler. Rasûlullah (sallallâhu aleyhi ve sellem) kelime-i tevhidi ona arz etmeye, onlarda o sözlerini tekrarlamaya devam ettiler, nihayetinde Ebu Tâlib’in onlara söylediği son söz: “O Abdulmuttalib’in dini üzeredir” sözü oldu ve Lâ İlâhe İllallâh demeyi reddetti. Bunun üzerinde Rasûlullah (sallallâhu aleyhi ve sellem): “Vallahi yasaklanmadığım sürece sana istiğfarda bulunacağım” dedi. Ardından Allah Teâlâ: “Kendilerine cehennemlikler oldukları açıkca beyan olduktan sonra akrabaları bile olsa müşrikler için af dilemek ne peygamberlere yaraşır ne de müminlere…” diye başlayan Tevbe suresinin 113. ayetini indirdi.[1]

İmam Müslim’in diğer bir rivayetinde ise şöyle geçer: “Rasûlullah (sallallâhu aleyhi ve sellem) amcasına “Lâ İlâhe İllallâh de ki, ben bu kelime ile kıyamet gününde senin lehine şahitlik edeyim” dedi.

Ebu Talip de: “Eğer Kureyş’in beni ayıplaması ve “onu buna sevk eden korkudur” demeleri olmasaydı, seni memnun eder (ve Lâ İlâhe İllallâh derdim) diye mukabelede bulundu. Bunun üzerine Allah: “Şüphesiz ki sen sevdiklerini hidayete eriştiremezsin. Fakat Allah dilediğini hidayete eriştirir.” (Kasas/56) ayetini indirdi.[2]

Bu rivayetlerden anlaşıldığına göre peygamberimizin amcası olan Ebu Tâlip, kelime-i şahadeti bir takım gerekçelere binaen telaffuz etmemiş ve ayetin ifadesi ile “cehennemlik bir müşrik” olmuştur.

Bazı çevrelerin çıkıp ‘Ebu Tâlip kalben inanmadığı için müşrik sayılmıştır’ demeleri yersizdir, zira Ebu Tâlip söylediği şiirlerde Rasûlullah’ın dini için medihlerde bulunmuş ve İslam’ın en hayırlı din olduğuna inandığını söylemiştir. O şiirlerden bir tanesi şöyledir:

“Yemin ederim ki, Muhammed’in dininin

Yeryüzündeki tüm dinlerden daha hayırlı olduğunu bilmişimdir.

Kınanma ve ayıplanma olmasaydı

Beni o dine karşı gayet hoşgörülü bulurdun.”[3]

Ebu Tâlip, kalben Rasûlullah’ın hak olduğuna inanıyor, ama bunu gücü yettiği halde ikrar etmeye yanaşmıyordu. Bu nedenle Ehl-i Sünnet, onun mümin olmadığı hususunda ittifak etmiş, gerekçe olarakda kelime-i şahadeti telaffuz etmediğini göstermiştir. Bu rivayetlerden anlaşıldığına göre ikrar, kelime-i tevhidin şartlarındandır. Bunun bir başka delili, Rasûlullah (sallallâhu aleyhi ve sellem)’in şu sözüdür.

“Ben, Allah’tan başka hiç bir (hak) ilahın olmadığına ve Muhammed’in Allah’ın Rasulü olduğuna şahadet edene, namazı kılana ve zekâtı verene dek insanlarla savaşmakla emrolundum. Bunu yaparlarsa mallarını ve kanlarını İslam’ın hakları müstesna benden korumuş olurlar. Diğer konularda ise hesapları Allah’a aittir.”[4]

İmam Nevevî bu hadisin şerhinde şöyle der:

“Allah Rasulü’nün getirmiş olduğu şeylerin tamamına ve kelime-i şahadetin manasına iman ederek onu ikrar etmek imanın (sıhhat) şartıdır.”[5]

Bedreddin el-Aynî’de benzeri ifadeler kullanarak şöyle der:

“Bu hadiste, kişinin Müslüman olduğuna hükmedebilmek için kelime-i şahadeti telaffuz etme şartı vardır.”[6]

İbn-i Teymiyye der ki:

“Kelime-i Şahadeti güç yetirdiği halde ikrar etmeyen bir kimse Müslümanların ittifakı ile kâfir olmuştur. Bu kişi ümmetin selefi, imamları ve cumhur-u ulemasının yanında zahiren ve batınen küfre düşmüştür.”[7]

Tüm bu nakillerden anlaşıldığına göre kelime-i şahadeti güç yetirdiği ve her hangi bir özrü olmadığı halde söylemeyen bir insan, Lâ İlâhe İllallâh’ın şartlarından birini ihlal ettiği için Müslüman olamaz.

