“(O gün) Peygamber: “Rabbim! Benim kavmim şu Kur’an’ı terk edilmiş bir şey hâline getirdi” diyecek.” (25/Furkan, 30)

TEVBENDE SAMİMİ OLDUĞUNU NEREDEN BİLEBİLİRSİN?


Hepimiz günahkârız. Hepimiz ma’siyet işleme potansiyeliyle yaratılmışız. Çünkü biz Âdem’in çocuklarıyız.

Sadece biz değiliz tek günah işleyen kişi; bilakis atamız Âdem’in sulbünden gelen her bir insan günah işlemekte, günah işleyebilme azmini kendinde bulabilmektedir. Evet, tüm insanlık günahtan nasibini almıştır. Hatta babamız Âdem bile bundan payını almış ve Allah’ın yasakladığı bir ameli işleyerek günaha bulaşmıştır. Bu vasfıyla o, günahın pençesine düşen ilk insan olmuştur.

“Andolsun, biz bundan önce Âdem’e ahid vermiştik, fakat o unutuverdi. Biz onda bir kararlılık bulmadık. Hani biz meleklere: ‘Âdem’e secde edin’ demiştik, İblis’in dışında (diğerleri) secde etmişlerdi, o, ayak diremişti. Bunun üzerine dedik ki: ‘Ey Âdem! Bu gerçekten sana ve eşine düşmandır; sakın sizi cennetten sürüp çıkarmasın, sonra mutsuz olursun. Şüphesiz ki, senin acıkmaman ve çıplak kalmaman orda (cennette kalmana bağlı)dır. Ve gerçekten sen burada susamayacaksın ve güneş altında yanmayacaksın da.’ Sonunda şeytan ona vesvese verdi. Dedi ki: ‘Sana sonsuzluk ağacını ve yok olmayacak bir mülkü haber vereyim mi?’ Böylece ikisi ondan yediler, hemen ardından ayıp yerleri kendilerine açılıverdi, üzerlerini cennet yapraklarından yamayıp-örtmeye başladılar. Âdem, Rabbine karşı masiyet işlemiş oldu da şaşırıp-kaldı. Sonra Rabbi onu seçti, tevbesini kabul etti ve doğru yola iletti.” (Tâ-hâ 115-122)

Çocuk babasını taklit edermiş ya, bizler de onun çocukları olduğumuz için kolayca günah işleme noktasında onunla aynı kaderi paylaşıyoruz.

Tüm Âdemoğlu çokça hata işler, çokça hata işleyenlerin en hayırlıları tevbe edenlerdir.” (Tirmizî)

 “Canım elinde olan Allah’a yemin olsun ki, siz şayet hiç günah işlememiş olsaydınız, Allah sizi yok eder, yerinize günah işleyip Allah’tan bağışlanma dileyecek bir millet getirir de onları bağışlardı.” (Müslim)

Ama tüm bunlara rağmen, hamdolsun ki günahları bağışlamayı çok seven ve kullarına, kendi öz anne ve babalarından daha merhametli olan bir Rabbimiz var.

“Kullarıma benim çok bağışlayıcı ve çok merhamet edici olduğumu haber ver!” (Hicr, 49)

Bizler her ân bir hatanın ve insanı Allah’tan uzaklaştıracak bir ma’siyetin pençesine düşebiliriz. Hele bir de günahın meşrulaştırıldığı ve kolayca işlenilmesi için adeta pazarlandığı şu karanlık çağda günaha düşmememiz neredeyse imkânsız gibi gözüküyor. Bu da insanı tedirgin ediyor ve “Acaba Rabbim’den kopar mıyım?” diye endişeye düşürüyor.

İşin aslı, insan günah işlemekten ziyade, günahını affettirememekten korkmalıdır. Günahı kolayca işleyebilmek zaten biz insanoğlunun doğasında var olan bir şey. Bu nedenle burası bizi korkutmamalı. Ortada asıl korkulacak bir şey varsa, o da günahımızı Rabbimize affettirememek, yaptığımız cürümleri Yaratanımıza bağışlatamamaktır.

Peki, günah işlediğimizde ne yapmalı, nasıl bir tavır içerisine girerek kendimizi Yaratanımıza bağışlatmalıyız?

Veya tevbemizde samimi olduğumuzu nasıl ispatlamalıyız?

İşte bu makalemizde kısmen bu soruya cevap bulmaya çalışacağız. Ama öncesinde hızlı bir şekilde tevbenin şartlarını zikretmeliyiz ki, konu evvelemirde düzgün anlaşılsın ve akla yanlış sorular gelmesin.

TEVBENİN ŞARTLARI

Bir kul, bilerek veya bilmeyerek bir günah işlediğinde hemen tevbe etmelidir. Bu, Allah’ın bir emridir. Lakin onun bu tevbesi nasıl olmalı, tevbesinin geçerliliği için hangi şartlara uymalıdır?

İslam âlimlerimizin genelinin bildirdiğine göre tevbenin temelde “üç” şartı vardır:

1. Allah için pişmanlık duymak.

2. Bir daha yapmamaya karar vermek.

3. O günahı terk etmek.

Tahkik ehli bazı âlimlerimiz ise, tevbenin zikrettiğimiz şartlarına iki madde daha eklemişler ve aslında tevbenin şartlarının “beş” olduğunu söylemişlerdir. Onlara göre dördüncü şart; her amelin kabul şartı olan “ihlâs”tır. Yani başka bir amaçla değil, yalnız ve yalnız Allah’ın rızasını kazanma amacıyla tövbe etmek, asla riya ve benzeri şaibelere bulaşmayıp, birilerini razı etme amacı gütmeden Allah’tan af dilemektir. Beşinci şart ise, tevbenin kabul edilen bir zaman zarfı içerisinde olmasıdır. Örneğin, öleceğini anlayan bir kimsenin tevbesi –tevbenin kabul edilecek bir zaman zarfı içerisinde olmamasından ötürü– makbul değildir. Rabbimiz şöyle buyurur:

“Kötülükleri işleyip dururken, ölüm kendisine geldiği zaman ‘Ben şimdi tövbe ettim’ diyenler ile kâfir olarak ölenlerin tevbesi makbul değildir. İşte onlara elem verici azab hazırlamışızdır.” (Nisâ, 18)

Tabii ki zikredilen bu şartlar, Allah ile bizim aramızda olan günahlar içindir. Eğer işlenilen günah; gıybet, iftira, tecavüz gibi bir kulun hakkı ile alakalı ise o zaman bu şartların yanına bir altıncısı daha eklenir. O da “helallik dilemek”tir. Kul hakkı ihlali söz konusu olduğu zaman kişinin hak sahibi ile helalleşmesi ve kendisini ona affettirmesi gerekmektedir. Çünkü o hakkın sahibi Allah azze ve celle değil, bilakis o şahıstır.

