“Onlar, Kur’ân (ayetlerini) hiç düşünmezler mi, yoksa kalpleri üzerinde kilitler mi var?” (47/Muhammed, 24)

DIŞ TESETTÜRDE “RENK” MESELESİ

 


بسم الله الرحمن الرحيم

Rahmân ve Rahîm Olan Allah’ın Adıyla…

Son dönemlerde çarşı, pazar gibi umumun kullandığı mekânlarda rengârenk, birbirinden farklı ve son derece dikkat çekici çarşaf ve peçelerle dolaşan hanımefendilerin varlığının artması hepimizin malumu. Bu hanımefendilerin düne kadar hiç görmediğimiz, duymadığımız ve şahit olmadığımız tesettür biçimleri, yeni yeni tartışmaların alevlenmesini ve insanların onlar hakkında konuşmalarını da beraberinde getirmiştir. Özellikle geçenlerde sosyal medya üzerinden yapmış olduğum bir paylaşım ve bu paylaşıma gelen haklı ve haksız tepkiler, bu meselenin vuzûha kavuşturulması gerektiğini ve bu konuda ümmetin âcil bir nasihate ihtiyaç duyduğunu bir kere daha ortaya koymuştur.

Bu kısa makalemizdeki yegâne amacımız; öncelikle bu konunun doğru anlaşılmasını sağlamaya çalışmak, sonrasında da gerek bu tarz kıyafetler giyen bacılarımıza, gerekse bu konuda malumat sahibi olmak isteyen diğer kardeşlerimize samimi bir nasihatte bulunmaktır. Bunu becerebilirsek, yazımız amacına ulaşmış demektir. Yardım ve başarı yalnız Allah’tandır.

***

Değerli bacım, Müslüman bir bayanın kıyafetinin nasıl olması gerektiğini anlatmadan önce, çok önemli gördüğümüz şu iki hususu hatırlatarak yazımıza başlamak istiyoruz:

1) Bilmelisin ki kadın çekiciliği ve câzibesi ile yaratılmıştır. Ve bir erkek için kadının çekiciliği, neredeyse diğer tüm dünyevî çekiciliklerden önce gelir. Ama üzülerek söylemeliyiz ki bayanların geneli bu hakikatin çok da farkında değildirler. Oysa fıtratı bozulmamış bir erkek için ‘kadın’ demek, dünyevî birçok şeyden; örneğin maldan, mülkten, çoluktan, çocuktan, tarladan, tapandan çok daha önemli, çok daha öncelikli demektir. Bunun böyle olduğunun en büyük delili Rabbimizin şu ayetidir:

Kadınlar, oğullar, yük yük altın ve gümüş, salma atlar, davarlar ve ekinler gibi nefsin şiddetle arzuladığı şeyler insana süslü gösterildi. Bunlar dünya hayatının geçimliğidir. Oysa asıl varılacak güzel yer ancak Allah’ın katındadır.” (Âl-i İmran, 14)

Bu ayetteki sıralama, öyle rastgele, gelişi güzel yapılmış bir sıralama değildir. Bu sıralamada her şeyi en ince ayrıntısına kadar bilen Rabbimiz, erkek kulları için en çok değer ifade eden sıralamayı göz önüne almış ve adeta kendilerine neleri en çok sevdiklerini hatırlatmıştır. Dikkat edilirse kadın, bir erkeğin sahip olabileceği her türlü dünyevî metadan önce ve ilk sırada zikredilmiştir.

Peki, bu bir bayan için ne anlam ifade etmelidir?

Bizce bu, bir bayan için öncelikle kendisinin erkekler nazarında her şeyden daha dikkat çekici olduğunu, sonrasında da Allah’ın izin vermediği erkeklere karşı son derece temkinli davranması gerektiğini ifade etmelidir.

İşte bir bayan bu hakikati idrak ettiğinde, dışarıda gezen erkeklerin kendisini adeta bir ‘av’ gibi gördüklerini rahatlıkla anlar ve avlanmayı bekleyen av, kendisini avlayacak yırtıcı karşısında ne kadar dikkatli ve temkinli davranıyorsa, kendisinin de aynı şekilde dikkatli ve temkinli davranması gerektiğinin farkına varır. Ve yine bu bayan, avın hareketleri avlanmayı bekleyen yırtıcının dikkatlerini nasıl üzerine çekiyorsa, kendisinden sadır olan dikkat çekici söz ve davranışların da aynı şekilde kendisini erkeklerin bakış ve iştahlarına maruz bıraktığını hisseder; bunu hissedince de kendisini daha bilinçli bir şekilde koruma altına alır.

Burada önemli olan, kadının kendisinin farkına varması, karşı cinsinin gözünde ne gibi bir yere sahip olduğunun şuurunda olmasıdır.