İmanın Hakikati Hususunda Mezheplerin Görüşleri

İslam âlimleri imanın hakikati hususunda ihtilaf etmişlerdir. Onlardan kimisi imanın kâmil olabilmesi için kalp ile itikadın, dil ile ikrarın ve azalar ile amelin bir arada bulunmasını şart koşarken, kimileri bu şartlardan bazısını kabul etmemiştir. Şimdi bu noktadaki ihtilafı maddeler halinde izah edelim.

  1. İman, kalp ile itikât, dil ile ikrar ve azalar ile ameldir diyen görüş. Bu görüş, İmam Şafiî, Ahmed b. Hanbel, İmam Malik, İmam Evzaî, Ehl-i hadis ve bazı kelamcılar tarafından benimsenmiştir.
  2. İman, dil ile ikrar ve kalp ile itikattır diyen görüş. Bu görüşü Ebu Hanife ve İmam Tahavî benimsemiş, ameli, iman kapsamında değerlendirmemişlerdir.
  3. İman sadece dil ile ikrardan ibarettir diyen görüş. Bu, Kerramiye mezhebinin görüşüdür ki, kabul edilmesi mümkün değildir. Zira bu görüşün neticesinde tüm münafıkların mümin olması gerekir ki, bu Kur’an ve sünnetin temel öğretileri ile çelişmektedir.
  4. İman sadece kalp ile bilmekten ibarettir diyen görüş. Bu da Mürcie mezhebinin Cehmiye kolunun görüşüdür ki, bununda kabul edilmesi mümkün değildir. Hatta bu görüş bir önceki görüşten daha fâsittir. Zira bu fikrin neticesinde, Firavun’un, ehl-i kitabın ve Mekkeli bazı müşriklerin mümin olduğu sonucuna varılır. Bu nedenle Tahavî şarihi bu görüşün en fâsit görüş olduğunu söylemiştir.[8]

Bu dört görüş içerisinde ilk ikisi Ehl-i sünnet âlimlerince dile getirilmişken, son iki görüş bid’atçı mezhepler tarafından ortaya atılmıştır. Dolayısıyla, Ehl-i sünnetin tamamı dil ile ikrarı imanın gerçekleşebilmesi için gerekli görmüştür. Dil ile ikrarı kabul etmeyen sadece sapık Mürcie mezhebidir. Bu günde kendisini ehl-i sünnete nispet eden nice Mürcie kafalı adamlar aynı görüşü benimsemektedirler. Bir insan Allah’a sövse, Kur’an’a hakaretler yağdırsa, Şeriatı tahkir etse veya dili ile bir Müslüman’ın söyleyemeyeceği nice lakırdıları telaffuz etse, onlara göre kalbinden inandığı sürece bu sözlerin onun imanına hiç bir zararı yoktur! Böyle diyen birisi hem Allah katında hem de kendileri yanında mümindir!

Evet, bu fikir hızla yayılmakta ve İslam’a meyleden bilgisiz insanları bir tufan gibi kuşatmaktadır. Bu görüşün fesadından Allah’a sığınırız.

Bazı Akait Kitaplarındaki Yanılgılar

Şerafettin GÖLCÜK ve Süleyman TOPRAK tarafından Konya’da kaleme alınan ve birçok ilim talebesi ile ilahiyatçıların kütüphanelerinde yer alan “Kelam” adlı kitapta Ehl-i sünnet inancı ile taban tabana zıt olan şu görüş yer almaktadır ki, bunun kabul edilmesi mümkün değildir. Müellifler tasdik bakımından insanları üç gruba ayırdıktan sonra 3. Maddede şöyle derler:

“Kalbiyle tasdik ettikleri halde diliyle tekzip edenler. Bunlar ise Allah katında mümin oldukları halde insanlar nezdinde kâfirdirler; bunlara mümin muamelesi yapılmaz...”[9]