İşte bu saydıklarımız, işlemiş olduğumuz günahların Allah tarafından affedilmesi için Kur’an ve Sünnet’te bize bildirilen şartlardır. Bu şartları yerine getirenlerin affedilmesi umulur. Şartları yerine getirmeden affedilmeyi bekleyenler, tıpkı abdest almadan namaz kılan kişi gibidirler. Bilmek gerekir ki şartın yokluğu, meşrutun da yokluğunu gerektirir. Böylelerini kıyamette Allah ya lutfuyla affeder ya da adaleti gereği azaplandırır.

İşi ihtimale bırakmanın cahillerin ameli olduğunu hatırlatmaya bilmem gerek var mıdır?!

TEVBENDE SÂDIK İSEN…

Kur’ân ve Sünnette tevbe ile alakalı yer alan nassları gözden geçiren herkes şunu net bir biçimde görür ki, tevbe, sözden ziyade amelle yapılan bir eylemdir ve onda samimi olunup-olunmadığı ardından işlenen sâlih amellerle bilinir.

Biraz daha izah ederek söyleyecek olursak; bir kulun tevbesinde samimi olup-olmadığının en net göstergesi, tevbesinden sonra işleyeceği sâlih amelleridir. Eğer tevbe ettikten sonra sâlih amellerini artırıyor, günahına muhalif olan güzel işlerini çoğaltıyor ve gerçekten pişman olduğunu izhar edecek şekilde bir tavır sergiliyorsa, bu, o kişinin tevbesinde samimi olduğunu gösterir ve Allah’ın böylesi bir kulu affetmesi büyük olasılıkla umulur.

Yok, eğer tevbe ettikten sonra günahına keffâret olacak sâlih ameller işlemez, aksine günahını pekiştirecek işlere devam ederse, bu da o kişinin tevbesinde samimi olmadığına işaret eder ve Allah’ın böylesi bir kulu affetmesi çok zayıf bir ihtimaldir. Onun durumu İlahî meşîete kalmıştır; artık Allah dilerse affeder, dilerse affetmez.

Konuyla alakalı delilleri zikretmeye geçmeden önce, İmam Kurtubî’nin meselemizi güzelce özetleyen şu tespitini aktarmanın yararlı olacağını düşünüyoruz. O, tefsirinde der ki:

“Âlimlerimize göre kişinin ‘tevbe ettim’ demesi, önce yaptıklarının aksi, bu sözünden son­ra kendisinde açıkça görülmedikçe yeterli değildir. Eğer ki­şi mürted olmuşsa, İslâm ahkâmını açıktan izhar ederek İslâm’a dö­ner. Şayet çeşitli günahları işleyen kimselerden ise, sâlih amelin kendisinde açık­ça görülmesi ve gerek fesad ehlinden gerekse onların üzerinde bulunduğu hallerden uzaklaşması gerekir. Yok, eğer putperest kimselerden ise, onlardan ayrılır ve İslâm ehli ile oturup kalkar... Böylelikle önceki hâlinin aksi kendisinden sâdır olmuş olur…”(el-Câmi‘ li Ahkâmi’l-Kurân, 2/186)

Bu cümleler, ana hatlarıyla ne demek istediğimizi özetlemiştir. Bu nedenle dikkatle ve hatta birkaç kez okunmasını tavsiye ederiz.

Şimdi bunun ardından bu noktadaki bazı nassları beraberce inceleyip, konuyla alakalı delillerde tevbenin sâlih amellerle nasıl içi içe zikredildiğini birlikte görmeye geçebiliriz.

Rabbimiz Furkan Sûresi’nin son kısmında kendi has kullarının vasıflarını anlatırken şöyle buyurur:

 وَالَّذِينَ لَا يَدْعُونَ مَعَ اللَّهِ إِلَهًا آخَرَ وَلَا يَقْتُلُونَ النَّفْسَ الَّتِي حَرَّمَ اللَّهُ إِلَّا بِالْحَقِّ وَلَا يَزْنُونَ وَمَنْ يَفْعَلْ ذَلِكَ يَلْقَ أَثَامًا  يُضَاعَفْ لَهُ الْعَذَابُ يَوْمَ الْقِيَامَةِ وَيَخْلُدْ فِيهِ مُهَانًا  إِلَّا مَنْ تَابَ وَآمَنَ وَعَمِلَ عَمَلًا صَالِحًا فَأُولَئِكَ يُبَدِّلُ اللَّهُ سَيِّئَاتِهِمْ حَسَنَاتٍ وَكَانَ اللَّهُ غَفُورًا رَحِيمًا  وَمَنْ تَابَ وَعَمِلَ صَالِحًا فَإِنَّهُ يَتُوبُ إِلَى اللَّهِ مَتَابًا

“…Ve onlar, Allah ile beraber başka bir ilaha dua etmezler. Allah’n haram kıldığı canı haksız yere öldürmezler ve zina etmezler. Kim bunları yaparsa ağır bir ceza ile karşılaşır. Kıyamet günü, azap ona kat kat arttırılır ve içinde aşağılanmış olarak temelli kalır. Ancak tevbe eden, iman eden ve sâlih amellerde bulunanlar başka… İşte onların günahlarını Allah iyiliklere çevirir. Allah çok bağışlayandır, çok esirgeyendir. Kim tevbe eder ve sâlih amellerde bulunursa, o, gerçekten Allah’a dönmüş olur.” (Furkan,  68-71)

Bu âyetlerde Allah’tan başkasına dua etmek gibi haddi zatında şirk olan amelleri işleyenler ve bir de adam öldürme ve zina gibi büyük günahlara düşenler söz konusu edilmekte ve böylelerinin Allah tarafından affedilmesi için üç şart öne sürülmektedir:

1- Tevbe etmeleri,

2- İman etmeleri,

3- Sâlih amellerde bulunmaları.