Bu nedenle ey bu satırlara konuk olan bacım! Şunu hiçbir zaman unutmamalısın ki sen, kapalı da olsan, tepeden tırnağa tesettüre de bürünsen, vücudunun her yerini sıkıca muhafaza da etsen “kadın olduğun için” kesinlikle etkileyicisin. Sen ‘çekicilik’ olgusuyla yaratılmış ve doğasında ‘cazibe’ bulunduran bir varlıksın. Mıknatıs, etrafındaki metalleri nasıl ki kuvvetle kendisine doğru çekerse, sen de yabancı erkeklerle karşılaştığın ortamlarda onların tüm bakış ve dikkatlerini –istemesen bile– kuvvetle üzerine çekersin. Çünkü bu, senin doğana yerleştirilmiş bir şeydir. Bu şey, sen istesen de istemesen de öz benliğinde mevcuttur.

İşte burada önemli olan senin bunun farkında olmandır.

N’olur artık bunun farkına var! Bunun farkına var ki, karşı cinsine karşı daha dikkatli davranabilesin.

Burada bu gerçeğin altını çizmemizin nedeni; sana, senin nasıl olduğunu hatırlatmak ve senin mahiyetini sana fark ettirmeye çalışmaktır. Sen bunu fark ettiğinde, bu, seni karşı cinsine karşı her konuda daha dikkatli olmaya sevk edecektir.

Şimdi, bu satırları okuduktan sonra başını ellerinin arasında al ve:

• Acaba ben, gerçekten de erkekler nazarında böylesine etkileyici ve dikkat çekici bir varlık mıyım?

• Gerçekten de ben, örtülü olmama rağmen erkeklerin bakışlarını üzerime çekecek kadar dikat-i câlip miyim, diye bir düşün…

Sen bunları düşünüp, etrafına akseden yansımalarını fark ettiğinde, kendinin ne kadar çekici bir yaratılışa sahip olduğunu anlayacak veya en azından bunun farkına vararak daha hassas, daha dikkatli ve daha erdemli davranmaya başlayacaksın. Bu nedenle n’olur bu noktayı asla basite alma!

2) Müslüman erkeklerin geneli açık-saçık kadınlardan daha çok, kapalı ve tesettürlü kadınlardan etkilenmektedir. Kapalı ve tesettürlü kadınların câzibesi, Müslüman bir erkeğin nazarında açık kadınların câzibesinden kat be kat daha fazladır. Bir markete gittiğimizde kabuğu soyulmuş bir meyve mi daha çok ilgimizi çeker, iştahımızı kabartır yoksa kabuğu soyulmamış, yaratılışına uygun vaziyette duran meyve mi?

Hangisi?

Elbette ki fıtratı üzere bulunan, soyulmamış meyve daha çok ilgimizi çeker, iştahımızı kabartır.

Bu, karşı cins için de hemen hemen geçerli bir örnektir.

İşte bu nedenle Allah’ın emri gereği örtünen bacılarımızın kendilerine daha çok dikkat etmeleri, Müslüman erkeklerin bu yönlerinin farkında olarak daha fazla hassasiyet göstermeleri gerekmektedir. Eğer bacılarımız buna dikkat etmeyerek Müslüman erkekleri tahrik edecek davranışlarda bulunacak olurlarsa, o zaman iki suç birden işlemiş olurlar:

a) Allah’ın emrine uygun hareket etmedikleri için Allah hakkında bir suç.

b) Bir insanı tahrik ederek kul hakkı ihlali yaptıkları için insan hakkında bir suç.

İşte bu nedenle Müslüman bir bayan, özellikle İslamî hassasiyeti olan erkeklerin bulunduğu ortamlara geleceğinde çok daha dikkatli olmalı, söz ve davranışlarına daha fazla özen göstermelidir.

Değerli bacım, yazımıza bizce çok önemli olan bu iki hatırlatmayı yaparak başladık; zira bu hakikatleri kavrayamayan bir bayanın, öncelikle İslam’ın kendisi için koyduğu kıyafet âdabının ne manaya geldiğini ve giyim-kuşam noktasında niçin bir takım sınırlandırmaların bulunduğunu anlaması, sonrasında ise niçin erkekler karşısında bu kadar dikkatli olması gerektiğinin farkına varması asla mümkün değildir. Bundan dolayı bu iki hatırlatma, konunun gereği gibi anlaşılması açısından çok önemlidir.

Bu hatırlatmaların ardından asıl konumuz olan renkli çarşaf veya peçe giymenin hükmünü anlatmaya ve kısaca da olsa İslam’ın senin için uygun gördüğü dış kıyafet âdabının nasıl olması gerektiğini zikretmeye geçebiliriz.

Renkli Çarşaf veya Peçe Giymenin Hükmü

Değerli bacım, bu makalemizde önce konuyu anlatıp sonra hükmü zikretmek yerine, önce hükmü zikredip sonrasında konunun detayını anlatmaya çalışacağız. Ta ki bu sayede konu daha net bir biçimde anlaşılsın ve yazının önemli diğer satırları daha dikkatle okunsun.

Bilmeliyiz ki Kur’ân ve Sünnet, Müslüman bir kadının dış tesettüründe, yani çarşaf, burka ve peçesinde açıkça bir renk hükmü koymamıştır. Yani siyahın, kahverenginin, lacivertin, beyazın veya diğer renklerin birbirlerine her hangi bir üstünlüğü yoktur. Buna göre Müslüman bir hanımefendi dış tesettüründe siyahı tercih edebileceği gibi, kahverengiyi de tercih edebilir. Laciverti giyebileceği gibi, gri rengi de giyebilir. Bu noktada herhangi bir yasak, her hangi bir haramlık söz konusu değildir.