Bir insan dili ile kalben inandığı şeyleri ikrah olmaksızın tekzip ederse bütün âlimlere göre kâfir olur. Bu konuda Ehl-i sünnet âlimleri arasında hiç bir görüş ayrılığı yoktur. Hatta bırakın inandığı şeyleri yalanlamasını, gücü yettiği halde ikrar’ı terk etse, sırf bu terk sebebiyle küfre düşer. Bu terkine birde tekzip (yalanlama) eklenirse küfür üzerine küfür olur. Böyle biri için müelliflerin “Allah katında mümin olur” demeleri son derece yanlış olduğu gibi, aynı zamanda Mürcie mezhebinin teşhiri anlamına gelmektedir. Müellifler böyle bir ifade yerine “kalpleriyle tasdik ettikleri halde bazı özürlerden ötürü dilleri ile ikrâr edemeyenler, Allah katında mümin oldukları halde insanlar yanında kâfirdirler” ibaresini kullansalardı, kanımızca daha iyi olurdur. Böylesi bir durumda en azından Mürcie mezhebinin fikrinden uzaklaşmış olurlardı. Bu hataya dikkat edilmelidir. Zira birçok kitap böylesi yanılgılarla doludur.

Önemli Bir Mesele

Kimin küfrü kelime-i şahadeti telaffuz etmekten imtina edip sakındığı için değil de, başka bir sebepten dolayı ise, kelime-i şahadeti telaffuz etmesi o kimseye fayda vermez. Bu cümleleri biraz daha açarak söyleyecek olursak; kelime-i şahadeti telaffuz eden, ama aynı zamanda dinin kesin olan bir hükmünü inkâr eden veya küfrü gerektiren bir eylem içerisinde bulunan birisinin kelime-i şahadeti ikrar etmesi ona fayda vermez. Çünkü bir insanın Müslüman olabilmesi için “Lâ İlâhe İllallâh” demesinin yanı sıra kendisini şirke düşürecek tüm amellerden de beri ve uzak olması gerekir. Hem “Lâ İlâhe İllallâh” demek, hem de küfrü gerektiren bir iş yapmak asla bir arada bulunamaz. Bu ikisinin bir arada olabileceğini iddia eden birisinin, gece ile gündüzünde aynı anda bulunabileceğini iddia etmesi gerekir. Bu ise akl-ı selim kişilerin asla kabul etmediği bir şeydir.

Bazı örnekler vererek bu cümleleri biraz daha izah edelim. Örneğin, bir insan ‘Oruç farz değildir’ dese, o, sırf bu sebeple küfre düşer. Onun “Lâ İlâhe İllallâh” demesi kendisine fayda veremez. Çünkü onun küfre düşmesi “Lâ İlâhe İllallâh’ı” telaffuz etmeyişinden değil, aksine dinde farz olan bir şeyi inkâr etmesinden dolayıdır.

Başak bir örnek verecek olursak, Allah’ın ahkâmını değiştiren, O’nun kanunlarına alternatif kanunlar çıkaran, Müslümanlara düşmanlık yapan, Ehl-i tevhidi hapishanelere sokan, Yahudi ve Hıristiyanlarla dost olduğunu söyleyen ve buna benzer birçok küfür ameli işleyen bir tağut, sırf bu yaptıkları sebebiyle dinden çıkmış ve kâfir olmuştur. Onun kelime-i tevhidi telaffuz etmesi, asla kendisine bir fayda sağlamaz. Çünkü onun küfrü “tağut” olmasından ötürüdür, kelime-i şahadeti telaffuz etmemesinden değil. Bu nedenle onun Müslüman olabilmesi için tağutluğunu bırakması gerekir; aksi halde mümin olmaz.


Faruk Furkan

 



[1] Buhari, Cenaiz, 80; Müslim, İman. 177.

[2] Müslim, İman. 25.

[3] Bkz: Şerhu’l-Akideti’t-Tahaviyye, el-Mektebü’l-İslamî baskısı, sf. 332. Ayrıca Şerhu Katri’n-Nedâ, el-Mektebetü’l-Asriyye baskısı, sf. 271.

[4]  Müslim, İman. 22.

[5]    Müslim Şerhi, İmam Nevevi, Daru’l Menâr baskısı, 1/171.

[6]  Umdetü’l-Kâri, 1/275.

[7]  Mecmuu’l-Fetâva, 7/609.

[8]  Şerhu’l-Akideti’t-Tahaviyye, İbn-u Ebi’l-İzz, sf. 332.

[9]  Kelam, Tarih-Ekoller-Problemler. Sf. 113. Tekin Yayınları 5. Baskı.

Okunma Sayısı:3966