Bu şartları yerine getirenlerin affedilmesi bir yana, Allah’ın onların kötülüklerini bile iyiliklere çevireceğinden bahsedilmektedir. Yani onlar zaten affedilecekler, bununla birlikte –tabiri caizse– bir avans olarak kötülükleri bir bir iyiliklere tebdil edilecek.

Allahu ekber!

Bu ne büyük bir müjde, ne büyük bir ödül!

Dikkat ederseniz, onlara bu büyük ve müthiş mükâfatın verilmesinin nedenlerinden birisi; tevbelerini sâlih amellerle desteklemiş olmalarıdır.

Bu noktayı iyi anlamak gerekir. Burası gerçekten de çok önemli ve dikkat edilmesi gereken bir husustur.

Bu konuda İmam Kurtubî rahimehullah’ın şu sözleri dikkate şâyandır:

“Bu ayetin tefsirine dair bir de şöyle denmiştir: Yani kim dili ile tevbe eder de, ameli ile bunu tahkik etmezse, bu tevbe, fayda veren bir tevbe olmuş olmaz. Aksine kim tevbe eder, iyi işler yapar ve tevbesini sâlih amellerle desteklerse, işte o, Allah’a gerçek anlamıyla dönmüş ve hakkıyla tevbe etmiş demektir. “Nasûh tevbe” de (zaten) budur…” (el-Câmi‘ li Ahkâmi’l-Kurân, 13/76)

Rabbimiz Nisa Sûresi’nde münafıkların cehennemin en alt tabakasında yanacağını bildirir:

إِنَّ الْمُنَافِقِينَ فِي الدَّرْكِ الْأَسْفَلِ مِنَ النَّارِ وَلَنْ تَجِدَ لَهُمْ نَصِيرًا

“Şüphesiz ki münafıklar, cehennem ateşinin en aşağı tabakasındadırlar. Sen onlara asla hiçbir yardımcı bulamazsın.” (Nisa, 145)

Sonrasında ise onlardan bazılarının, bazı şartlar dâhilinde bu cezadan istisna tutulacağını haber verir:

إِلَّا الَّذِينَ تَابُوا وَأَصْلَحُوا وَاعْتَصَمُوا بِاللَّهِ وَأَخْلَصُوا دِينَهُمْ لِلَّهِ فَأُولَئِكَ مَعَ الْمُؤْمِنِينَ وَسَوْفَ يُؤْتِ اللَّهُ الْمُؤْمِنِينَ أَجْرًا عَظِيمًا

“Ancak tövbe edenler, durumlarını düzeltenler, Allah’a sımsıkı bağlananlar ve dinlerini Allah’a ihlâsla sunanlar müstesna... İşte onlar mü’minlerle beraberdirler. Allah da, mü’minlere büyük bir mükâfat verecektir.” (Nisa, 146)

İşte bu istisna edilen sınıfın, tevbe etmelerinin yanında ayrıca ortaya koymuş oldukları amelleri konumuz açısından çok önemlidir. Hani demiştik ya “Kur’ân ve Sünnetin nassları tevbenin kabulü için tevbeden sonra sâlih ameller işlenmesini öngörmektedir” diye, işte bu ayette tam bu nokta vurgulanmaktadır.

Şimdi ayeti tekrar okuyalım:

“Ancak tövbe edenler, durumlarını düzeltenler, Allah’a sımsıkı bağlananlar ve dinlerini Allah’a ihlâsla sunanlar müstesna...”

Görüldüğü gibi Rabbimiz onların tevbelerinden sonra, tevbelerinde samimi olduklarını ortaya koyan “üç amel” daha zikretmektedir:

1- Önceki durumlarını düzeltip ıslah etmeleri, (وَأَصْلَحُوا)

2- Daha sonra Allah’a sımsıkı bağlanmaları, (وَاعْتَصَمُوا بِاللَّهِ)

3- Dinlerini Allah’a ihlâsla sunmaları, yani yapmış oldukları amelleri riya ile değil, sadece Allah’ın rızası ile yapmış olmaları. (وَأَخْلَصُوا دِينَهُمْ لِلَّهِ)

İşte, “biz tevbe ettik” dedikten sonra beraberinde bu amelleri de işleyen münafıkların tevbeleri kabul edilecek ve onlar da mü’minler zümresinden sayılacaklardır.

Eğer onlar sadece “biz tevbe ettik” deyip sonra ayette sayılan bu üç sâlih ameli işlemeselerdi, acaba tevbeleri kabul olunur muydu?

Elbette ki hayır!

Çünkü Allah azze ve celle, her günahın tevbesinin kabulü için, üstte zikrettiğimiz temel şartların yanı sıra bir de günahın nev‘ine göre “özel şartlar” zikretmiştir. Mesela buna hakkı gizlemenin tevbesini örnek gösterebiliriz.

İslam nazarında hakkı gizleyip ketmetmenin tevbesi, gizlenilen hakkı olduğu gibi beyan etmektir. Rabbimiz, üç kuruş dünyalık menfaat karşılığında kendi dinini gizleyen kimselerin ve insanlara hakkı açıklamayan bel‘amların, Allah’ın ve tüm lanet edicilerin lanetine maruz kalacaklarını beyan ettikten sonra, onların tevbelerinin kabulü için şu şartları zikretmiştir:

إِلاَّ الَّذِينَ تَابُواْ وَأَصْلَحُواْ وَبَيَّنُواْ فَأُوْلَئِكَ أَتُوبُ عَلَيْهِمْ وَأَنَا التَّوَّابُ الرَّحِيمُ

“Ancak tövbe edip durumlarını ıslah edenler ve gerçeği açıkça ortaya koyanlar (lânetlenmekten) kurtulmuşlardır…” (Bakara, 160)

Hakkı gizleyen insanların tevbe etmelerinin yanı sıra, bir de durumlarını düzeltip ıslah etmeleri ve ayrıca gizlemiş oldukları hakkı insanlara yeniden beyan etmeleri şarttır. Sadece “biz tevbe ettik” demeleri lanetten kurtulmaları için yetmez; bir de hakkı kendilerinden gizleyerek insanları saptırdıkları gibi, işin yanlışlığını anladıktan sonra onların karşılarına çıkıp “biz, dünyalık menfaatlerimiz gereği Allah’ın dinini size olduğu gibi anlatmadık, sizi kandırıp aldattık. Dün size anlattıklarımız doğru değildi; bilakis doğru şuydu” diyerek gerçekleri beyan etmeleri gerekir. Bu olmadan hakkı gizlemenin vebalinden kurtulmak, âyetin hükmünce mümkün değildir.