Evvelemirde bu hükmü böylece bilmek gerekir.

LÂKİN…

Bizim, Müslüman bir hanımefendinin dış tesettüründe farklı renkleri tercih edebileceğini söylememiz, elbette ki bunun her şart ve her ortamda caiz olduğu anlamına gelmez; çünkü her konuda belirleyici hükümler koyan aziz dinimiz, bu konuda da belirleyici hükümler koymuş ve meselenin lastik gibi sağa sola çekilmemesi için konuyu çevreleyen bazı mühim şartlar getirmiştir. Nasıl ki haramların istisnaî durumları varsa, helallerin de müstesna kabul edileceği alanları vardır. Buna göre Müslüman kadının dış kıyafetinde renk şartı olmamakla birlikte, birilerinin bunu keyfemâyeşa kullanabileceği şekilde geniş bir özgürlük alanı da yoktur. Renkli giyinmek çok mühim şartlarla mukayyeddir. Şimdi gelin, hep birlikte öncelikle bu şartlar nelerdir bunu öğrenelim, ardından da Türkiye’de birilerinin terviç etmeye çalıştığı allı-morlu çarşaf modellerinin ne kadar bu şartlara uyduğunun sağlamasını yapalım.

İSLAM’A GÖRE KADININ DIŞ KIYAFETİNDE ARANAN ŞARTLAR

İslam, kadınların dış kıyafetlerinde bazı şartları öngörmüş ve bu şartları haiz olmayan kıyafetlerin giyilmesinin asla caiz olmayacağına hükmetmiştir. Bu şartlar, konuyla alakalı te’lifte bulunan âlimlerimizin beyanına göre şunlardır:

  Giyilen çarşaf, nikap, burka veya peçenin her şeyden önce kendi özünde “ziynet/süs” olmaması gerekir. (ألا يكون زينة في نفسه)

Buna göre, Müslüman bir hanımın giydiği dış kıyafet eğer kendi içinde bir ziynet barındırıyor ve bakanların bir daha bakmasına, etkilenmesine, ilk bakışta kadın hakkında olumsuz düşüncelere kapılmasına sebep oluyorsa, bu durumda bu dış elbisenin giyilmesi –rengi siyah bile olsa– caiz değildir. Çünkü kadının en temel sorumluluklarından bir tanesi, nâmahrem erkeklere süslerini göstermemesidir. Bu konuda Rabbimiz şöyle buyurur:

وَلَا يُبْدِينَ زِينَتَهُنَّ

“…ve ziynetlerini göstermesinler…” (Nûr Sûresi, 31)

Bazı bacılarımızda gördüğümüz şekliyle; dış kıyafete dikkatleri uyandırır nitelikte ek süslerin yapılması, renkli veya parlak simlerin iliştirilmesi, zıt renklerde çiçek motifleri dikilmesi ya da ışıklı ortamlarda parlaklık veren, ani hareketlerde bir anda parıldayan aparatların eklenmesi bu kapsamdadır. Bu tür dikkat çeken ve erkeklerin ani bakışlarına neden olan ziynetli çarşaf, peçe, burka yahut eldivenlerin giyilmesi asla caiz değildir. Zikrettiğimiz ayetin hükmüne göre bu tür ziynetlerin erkeklere teşhir edilmesi haramdır; Allah’a hesap verme şuurunda olan mümine hanımların bundan şiddetle sakınması gerekmektedir.

Siyah çarşaf bile içerisinde ziynet barındırdığında helal olmuyorsa, acaba allı-morlu çarşafların hükmü nice olur?


Şu resimlerdeki çarşaf tarzını, kendi özünde ziynet barındıran kıyafet modeline örnek gösterebiliriz:

Görüldüğü üzere bu kıyafetler, içerisinde bir bayanın ancak eşine ve mahremlerine arz edebileceği simler, çiçek motifleri ve dikkat çekici renkler içermektedir. 


Giyilen çarşaf, nikap, burka veya peçenin erkeklerin intibâhını uyandıracak tarzda “dikkat çekici” olmaması gerekir. (ألا يكون ملفِتًا لأنظار الرجال)

Bir kadının dış kıyafeti, içerisinde barındırdığı renk, süs, motif veya bazı yan etkenlerden dolayı eğer nâmahrem erkeklerin dikkatini çekiyorsa, o zaman bu kıyafetin dışarıda giyilmesi helal değildir. Çünkü İslam, nâmahrem erkekleri tahrik edecek her türlü kıyafetin giyimini kadına yasaklamıştır.

