O, elbette değerli bir Kur'an'dır. Korunmuş bir kitaptadır.Ona, ancak tertemiz olanlar dokunabilir.Âlemlerin Rabb'inden indirilmedir. (Vâkıa-77-80)

PADİŞAHIN FERMANI!

بسم الله الرحمن الرحيم

Rahmân ve Rahîm Olan Allah’ın Adıyla…

Bir ülkenin her tarafına hâkim olmuş, sözü emir gibi algılanan, bir dediği iki edilmeyen bir padişahın ülkesinde yaşadığınızı farz edin. Bu padişah, size bazı şeylere dikkat etmeniz, kimi emirleri yerine getirmeniz, kimisinden de sakınmanız için çok önemli bir ferman gönderiyor ve bu fermandaki emirlere uymanız halinde mükâfatlandırılacağınızı, kulak asmadığınız takdirde ise dehşetli bir şekilde cezalandırılacağınızı bildiriyor.

Bu durumda siz ne yaparsınız?

1- Ya o hükümleri içeren fermanı okuyup gerektirdiği şeylerle hemen amel edersiniz.

2- Ya fermanda yazan şeyleri sürekli okur; ama içerisinde anlatılan şeyleri hiçbir şekilde uygulamaya koymazsınız.

3- Ya da o fermanı hiç kale almaz; ne okur ne de amel edersiniz.

Birinci şık zaten padişahın sizden istemiş olduğu şeydir. Siz bunu yaptığınız zaman neticesi çok hayırlı ve faydalı olacak, padişahın hoşnutluğunu kazanmaya sizi sevk edecektir.

İkinci şıkta ise padişahın emri ile adeta alay etme söz konusudur. Hem “Padişahımız ne dedi acep?” diye onun emirlerini daima okuyacaksınız, hem de içerisinde sizden istemiş olduğu şeyleri hiç uygulamaya koymayacaksınız. Bu onunla alay etme, onu küçümseme ve ona gereken değeri vermeme değildir de nedir?

Üçüncü şık ise aslında sizin padişahı hiç takmadığınızın, onun emirlerinin sizin nezdiniz de hiçbir şey ifade etmediğinin açık bir göstergesidir. Siz, onun emirlerinin okunmasına bile iltifat etmediğinize göre onun emirleri demek ki, sizin katınızda hiçbir şey ifade etmemektedir. Bu ise üç şık içerisinde en kötü olanıdır.

Allah’ı bir padişah, Kur’ân’ı da padişahın fermanı olarak düşünürsek, bu gün insanların da bu fermana karşı tavırları tıpkı üstte ki misalde olduğu gibi üç türlüdür:

Kimileri hem onu okumakta hem de içerisinde ki hükümlerle amel etmeye çalışmaktadır.

Kimileri ise onu belirli aralılarla sadece okumakta, ama amel etme amacı gütmemektedir.

Kimileri de onu ne okumakta ne de onunla amel etmektedir!

Bir padişah bile emir ve yasaklarına riayet edilmediğinde son derece hiddetlenip, kızıyorsa, acaba Aziz ve Kahhar olan Allah hiç kızıp hiddetlenmez mi?

Hiç bu fermanı kale almayanlara ceza vermek istemez mi?

Bir komutan düşünün… Bu komutan askerlerinden birisini yanına çağırıp ona hayati önem taşıyan bir plan verdikten sonra o planı nasıl uygulayacağını gösteren emirleri de vermiştir. Asker, o planın doğru olduğunu bilir, buna kalbiyle inandığını söyler, diliyle komutanının emirlerine uyacağını taahhüt eder, her ortamda komutanının planının çok doğru olduğunu, bunu uygulamayanların savaşta asla başarılı olamayacağını dile getirir; ama bir türlü o emirleri kendisi yerine icra etmez…

Askerin böyle yapmasının iki nedeni olabilir:

1-Ya gerçekten bunun doğruluğuna kalben inanmamıştır.

2- Ya da inanmıştır; ama zaaflarından dolayı emirleri aksatmıştır.

Her iki halde de askerin yaptığı bu iş, cezalandırılmayı gerektiren bir şeydir. Birinci durumda inanmayanların cezasıyla, ikinci durumda da asilerin cezasıyla…

Rabbimiz de emirlerini yerine getirmeyenleri, fermanına kulak asmayanları cezalandırmak ister, ama rahmeti gazbını geçtiği için hemen ceza verme yerine mühlet tanır, zaman verir ve acaba vazgeçerler mi diye onları hemen cezaya çarptırmaz.

“Eğer Allah, yaptıkları yüzünden insanları (hemen) cezalandırsaydı, yeryüzünde hiçbir canlı yaratık bırakmazdı. Fakat Allah, onları belirtilmiş bir süreye kadar erteliyor. Vakitleri gelince (gerekeni yapar). Kuşkusuz Allah, kullarını görmektedir.” (35/Fatır, 45)

Rabbimizin bu mühletini iyi değerlendirmeli ve hemen Rabbimize yönelerek onun mübarek fermanını okuyup anlamaya ve yaşamaya çalışmalıyız.

Hasan-ı Basrî der ki:

“Sahabîler, Kur’ân-ı Kerim’i Rablerinden gelen risaleler, mektuplar ve fermanlar olarak görürlerdi. Geceleyin sabahlara kadar onu okur ve düşünürler, sabahta onun hükümlerini yerine getirir, amel ederlerdi.”[1]

Sahabeden Abdullah İbn-i Mesud der ki:

“Bizler, Kur’ân’ı on ayet, on ayet olarak alır ve aldığımız bu on ayeti hayatımızda yaşamadan diğer bir on ayete geçmezdik. Kur’ân, insanlara kendisi ile amel etmeleri için inmiştir. İlk nesiller onu amel etmek için okudular. Sizin her hangi biriniz ise, Kur’ân’ı başından sonuna kadar okur, tek bir harfini dahi bırakmaz; hâlbuki onunla amel etmeyi (neredeyse) tamamen terk etmiştir.[2]

İbrahim Gadban

 



[1] Gazali, İhya, 3/13.

[2] A.g.e.

Okunma Sayısı:1749