 İşte tıpkı bunun gibi, Allah azze ve celle münafıkların tevbelerinin kabulü için yalnızca “tevbe ettik” demelerini yeterli görmemiş, ayrıca bir de durumlarını düzeltmelerini, Allah’a sıkıca bağlanmalarını ve dinlerini ihlâsla yaşamalarını şart koşulmuştur.

Rabbimiz her hastalığa göre özel tevbe şartları tayin etmiş ve ancak bu şartlara riayet edenlerin tevbelerinin kabul edileceğini beyan buyurmuştur.

Tüm bunlar bize göstermektedir ki, tevbeden sonra sâlih ameller işlenerek tevbenin samimiyetle yapıldığı zâhirî bir şekilde ortaya konulmalıdır.

Rabbimiz Meryem Sûresi’nde peygamberlerini anlattıktan sonra, onların ardından gelen ve namazı terk edip şehvetlerine uyan bir zümreden bahsetmektedir. Rabbimiz şöyle buyurur:

فَخَلَفَ مِنْ بَعْدِهِمْ خَلْفٌ أَضَاعُوا الصَّلَاةَ وَاتَّبَعُوا الشَّهَوَاتِ فَسَوْفَ يَلْقَوْنَ غَيًّا

“Onlardan sonra namazı terk eden[1] ve dünyevî tutkularının peşine düşen bir nesil geldi. Onlar (bu tutumlarından ötürü) büyük bir azapla karşılaşacaklardır.” (Meryem, 59)

Bu insanlar, Allah’ın kendilerine farz kılmış olduğu namazı terk edip, şehvetlerinin peşinde koşarak imanlarına muhalefet etmiş ve peygamberlerinin yolundan ayrılarak Allah’a âsi olmuşlardı. Bu nedenle de Allah onları çok elim bir azapla, yani ya can yakan bir cezayla ya da cehennemdeki nehirlerden birisi olan “Ğayya” ile cezalandıracağını bildirdi.

Sonra Rabbimiz onların durumunu bu şekilde zikretmesinin ardından, içlerinden istisna edilecek kimselerin vasıflarını beyan etti ve şöyle buyurdu:

إِلَّا مَنْ تَابَ وَآمَنَ وَعَمِلَ صَالِحًا فَأُولَئِكَ يَدْخُلُونَ الْجَنَّةَ وَلَا يُظْلَمُونَ شَيْئًا

 “Ancak tevbe eden, (yeniden) iman eden ve salih amel işleyenler başka… Onlar cennete girecekler ve hiçbir haksızlığa da uğratılmayacaklardır.” (Meryem, 60)

Görüldüğü gibi bu ayette de sadece “ben tevbe ettim” demenin hakiki bir tevbe için yeterli olmadığı zımnen vurgulanmakta ve gerçek tevbenin ancak beraberinde imanı ve sâlih ameli barındırması gerektiği ifade edilmektedir. Bu zümre, namazları bütünüyle terk edip tamamen şehvetlerinin ardına düşmekle iman dairesinden çıkmış olduğu için, onların yeniden dine dönmeleri elbette “samimi bir iman” ve bu imanın doğruluğunu teyit eden “sâlih bir amel” ile mümkün olacaktı. İşte bundan dolayıdır ki, Allah azze ve celle onların tevbesini tekrar iman edip bu imanlarını sâlih amellerle destekleme şartına bağladı. Sadece “biz tevbe ettik” demelerini yeterli görmedi.

Rabbimiz Tâhâ Sûresi’nde İsrailoğullarına, onların zımnında da biz müminlere şöyle buyurur:

وَإِنِّي لَغَفَّارٌ لِمَنْ تَابَ وَآمَنَ وَعَمِلَ صَالِحًا ثُمَّ اهْتَدَى

“Şüphe yok ki Ben, tevbe edip iman eden ve sâlih amel işleyip sonra da doğru yol üzere devam eden kimse için son derece affediciyim.” (Tâhâ, 82)

Bu ayette de sadece söz ile “tevbe ettim” demenin Allah’ın affetmesi için yeterli olmayacağı zımnen vurgulanmakta, tevbenin gerçek bir tevbe olduğunun ancak beraberinde iman, sâlih amel ve hidayete uygun bir hayat sürdürmekle bilinebileceği ifade edilmektedir.

Rabbimiz Mü’min Sûresi’nde Meleklerin iman edenler için şöyle dua ettiklerini haber vermektedir:

الَّذِينَ يَحْمِلُونَ الْعَرْشَ وَمَنْ حَوْلَهُ يُسَبِّحُونَ بِحَمْدِ رَبِّهِمْ وَيُؤْمِنُونَ بِهِ وَيَسْتَغْفِرُونَ لِلَّذِينَ آمَنُوا رَبَّنَا وَسِعْتَ كُلَّ شَيْءٍ رَحْمَةً وَعِلْمًا فَاغْفِرْ لِلَّذِينَ تَابُوا وَاتَّبَعُوا سَبِيلَكَ وَقِهِمْ عَذَابَ الْجَحِيمِ

“Arş’ı taşıyanlar ve onun çevresinde bulunanlar (melekler) Rablerini hamd ederek tesbih ederler, O’na iman ederler ve iman edenler için (şöyle diyerek) bağışlanma dilerler: Rabbimiz! Senin rahmetin ve ilmin her şeyi kuşatmıştır. Şu hâlde Sen tevbe eden ve senin yoluna ittiba edenleri bağışla ve onları cehennem azâbından koru.” (Mü’min, 7)

Bu ayette de Allah’ın affedip bağışlaması istenen mü’minler, sadece tevbe edenler değil, tevbelerinin yanına bir de Allah’ın yoluna ittiba etme vasfını ekleyenlerdir. “Allah yoluna ittiba” vasfı, sözlü tevbenin amelî tevbe ile desteklenmesinin bir göstergesidir.