Bilinmelidir ki tesettürdeki asıl gâye; kadının yabancı erkeklere karşı cinsî cazibesini gizlemek ve onda var olan etkileyiciliği, çekiciliği, güzelliği zıt cinsine karşı örtmektir. İşte bu nedenledir ki İslam, kadının kolundaki altın bileziğin gözükmesinden tutun da, dikkat uyandıran kıyafetlerin giyilmesine kadar birçok şeye sınırlama getirmiş, bunların yabancı erkeklere gösterilmesini kesin surette yasaklamıştır. Hatta yine bu sebebe binaen kadının edalı konuşmasını ve ayak sesini insanlara duyurmasını bile haram kılmıştır. Şimdi gelin, şu ayeti dikkatle okuyalım:

وَلَا يَضْرِبْنَ بِأَرْجُلِهِنَّ لِيُعْلَمَ مَا يُخْفِينَ مِن زِينَتِهِنَّ

“…Gizledikleri ziynetler bilinsin diye ayaklarını yere vurmasınlar!” (Nûr Sûresi, 31)

Ayetten anlaşıldığına göre bir kadının erkeklerin dikkatini uyandıracak tarzda yürümesi caiz değildir. Çünkü bu, –İmam Âlûsî’nin de belirttiği üzere– erkeklerin onlara meyletmesine sebebiyet verdiği gibi, onların da erkeklerde bir meyli olduğuna işaret eder. (Bkz: Rûhu’l-Meânî, 13/412) Bu nedenle asla caiz değildir.

Mesele sadece ayakları yere vurarak erkeklerin dikkatini çekme meselesi değildir; âlimlerimizin beyanına göre asıl mesele, kadınların erkeklerin dikkatlerini çekecek her türlü söz ve davranışı sergilemesi meselesidir. Yani eğer ortada fitneyi körükleyen ve şehvetleri harekete geçiren bir söz, bir hareket veya davranış varsa, bu, ayakları yere vurmaya kıyas edilir ve onun aldığı hükmü alır.

فيقاس عليه كل فعل يثير الفتنة

Eğer bir kadın ayağını yere vurarak değil, ama örneğin elbisesini süslü yaparak erkeklerin dikkatini çekerse, onun hükmü de tıpkı ayaklarını yere vurarak erkeklerin dikkati çeken kadın gibidir. Her ikisi de Allah katında günahkârdır.

Son dönemin muhakkik müfessirlerinden olan İbn Âşur, kıymetli tefsiri “et-Tahrîr ve’t-Tenvîr”de çok önemli bir noktaya dikkat çeker ve “Gizledikleri ziynetler bilinsin diye ayaklarını yere vurmasınlar” (Nûr Sûresi, 31) ayetindeki illetin, kadınların, erkeklere kendilerini hissettirecek her türlü davranışlarına şâmil olduğunu ifade eder. Üstad, bu önemli cümlesinin evvelinde de şöyle der:

 “Bu (hüküm), erkeğe kadınların çekiciliğini hatırlatan ve erkeği kadınlarda gördüğü ve duyduğu her türlü ziynet ve harekete meylettiren tüm şeylerin yasak olmasını gerektirir…”(Bkz: et-Tahrîr ve’t-Tenvîr, 18/213)

Demek ki kadınlara erkeklerin dikkatini çektiği için sadece ayaklarını yere vurmaları değil, erkekleri şehvete ve galeyana getiren her türlü davranışları da yasak kılınmıştır. Buna, dikkat çekici süslü dış kıyafetlerin dâhil olması evleviyetle mümkündür.

Eğer ayakkabıları azıcık sert vurarak erkeklerin intibâhını uyandırmak bile bu dinde caiz değilse, peki onların açıkça dikkatlerini çekecek tarzda kıyafetler giymenin, büyüleyici renklere bürünmenin hükmü ne olur?

Ayrıca kadınların dışarı çıkarken koku kullanmalarının yasak kılınması da aynı gâyeye matuftur. Normal şartlarda evinde eşine ve arkadaşlarına koku sürünerek güzel kokması caizken, dışarı çıktığında böyle bir şeyi yapması, sırf erkeklerin dikkatlerini üzerine toplayacağı için haram kılınmıştır. Hatta Efendimiz’in diliyle böylesi kadınlar “zinakâr” addedilmiştir.

“Koku sürünüp kokusunu hissetsinler diye bir topluluğun yanından geçen her kadın zinakârdır.” (Nesaî )

Tekraren vurguluyoruz; demek ki mesele, erkeklerin dikkatini çekmeme meselesidir. Erkeklerin bâriz dikkatini çeken her türlü söz, hareket, tavır, kıyafet, motif, desen, renk ve benzeri şeyler bu kapsamda değerlendirilir. Bu nedenle bacılarımızın saç topuzlarından, dışarıda kullandıkları çanta, telefon, ayakkabı ve benzeri aksesuarların tamamına azamî derecede dikkat etmeleri gerekir. Bunların her biri mülfit-i nazar olabilir. Böyle olursa da haram hükmünü alır. Yine de en iyisini bilen Allah’tır.


Şu resimlerdeki çarşaf tarzını da, erkeklerin çok rahatlıkla dikkatlerini çeken kıyafet modeline örnek gösterebiliriz:




Giyilen çarşaf, nikap, burka veya peçenin “diğer kadınlardan ayrıcalıklıyım” imajı vermemesi gerekir. Veya daha orijinal ifadesiyle “şöhret elbisesi” olmaması gerekir. (ألا يكون لباس شهرة)

Müslüman kadının elbisesinde aranan bu şart, belki de ihmal edilen en önemli şartlardan bir tanesidir. Birçok Müslüman kadın zâhiren tesettürlü olduğu halde, kendisini diğer kadınlardan ayrıcalıklı kılacak nice farklılığı rahatlıkla üzerinde teşhir edebilmektedir. Oysa insanlardan farklı olmak, onlar içerisinde onlardan ayrıştıracak kadar muhalif giyinmek İslam tarafından tavsiye edilmiş bir şey değildir. Aksine İslam böyle bir tutumu yasaklamıştır.

Bu konu hakkında Efendimiz sallallâhu aleyhi ve sellem’den nakledilen çok korkutucu hadisler vardır. Bu hadisleri okuyan bir miminin bu konuda gevşeklik göstermesi hayal dahi edilemez. Rasûlullah sallallâhu aleyhi ve sellem şöyle buyurur:

مَنْ لَبِسَ ثَوْبَ شُهْرَةٍ فِي الدُّنْيَا أَلْبَسَهُ اللَّهُ ثَوْبَ مَذَلَّةٍ يَوْمَ الْقِيَامَةِ

 “Kim dünyada şöhret elbisesi giyerse, Allah kıyamet günü ona zillet elbisesi giydirecektir.” (Ebu Dâvûd, Nesaî, İbn Mâce)

مَنْ لَبِسَ ثَوْبَ شُهْرَةٍ أَعْرَضَ اللَّهُ عَنْهُ حَتَّى يَضَعَهُ مَتَى وَضَعَهُ

 “Kim şöhret elbisesi giyerse, onu çıkarana dek ve çıkarıp koyduğu âna kadar Allah ondan yüz çevirir.” (İbn Mâce)

مَنْ لَبِسَ ثَوْبَ شُهْرَةٍ فِي الدُّنْيَا أَلْبَسَهُ اللَّهُ ثَوْبَ مَذَلَّةٍ يَوْمَ الْقِيَامَةِ ثُمَّ أَلْهَبَ فِيه نَاراً

“Her kim şöhret elbisesi giyerse, Allah ona kıyamet günü zillet elbisesi giydirir, sonra da içerisinde alevler tutuşturur.” (İbni Mâce)

Bu hadislerde bahsedilen şöhret elbisesinden kasıt; bizim Türkçe’de anladığımız şekliyle meşhurların giyindiği veya artistlerin kendisiyle hava attığı elbise türleri değildir sadece. Bununla birlikte bu elbise, âlimlerimizin belirttiğine göre kibri yansıtan, zenginliği dışa vuran, zâhidliği ifşâ eden –ve en önemlisi– insanlardan farklı olduğunu gösteren her bir elbiseyi içerisine alır. Mesela İmam Serahsî bu konuda şöyle der:

والمراد أن لا يلبس نهاية ما يكون من الحسن والجودة في الثياب على وجه يشار إليه بالأصابع ، أو يلبس نهاية ما يكون من الثياب الخَلِقِ على وجه يشار إليه بالأصابع , فإن أحدهما يرجع إلى الإسراف والآخر يرجع إلى التقتير ، وخير الأمور أوسطها

“Bununla kast edilen; kişinin parmakla gösterilecek şekilde güzellik ve kalitede son nokta olan elbiseleri giymemesidir. Ya da parmakla gösterilecek kadar çok eski/pejmürde elbiseler giymemesidir. Bunlardan birisi israfı, diğeri ise cimriliği gösterir. İşlerin en hayırlısı orta yollu olanıdır.” (el-Mebsût, 30/269)

Demek ki bir Müslümanın bu konuda toplumun örfüne riayet etmesi ve toplumun genelinin âşina olduğu kıyafet tarzlarından ve renklerinden farklısını giyerek dikkatleri üzerine çekmemesi gerekmektedir. Şeriata muhalif olmadığı sürece insanların alışık olduğu tipin dışına çıkmaması onun için en hayırlı olan yoldur. Eğer Müslüman bir kişi; toplumdan farklı olduğu imajı veren, insanların kendisine dikkatle bakmasını sağlayan, kendisini parmakla işaret ettiren ve bakışları üzerine çeken bir kıyafet giyerek belde halkına muhalefet ederse, bu durumda “şöhret elbisesi” giymiş insan kapsamında değerlendirilir ve bu da onu –Allah korusun– hadisin tehdidi alanına dâhil eder.

Nelerin şöhret elbisesi kapsamına gireceğini öğrenebilmek için hadis şârihlerinin ve fakîhlerimizin yapmış olduğu izahatlara bakmamız gerekir. Bu âlimlerimizin yaptığı tanımlara göre:

•Toplumun geleneğinin abes karşıladığı ve giyeni şaşkınlıkla izlediği her elbise “şöhret elbisesi”dir.

•Toplumun şekil ve renk olarak alışılagelenden farklı kabul ettiği her elbise “şöhret elbisesi”dir.

•İnsanları; giyen kişi hakkında konuşmaya, gıybetini yapmaya sevk eden, niçin giyindiği hakkında niyetini sorgulamaya iten her elbise “şöhret elbisesi”dir.