Bu manada daha birçok ayet zikretmek mümkündür. Mesela Nahl Sûresi 119, Âl-i İmrân Sûresi 86-89, Nûr Sûresi 4,5 bu ayetlerden bazılarıdır. Her birinde de tevbenin hemen peşi sıra, onun doğruluğunu ispat edecek bazı amelî şartlar zikredilmiştir.

Tüm bu ayetler ortak olarak bize şu mesajı vermektedir: Bir kişi “ben tevbe ettim” diyorsa, bu iddiasını fiilleri ile ispatlamalı ve bu sözü söyledikten sonraki hâlinin, söylemeden önceki hâlinden daha düzgün olduğunu zâhiren göstermelidir. Ve yine böyle diyen bir kişi, bu sözün içeriğini sâlih amellerle desteklemelidir ki, bu sözü havada kalmış olmasın.

Evet, yukarıda kısa kısa izahlarıyla beraber zikrettiğimiz tüm ayetler, bize bu mesajları vermektedir. Bu ayetleri okuyan Müslümanlar olarak, dillerimizle ilan ettiğimiz tevbelerimizi amellerimizle de desteklemeli ve samimi olduğumuzu yapacağımız güzel amellerimizle ortaya koymalıyız. Ta ki hem Rabbimiz, hem de etrafımızdaki iman ehli kardeşlerimiz bizim tevbemizde samimi olduğumuzu bilsinler.

“De ki: ‘Amel edin bakalım! Allah da, Rasûlü de, mü’minler de sizin amel(ler)inizi görecektir…” (Tevbe, 105)

*  *  *

KÖTÜLÜĞÜN ARDINA ONU YOK EDECEK BİR İYİLİK YAP!

Efendimiz sallallahu aleyhi ve sellem de –tıpkı biraz önce zikrettiğimiz Kur’ân ayetlerinin vurguladığı gibi– kötülük işlendiğinde kuru kuruya “tevbe ettim” demek yerine, onu ortadan kaldıracak sâlih ameller işlenmesi gerektiğine dikkat çekmiş ve ashabını buna teşvik etmiştir. Hadis kitaplarında bunu destekleyecek birçok rivayet bulmak mümkündür; ama herkesin bilip, çokça duyduğu bir hadis olduğu için biz sadece şu rivayeti zikrederek meselemizi delillendirmeye çalışacağız. İmam Tirmizî’nin rivayet ettiğine göre Efendimiz sallallahu aleyhi ve sellem şöyle buyurur:

“Her nerede olursan ol, Allah'tan kork! Kötülüğün hemen ardına bir iyilik yap ki, onu silsin. Ve insanlara güzel ahlakla muamele et.” (Tirmizî)

Bu hadis, her Müslümanın kulağına küpe yapması gereken geniş ve engin anlamlı müthiş bir hadistir.

Bu hadisin hükmüne göre, bir Müslüman günah işlediğinde ilk olarak; hemen onun ardına o günahı yok edecek bir iyilik ortaya koymalıdır. Çünkü Rabbimizin de buyurduğu gibi, iyilikler kötülükleri giderir. (Bkz: Hûd, 114)

Sahabeden birisi nefsine uyarak bir kadını öper. Ama günahın ızdırabı içini yer. Bir türlü yerinde duramaz ve ‘arınmak için’ hemen Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem’e gelerek durumu haber verir. Onun bu samimiyeti, gökten vahyin inmesine sebep olur ve: “Gündüzün iki yanında ve gecenin gündüze yakın saatlerinde namaz kıl. Şüphesiz iyilikler kötülükleri giderir” (Hûd, 114) mealindeki âyet-i kerime nâzil olur. O sahabî:

—Bu sadece bana mı hastır ya Rasûlallah, der.

Bunun üzerine Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem:

—(Hayır), ümmetimin tamamı içindir, buyurur. (Bkz: Buharî ve Müslim)

Başka rivayetlerden öğrendiğimize göre bu sahabî, Allah Rasûlü ile cemaatle namaz kılmıştır. Günahının hemen ardına, belki de sırf günahına keffâret olur ümidiyle Müslümanlarla cemaatle namaz kılması, işlemiş olduğu mezkûr günahına kefaret sayılır.

Ve bu hüküm, kıyamete kadar tüm mü’minlere bir müjde olarak devam eder, gider…

İşte, tıpkı bu sahabînin yaptığı gibi bir Müslüman da günah işlediği zaman hemen o günahı silecek ve eserini Allah’a affettirecek sâlih ameller ortaya koymalı, halkımızın yaptığı gibi kuru kuru ‘tevbe, tevbe’ demekle yetinmemelidir. Ve Müslüman bilmelidir ki, günahının ardına işlediği bu sâlih amel, inşâallah yaptığı kusurlara ve hatalara keffâret olacaktır.

*  *  *

SAHABE DE TEVBESİNİ SÂLİH AMELLERLE DESTEKLERDİ

Sahabenin hayatını gözden geçirenler, onların günah işledikten sonra tevbelerinin kabul edilmesi için hemen sâlih amellere sarıldıklarını görürler. Kitaplarımızda bu konuda onlarca örnek bulmamız mümkün olmakla birlikte, biz, herkes tarafından bilinen bir kıssa olduğu için Kâ’b b. Mâlik radıyallahu anh’ın Tebuk Gazvesi’nden geri kalış hikâyesini ve sonrasında bu günahından nasıl tevbe ettiğini kısaca zikretmeye çalışacağız.

Bilindiği üzere Kâ’b b. Mâlik radıyallahu anh, sahabenin en hayırlılarından, Ensâr’ın en yiğitlerindendi. Akabe’de Allah Rasûlü sallallahu aleyhi ve sellem’e her şeyini feda edeceklerine, gerekirse ölümü bile göze alacaklarına dair bey’at edenlerdendi. Bedir hariç diğer bütün savaşlara Rasûlallah sallallahu aleyhi ve sellem ile birlikte katılmış ve her savaşta yiğitçe düşmana karşı koyarak Akabe’de verdiği sözü yerine getirmişti.