•İnsanları, giyen kişiyi parmakla gösterecek şekilde cezbeden her elbise “şöhret elbisesi”dir.

Bu tanımlar, konu hakkında basit bir araştırma yapan her okuyucunun karşısına çıkacağı ilk tanımlardır. Bunların haricinde de bazısı birbirine benzer, bazısı birbirinden farklı olan tanımlar bulmak mümkündür. Mesela şu tanım da âlimlerimiz tarafından yapılmış önemli tanımlardan bir tanesidir:

فثوب الشهرة هو اللباس الذي إذا لبسه الإنسان استغربه الناس لحسنه  أو الثوب الذي شكله غير مناسب للمروءة والعرف أو لونه نشاز غريب.

“Şöhret elbisesi öyle bir elbisedir ki, insan onu giydiğinde güzelliğinden dolayı insanlar onu garipser. Veya o öyle bir elbisedir ki, onun şekli/biçimi mürüvvete ve örfe uygun değildir. Ya da onun rengi alışılagelenin dışında garip bir renktir.”

Bu tanımlardan bir tanesi de şudur:

ولباس الشّهرة هو: كلّ لباس يتميّز به لابسه عن عامّة النّاس في مجتمعه سواء في لونه، أو شكله، أو نوعه، أو نفاسته، أو خِسّته، حيث يصبح به مشهورا ويشار إليه به.

“Şöhret elbisesi; renk, şekil, tarz, kalite veya düşüklüğüyle giyen kişiyi toplumundaki insanların genelinden farklı kılan her türlü elbisedir. Öyle ki kişi onunla elle gösterilen farklı birisi olur.”

İmam Şevkânî’nin naklettiğine göre İbn-i Esîr rahimehullah, şöhret elbisesine şöyle bir tanım getirmiştir:

الشهرة ظهور الشيء والمراد أن ثوبه يشتهر بين الناس لمخالفة لونه لألوان ثيابهم فيرفع الناس إليه أبصارهم ويختال عليهم بالعجب والتكبر

“Şöhret, bir şeyin açığa çıkması demektir. Bununla kast edilen; kişinin elbisesinin, renginin diğer kimselerin elbiselerinin renklerinden farklı olması sebebiyle insanlar arasında ön plana çıkmasıdır. Ki bu sayede insanlar gözlerini ona dikerler, o da kendini beğenerek ve kibirlenerek onlara karşı böbürlenir.” (Neylu’l-Evtâr, 3/236)

Bu tanımların her biri meselenin anlaşılması için çok önemlidir. Ve tüm bu tanımların ortak tarafı şudur: Eğer bir kişi toplumunun renk, model ve şekillerine aşırı derecede muhalefet ediyorsa, işte o kişinin giydiği elbise Allah Rasûlünün yasaklamış olduğu şöhret elbisesidir.

Müslüman bazı bacılarımızın giydiği ve giymekte ısrarla ayak direttiği allı-morlu çarşaf ve peçeler, –kabul edin veya etmeyin– yüz yıllardır bu halkın giydiği çarşaf ve peçe modellerine muhaliftir. Toplumumuz, her ne kadar çarşafı ilke olarak benimsemese de, giyenler üzerinden düşünüldüğünde genel olarak siyahı veya koyu renkleri örfen kabullenmiştir. Çarşaf veya peçe denilince akla ilk gelen de budur. Ama onlar bu farklı renk türleriyle diğer Müslüman hanımların giyinmiş olduğu koyu renklere muhalefet etmekte olup bu şekilde insanların dikkatlerini üzerine çekmektedirler. Hatta böyle olduğu içindir ki bu kardeşiniz bu satırları karalama ihtiyacı duymuştur.

Bir gün İmam Ahmed rahimehullah, üzerinde siyahla beyazın iç içe girmiş olduğu elbise giyen bir adam gördü. Bunun üzerine adama:

—Bu elbiseyi çıkar ve beldendeki insanların giyindiği elbiselerden giy, dedi.

Sonra da:

—Bu elbiseyi giymen haram değildir; ama sen eğer Mekke veya Medine’de olsaydın, ben sana kınayıcı hiçbir şey demezdim, buyurdu. (el-Âdâbu’ş-Şer‘iyye, 3/527)

Adamcağızın giymiş olduğu siyahla beyaz karışımı bu elbise elbette haram değildi; ama bu tür bir elbise bulunduğu o toplumda dikkatleri üzerine çektiği için İmam Ahmed tarafından uygun görülmemişti.

Bunu kendi toplumumuza uyarladığımızda meselenin anlaşılması daha da bir kolaylaşacaktır.

Bu noktayı iyi kavrayan insanlar, niçin bu kadar çabaladığımızı rahatlıkla anlarlar; ama derdi anlamak olmayanlara ne kadar nakil de getirsek çabamız beyhude kalacaktır.

TÜRKİYE’DE İZAR GİYSEK NE OLUR?

Konunun daha iyi anlaşılması için burada bir örnek vermek istiyoruz: Üstte de belirttik; bir toplumun yerleşmiş örfüne muhalefet eden elbiseler giymek, zühd elbisesi bile olsa toplumdan ayrışma ve insanlardan farklı olma olasılığı sağladığı için şöhret elbisesi giymek kapsamındadır. Böylesi elbiseler giymek, insanların dikkatlerini çekeceği ve genel itibariyle giyen kişiyi kendisini beğenmeye ve nefsini farklı görmeye iteceği için caiz görülmemiştir. Bu tür kıyafetler her ne kadar aslen caiz olsa da, zikrettiğimiz sebeplerden ötürü vasfen caiz olmamaktadır.

Şimdi şu örneğe kulak verelim: Bilindiği üzere Allah Rasûlü sallallâhu aleyhi ve sellem yaşadığı bölgenin bir örfü olarak “izar” giymiştir. İzar; belden aşağı giyilen peştamal veya belden bağlanarak giyilen bir nevi etek tarzı giysidir. Tıpkı aşağıdaki resimde olduğu gibi…

iz.jpg

Şimdi Türkiye’de yaşayan Müslümanlar olarak biz erkekler, Allah Rasûlü’nün ve ashabının sıklıkla giymiş olduğu bu kıyafeti giyip topluma karışsak ne olur?

Sünnet mi işlemiş oluruz, yoksa şöhret mi?

Elbette ki böylesi bir kıyafetle insanlar arasına karışsak sünnet değil, kelimenin tam anlamıyla şöhret işlemiş oluruz. Herkes dik dik bize bakar, birbirlerine bizi gösterirler, gözlerini bize dikerler, arkamızdan konuşurlar, kız gibi giyinmiş diyerek alay ederler. Vs. vs…

Allah için söyleyin, böyle yapmazlar mı?

Çünkü bu kıyafet bizi toplumda belirgin bir hale getirmiş ve bizleri insanların bakışlarına hedef yapmıştır. İşte şöhret elbisesi dediğimiz şey de budur.

Şimdi ortada böylesi bir hakikat varken bir Müslümanın kalkıp ısrarla izar giymesi neyle izah edilebilir?

Belki biraz farklı bir kıyas olacak ama bacılarımızın allı-morlu çarşaflar giyerek toplumda gezinmesi de inanın bunun gibi bir şeydir. Tamam, izar caizdir ve birçok toplumda zemini olan bir giyim tarzıdır; ama bu kıyafet Türkiye’nin kıyafeti değildir, bu nedenle de giyilmesi şöhret elbisesi giymek kapsamında olur.

İnanın, allı-morlu çarşaflar da böyledir. Tamam, Afrika ülkeleri gibi bazı toplumlarda bu tür renkler yaygındır ve kadınların geneli bu tür renkte çarşaflar giymektedir. Biz de böylesi toplumlarda yaşasak, allı-morlu giymekte hiçbir beis görmeyiz. Çünkü bununla toplumdan ayrışmış olmaz ve onlar arasında farklı bir yer tutmuş sayılmayız.

Şimdi aşağıdaki resimleri dikkatle inceleyin:



Solda yer alan resim, Afrika ülkelerindeki Müslüman kadınların giyinmiş olduğu çarşaf tarzını ortaya koymaktadır. Görüldüğü gibi çok ciyak ve dikkat çekici renkler… Ama toplumdaki tüm kadınlar aynı tarz renklerden giyindiğinden dolayı bu renkler o toplum arasında çok dikkat çekici olmamaktadır.

Ortadaki ve sağdaki resim ise, Afganistan ve Pakistan’da yaşayan Müslüman hanımların yaygın olarak giymiş olduğu çarşaf renk ve modellerini yansıtmaktadır. Görüldüğü üzere mavi ve füme ağırlıklı… Burada da kadınların hemen hepsi aynı tarzda giyindiği için o toplum arasında çok dikkat çekici gözükmemektedir.

Şimdi farz edin ki bu kadınlar arasından birisi, çok muhalif renkte bir çarşaf giyip onunla toplum içine çıksa, acaba bu durumda hemen o toplumdaki erkeklerin bakışlarına hedef olmaz mı? Tüm dikkatleri üzerine çekmez mi?

Elbette ki çeker…

Çünkü giyindiği o renk toplum arasında me’lûf olana aykırıdır.

İşte bundan dolayı biz, tıpkı çağdaş ilim adamlarının dediği gibi şunu diyoruz: Örneğin Türkiyeli olup siyah giyinen bir kadın, şayet Afrika ülkelerinden birisine gidip artık orada yaşayacak olsa, o zaman onun siyah giymeye devam etmesi uygun değildir. Çünkü bu durumda toplumda yaygın olan renklere muhalefet söz konusudur ve bu haliyle o kadın erkeklerin kendisine bakmasına sebebiyet verir. Bunun tam tersi de böyledir. Yani örneğin Afrikalı olan ve ciyak renkte çarşaflar giyinen bir kadın Türkiye’ye gelse ve artık burada yaşayacak olsa, bu durumda onun ciyak renkte çarşaf giymeye devam etmesi uygun değildir. Çünkü bu, Türk toplumunda yaygın olan renk kültürüne muhaliftir ve bu haliyle o kadın Türk erkeklerin kendisine bakmasına sebebiyet verir. Toplumda hâkim olan ne ise onu giyinmek en güzel olanıdır. Aykırılık uygun değildir.