Ta ki Tebuk Gazvesi vuku bulana dek…

Tebuk Gazvesi vuku bulduğunda Kâ’b b. Mâlik dünyalıklara meyletmiş ve olgunlaşan meyveleri hasat etme sevdası onu bu mübarek gazadan alıkoymuştu. Bu hususu bizzat kendisi şöyle dile getirir:

“Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem bu gazveyi meyvelerin ve gölgelerin çok tatlandığı bir mevsimde yapmıştı. Ben de bunlara pek düşkündüm. Rasûlullah ile Müslümanlar savaş hazırlığına başladılar. Ben de onlarla birlikte savaşa hazırlanmak için çıkıyor, fakat hiçbir şey yapmadan geri dönüyordum. Kendi kendime de ‘Canım, ne zaman olsa hazırlanırım’ diyordum. Günler böyle geçti, gitti... Herkes işini ciddi tuttu ve bir sabah Peygamberimizle birlikte Müslümanlar erkenden yola çıktılar. Ben ise hâlâ hazırlanmamıştım. Yine sabah evden çıktım, hiçbir şey yapamadan geri döndüm. Hep aynı şekilde davranıyordum. Savaş henüz başlamamıştı, ama mücâhidler bir hayli yol almışlardı. Yola çıkıp onlara yetişeyim dedim, keşke öyle yapsaymışım! Bunu da başaramadım…

Kâ’b radıyallahu anh, bu şekilde İslam’ın en zor savaşlarından birisi olan Tebuk Gazvesi’nden geri kalmış ve Rasûlallah sallallahu aleyhi ve sellem’e verdiği sözü bozarak büyük bir günahın içine düşmüştü.

Tebuk Gazvesi umumî bir seferberlik anlamı taşıdığı için, çok ciddi özürleri olanlar dışında kimsenin geri kalmasına izin verilmemişti. Ama Kâ’b radıyallahu anh, buna rağmen bu savaştan geri kalmış ve Allah ve Rasûlünün emrine muhalefet etmişti.

Efendimiz sallallahu aleyhi ve sellem, Medine’ye gelince savaşa katılmayan ve neredeyse tamamını münafıkların oluşturduğu insanların tek tek özürlerini dinledi. Hiçbirisine bir şey demediği gibi, özürlerini de kabul etti. Çünkü onlar münafıktı ve yalan söyleyerek özür beyanında bulunmuşlardı. Ama münafık olmayan ve aslen ihlâsla iman etmiş olan birkaç kişinin özürlerini ise kabul etmedi. Onların işini Allah’a havale ederek, haklarında verilecek hükmü Allah’a bıraktı. Bütün Müslümanlara onlara tavır koymalarını, hatta selamlarını dahi almamalarını emretti.

Çünkü Kâ’b ve beraberindeki bu birkaç sahabî, gerçekten doğru söylemişler ve sırf nefislerine uyarak bu cihad hareketinden geri kaldıklarını beyan etmişlerdi.

Neticesinde Müslümanlar onlara tavır aldılar ve ayetin ifadesiyle dünya tüm genişliğine rağmen kendilerine dar geldi.

Böyle böyle tam elli gün geçti. Ellinci günün sabahına gelince, Allah azze ve celle Tevbe Sûresi’nden bazı ayetler indirerek onların tevbelerini kabul ettiğini beyan buyurdu. Şöyle diyordu o ayetlerde:

“Savaştan geri kalan üç kişinin de tövbelerini kabul etti. Yeryüzü bütün genişliğine rağmen onlara dar gelmiş, vicdanları da kendilerini sıktıkça sıkmış, böylece Allah’tan yine O’na sığınmaktan başka çare olmadığını anlamışlardı. Sonra (eski hâllerine) dönsünler diye, onların tövbelerini de kabul etti. Şüphesiz Allah, tövbeyi çok kabul eden ve çok merhamet edendir. (Tevbe, 118)

Kâ’b radıyallahu anh, affedildiğine dair müjdeyi alınca soluğu hemen Efendisinin yanında aldı ve tevbesinde samimi olduğunu ispat sadedinde şu müthiş cümlelerini sarf etti:

—Yâ Rasûlallah! Tevbemin kabul edilmesine şükran olarak bütün malımı Allah ve Rasûlüne (fakirlere dağıtılmak üzere) vermek istiyorum.

Bunu duyan Efendimiz aleyhisselam:

—Malının bir kısmını dağıtmayıp elinde tutman senin için daha hayırlı olur, buyurarak bütün malından vazgeçmesine müsaade etmedi.

 Kâ’b radıyallahu anh, tevbesinde samimi olduğunu fiilen ispat etmek için sadece malını sadaka olarak vermekle yetinmedi, aksine daha fazla sâlih amel ortaya koyarak bu konuda çok ciddi olduğunu göstermek istedi ve şöyle dedi:

“Yâ Rasûlallah! Yüce Allah beni ancak doğru söylemem sebebiyle kurtardı. Tövbemin kabul edilmesi sebebiyle, artık yaşadığım sürece sadece doğru söz söyleyeceğim!” (Buhârî ve Müslim)

Acaba Kâ’b radıyallahu anh bu sözüne muhalefet etmiş ve ömrünün kalan kısmında hiç yalan söylemiş midir?

Ne mümkün!

Çünkü o, samimiyetle Allah’a tevbe etmişti, Allah da onu yalan söyleme kötülüğünden korumuştu.

Yıllar sonra bu kıssayı anlattığı insanlara söylemiş olduğu şu söz, onun, tevbesinde ne kadar samimi olduğunun bir nişanesidir:

“Yemin ederim ki, Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem’e o sözleri söylediğim günden bu yana bilerek hiç yalan söylemedim. Kalan ömrümde de Allah’ın beni yalan söylemekten koruyacağını umarım.” (Buhârî, Müslim)

Kâ’b radıyallahu anh’ın kıssasındaki bu bölüm, konumuzu en iyi şekilde özetleyen pratik delillerdendir.

Görüldüğü gibi Kâ’b radıyallahu anh günahından tevbe etmek istediğinde sadece sözlü olarak “tevbe ettim” demekle kalmamış, tevbesinin ardına farklı sâlih amellerde bulunarak sözünü fiili ile desteklemiştir.

Kâ’b radıyallahu anh’ın kıssasında sözlü tevbenin iki sâlih amelle desteklendiğini görüyoruz:

1- Allah yolunda sadaka vermek.

2- Ömür boyu doğru söyleyeceğine dair ahdetmek.

İşte onun bu tavrını konu edinen mezkûr rivayet, izah etmeye çalıştığımız meselemizi fiilî olarak destekleyen en güzel delillerindendir.

Buna göre bir Müslüman herhangi bir günah işlediğinde sadece “tevbe ettim” demekle kalmamalı, günahından sonra ona keffaret olacak sâlih ameller ortaya koyarak tevbesinde ihlâslı olduğunu Rabbine göstermeye çalışmalıdır. Tıpkı Kâ’b b. Mâlik gibi…

KEFFARET OLACAK SÂLİH AMELİNİ İTİNA İLE SEÇ

Bir günahın pençesine düşmüşsen, ondan kurtulmak için işlediğin o günahı affettirmeye denk sayılabilecek iyilikler yap. Örneğin: Eğer kimsenin seni görmediği bir yerde günah işlemişsen, Allah’ın seni affetmesi için yine kimsenin seni görmediği yerde sâlih amel işle.

Alenî olmayacak şekilde yardımlarda bulun.

Sağ elinin verdiğini sol elin bilmeyecek kadar gizli bir şekilde fakirleri sevindir.

Gecenin zifir karanlığında, hanımının bile seni görmediği bir kuytuda teheccüd namazı kıl.

Ve zikredemeyeceğimiz daha nice gizli amel…

Selman radıyallahu anh der ki:

“Bir kötülüğü gizlice işlemişsen, (hemen) gizlice bir iyilik işle. Bir kötülüğü açıktan işlemişsen, (hemen) açıktan bir iyilik yap ki, bu onu dengelesin.”[2]

Unutma ki bizden önce yaşamış sâlih insanlar; kendilerine özgü, hiç kimsenin bilmediği, hatta ailesinin, çocuklarının ve en yakınlarının bile haberdâr olmadığı “gizli amellerinin” olmasını çok severlerdi. Sen de onları kendine rehber edin ve sana özgü “gizli ameller” bul. Böylelikle gizli işlediğin günahlara keffâret olacak bir amel yapmış olursun.

Şayet herkesin seni görebileceği bir yerde, yani alenî olarak günah işlemişsen, o zaman da –riyaya düşmemek şartıyla– sâlih amelini herkesin görebileceği bir yerde işle. Mesela:

• Birisine zulmetmişsen, git, zulmüne şahit olmuş olan insanların yanında karşı tarafa hakkını iade et.

Sakalını kesmişsen, sakal bırak.

Dar giyinerek fitneye sebep olmuşsan, bol giyinerek o fitneyi yok et.

Ta ki bu, günahının hakkıyla affedilmesi için yeterli bir sebep olmuş olsun.

Ayrıca işleyeceğin sâlih amelin, günahına “mukâbil” olmasına da özen göster. Çünkü karşılık, yapılan amelin cinsinden olmalıdır. Hangi tür günah işlemişsen, affedilmek için yapacağın sâlih amelin de o türden olsun. Veya diğer bir ifadeyle; hangi cins kötü amele bulaşmışsan, onun karşısında yer alan ve ona mukâbil sayılan sâlih ameli bul ve onu işle. Bil ki bu, bağışlanmanı daha da kolay hâle getirecektir. Örneğin:

Eğer şirke düşürücü bir amel işlemişsen, tevhidini yenile ve ona sımsıkı sarıl.

Şayet bid’at olan bir amel işlemişsen, o zaman Sünnete dört elle sarıl ve Rasûlullah’a ittibânı hakkıyla yerine getir.

Ana-babana isyan etmişsen, onlara iyilik yap.

Zulmetmişsen, adaletli davranmaya çalış.

Kulağına haram sözler girmişse, ona helal olan sözleri veya Kelamullah’ı dinlettir.

Dilin bâtıl sözler konuşmuşsa, bol bol hakkı zikrettir.

Ayağın bâtılda koşuşturmuşsa, onu Allah yolunda tozlandır.

Ve bunun gibi zikredemeyeceğimiz daha nice mukâbili olan sâlih ameller…

Sen böyle yaptığında günahının affedilip iyiliğe çevrilmesi daha çok umulur.

Âlimlerimiz ne de güzel demişler: İşlenilen kötülük ne ise, iyiliğin de o cinsten olması güzel olur. Örneğin: Eğer kötülük bir “söz” ise, o zaman yapılan iyiliğin de sözlü olması; şayet kötülük bir “amel” ise o zaman yapılan iyiliğin de amelî olması güzel olur. Böyle olursa bağışlanmak ve Allah’ın mağfiretine uğramak daha kolay olur.

TEVBEDEN SONRA YAPACAĞIN SÂLİH AMELLER,

TEVBENİN KABULÜNÜN BİR İŞARETİDİR

Kalbin hâlleriyle uğraşan ve kendilerine rahatlıkla “gönül doktoru” vasfını verebileceğimiz İslam âlimleri, Kur’ân ve Sünnetin onlarca nassını tedkîk ettikten sonra şu müthiş kaideyi çıkarmışlardır:

جزاء الحسنة الحسنة بعدها، و جزاء السيئة السيئة بعدها

“Bir iyiliğin mükâfatı onun ardından başka bir iyilik yapmak; bir kötülüğün cezası da onun akabinde başka bir kötülüğe bulaşmaktır.”

Bu söz, Selef’ten bazı büyüklere de nispet edilmiştir.[3]

Zübeyr b. Avvam radıyallahu anh’ın şöyle dediği nakledilmiştir:

“Bir adamın güzel bir amel işlediğini gördüğünde, bil ki onun yanında buna benzer başka amelleri de vardır. Bir adamın da kötü bir amel işlediğini gördüğünde, yine bil ki onun yanında buna benzer başka kötü amelleri vardır. Güzel amel, başka güzel amelin varlığına, kötü amel de başka kötü amelin varlığına işaret eder.”[4]

Süleyman ed-Dârânî rahimehullah şöyle der:

“Kim gündüzünü güzel geçirirse, gecesinde mükâfatlandırılır. Kim gecesini güzel geçirirse, gündüzünde mükâfatlandırılır.”[5]

Şimdi bu kuralımızı biraz daha anlaşılır bir şekilde şöyle ifade edelim: Güzel bir amelin ardından işlenen benzeri güzel bir amel, önceki amelin mükâfatıdır. Yani Allah o güzel amelden hoşnut olduğu için başka güzel ameller işlemeyi o kimseye nasip etmiştir. Aynı şekilde bir günahın ardından işlenen diğer günah da önceki günahın cezasıdır. Yani Allah o kötü amelden razı olmadığı ve sahibine gazaplandığı için başka kötü amellerin kapısını ona açmıştır.

Bu kuralın doğruluğunu sen de hayatında tecrübe edebilirsin. Sâlih amelleri işlemeye başladığında, diğerlerinin de –sen istesen de istemesen de– yağmur gibi sana isabet ettiğini göreceksin. Buna mukabil kötü amelleri işlemeye başladığında, diğerlerinin de ister istemez seni bulduğunu müşahede edeceksin. Bu, denenmiş, tecrübe edilmiş bir husustur.

“el-mücerreb, lâ yücerreb /denenen bir daha denenemez”

Uhud günü bazı sahabîlerin Okçular Tepesi’ni terk edip savaştan kaçmaları, bu kuralımızın en güzel delillerindendir. Onlar, işlemiş oldukları bazı günahlar nedeniyle –ki bu günah muhtemelen ganimet toplama derdiyle Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem’in ‘yerlerinizden ayrılmayın’ emrine muhalefet etmeleriydi– o gün meydandan kaçmak gibi bir hatanın içerisine düşmüşler ve neticesinde onlarca değerli sahabînin ölümüne, Allah Rasûlü’nün de yaralanmasına sebep olmuşlardı. Rabbimiz, Kitabı’nda bu konuya şöyle temas eder:

إِنَّ الَّذِينَ تَوَلَّوْا مِنكُمْ يَوْمَ الْتَقَى الْجَمْعَانِ إِنَّمَا اسْتَزَلَّهُمُ الشَّيْطَانُ بِبَعْضِ مَا كَسَبُوا  وَلَقَدْ عَفَا اللَّهُ عَنْهُمْ  إِنَّ اللَّهَ غَفُورٌ حَلِيمٌ

(Uhud'da) iki ordunun karşılaştığı gün, içinizden kaçıp gidenleri, sırf işledikleri bazı hatalar yüzünden şeytan (yerlerinden) kaydırmıştı. Yine de Allah onları affetti. Çünkü Allah, çok bağışlayıcıdır, Halîm olandır.” (Âl-i İmrân, 155)

Altı çizili yeri dikkatle bir daha oku!

Görüldüğü üzere onların savaştan kaçmaları, işlemiş oldukları bazı günahlara bağlanmıştır.

İşte ayetteki bu ince nokta, bizlere, İslam âlimlerinin zikretmiş olduğu kaidenin doğruluğunu göstermektedir. Buna göre bir kötülük, zorunlu olarak başka bir kötülüğü doğurur. Tıpkı bazı sahabîlerin önceki günahlarının, daha sona savaştan kaçma günahını doğurduğu gibi…

Konumuz, tevbenin ardına sâlih ameller işlemek ve bununla tevbemizde samimi olduğumuzu Rabbimize göstermek… Şimdi gelin, üstte zikretmiş olduğumuz kuralı konumuza uyarlayarak anlamaya çalışalım:

Eğer sen, işlemiş olduğun günahtan hakkıyla pişmanlık duymuş ve tevbeni Rabbine kabul ettirmeyi becerebilmişsen, Rabbin bu tevbene mükâfat olmak üzere sonrasında sâlih ameller işlemeyi sana nasip edecek ve onların yapılmasını sana kolaylaştıracaktır. Hani dedik ya, “kul tevbesini mutlaka sâlih amellerle desteklemelidir” diye, işte o sâlih amelleri yapabilmek için evvela tevbeyi Allah’a kabul ettirmek gerekir. Allah tevbeyi kabul etti mi, zaten sâlih ameller işlemeyi kuluna kolaylaştıracaktır.

Ama eğer sen tevbeni Rabbine kabul ettirmeyi becerememişsen, o zaman Rabbin –eğer özel bir murâdı yoksa– bu seyyiene karşılık olmak üzere sâlih amellerle senin arana engeller koyacak ve iyi işler yapmanı sana nasip etmeyecektir.

Bu nedenle, eğer tevbe ettikten sonra ortaya sâlih ameller koymak istiyorsan, mutlaka tevbende ihlâslı olmalı ve onu Rabbine kabul ettirmeyi becermelisin. Şayet Rabbin onu kabul ederse, sen irade etmesen bile sâlih ameller işlemeye seni muvaffak kılacak ve farkına varmasan da güzel amelleri ayağına getirecektir. Zira bir iyiliğin mükâfatı onun ardından yapılan başka bir iyiliktir.

*  *  *

Değerli kardeşim, bu makalemizde sana özlü bir şekilde tevbenin mutlaka sâlih amellerle desteklenmesi gerektiğini ve ardında sâlih amelleri olmayan tevbelerin kuru bir iddiadan ibaret olacağını anlatmaya çalıştık. Umarız, işlemiş olduğun günahlarının affedilmesinde bu makalede anlatmaya çalıştıklarımızın bir etkisi olur.

Rabbim bizi ve seni affettiği kullarından eylediği gibi, tevbelerini sâlih amellerle destekleyerek kendilerini Rablerine bağışlatmayı becerebilen bahtiyar kullarından kılsın.

“De ki: Ey (günah işleyerek) nefislerine karşı haddi aşan kullarım! Allah’ın rahmetinden ümit kesmeyin. Şüphesiz Allah bütün günahları affeder. Çünkü O, çok bağışlayandır, çok merhamet edendir.” (Zümer, 53)

İbrahim Gadban

 

 



[1] Bu ayette, namazı bütünüyle terk edenlerin dinden çıkmış olabileceklerine latîf bir işaret vardır; çünkü bir sonraki ayette böylelerinin tevbesinin ancak yeniden iman etmeleriyle mümkün olacağı ifade edilmiştir. “Ancak tevbe eden, (yeniden) iman eden ve salih amel işleyenler başka…” (Meryem, 60) Eğer namazı bu şekilde terk etmek küfür olmasaydı, Allah onların tevbesi için “iman” şartını zikretmezdi. Yine de Allah en iyisini bilir.

[2] İbn Ebî’d-Dünya, Kitabu’t-Tevbe, 151 numaralı rivayet.

[3] Hasan-ı Basrî rahimehullah bunlardan biridir.

[4] A.g.e. 2/349.

[5] İbnu’l-Cevzî, Sıfatu’s-Safve, 2/384.

Okunma Sayısı:11101