Umarız bu örneklendirme meseleyi izah etmek için faydalı olur.

Önemine binaen tekraren diyoruz ki: Eğer bir kadın, bulunduğu ülkenin kadınlarının genel olarak giymiş olduğu renkte bir renk çarşaf giyiyorsa, o zaman bu renk mor bile olsa caizdir. Ama bulunduğu ülkenin kadınlarının genel olarak giymiş olduğu renge muhalif giyiniyorsa ve bu yaptığıyla erkeklerin dikkatlerini celb ediyorsa o zaman bu renk siyah bile olsa caiz değildir. Burada önemli olan genele muhalefet etmemek ve erkeklerin dikkatlerini çekmemektir. İnşâallah maksadımızı anlatabilmişizdir.

Tüm bunlardan sonra; Türkiye şartlarında alta mor çarşaf, üste pembe peçe giyen veya cırtlak mavi çarşaf giyip üstüne zıt renkte bir peçe takan bacılarımız, acaba üstte zikrettiğimiz birçok eleştirinin ve tehdidin muhatabı olmazlar mı?

Ve yine onlar bu kıyafetleriyle toplumun alışageldiği koyu renk çarşaf geleneğine muhalefet etmiş ve bu nedenle de insanların dikkatlerini üzerlerine çekmiş olmazlar mı?

Bunların cevabını sizin pak gönüllerinize havale ediyoruz.

***

Müslüman hanımların dış elbiseleriyle alakalı diğer şartlar da kısaca şunlardır:

Giyilen çarşaf, nikap, burka veya peçenin altını gösterecek kadar “şeffaf” olmaması gerekir. (ألا يكون شفافا)

Müslüman bir hanımefendinin çarşaf veya peçesi, sık dokunmuş ve altını belli etmeyecek kalınlıkta olmalıdır. İç elbiselerin rengini gösterecek derecede ince olan dış kıyafetler, kesinlikle İslam’ın öngördüğü ve tasvip ettiği hicab modellerinden değildir.

Giyilen çarşaf, nikap, burka veya peçenin geniş olması, bedeni belli edecek şekilde “dar” olmaması gerekir. (أن يكون فضفاضاً غير ضيق)

Müslüman bir hanımefendinin çarşaf veya peçesi, uzuvlarını ve vücut hatlarını belli etmeyecek şekilde bol ve geniş olmalıdır. Dar olup, yabancı erkeklere vücut hatlarını tavsif eden tüm elbiseler, İslam’da haram kılınmıştır ve giyilmesi caiz değildir. Bu nedenle bacılarımızın bu konuda –özellikle– pardösülerine çok dikkat etmeleri gerekir; zira bu gün yaygın olan pardösülerde darlık hâkimdir.

Giyilen çarşaf, nikap, burka veya peçenin şekil ve nitelik olarak “kâfir kadınlarınkine benzememesi” gerekir. (ألا يشبه لباس نساء الكفار)

Müslüman bir hanımefendinin çarşaf veya peçesi, kâfir ve müşrik kadınların çarşaf veya peçelerine benzememelidir. “Hocam, kâfir kadınlar çarşaf veya peçe giyer mi hiç?” diye sormayın; zira Yahudi ve Hıristiyanlar içerisinde dinlerine bağlı olanların çarşaf giydikleri ve hatta yüzlerini kapattıkları malumdur. Ve yine şirk ehli olan bazı cemaatlerin kadınlarının, kendilerine göre has usûllerle çarşaf giydikleri ve yüzlerini örttükleri malumdur. Muvahhid bir bayanın, bu şirk taifelerinin hicap modellerinden ve toplumda kendisiyle temâyüz ettikleri örtünüş şekillerinden uzak durması gerekir.

Giyilen dış kıyafetin “kokulu olmaması” gerekir. (ألا يكون مبخراً أو مطيباً)

 Müslüman bir hanımefendinin dışarıya çıkarken elbiselerine koku sürmemesi gerekir; zira bu onun kokusunu hisseden erkekleri fitneye düşüreceği gibi, zihinlerinde uygun olmayan hallerde hayal etmelerine de neden olur. İşte bu nedenle İslam, kadının kokulu bir vaziyette dışarı çıkmasını yasaklamıştır. Rasûlullah sallallâhu aleyhi ve sellem şöyle buyurur:

“Koku sürünüp kokusunu hissetsinler diye bir topluluğun yanından geçen her kadın zinakârdır.” (Nesaî)

Bacılarımız, dışarıya çıkacaklarında kıyafetlerine koku sürerken bu ağır tehdidi iyiden iyiye düşünmeli ve nasıl bir cürüm işlediklerini iyi tefekkür etmelidirler.

Buraya kadar zikrettiğimiz maddeler, İslam’ın dış kıyafet hususunda bir mümin kadından istemiş olduğu şartlardır. Bunlara riayet etmeyenler, Allah katında hesap vermek zorunda kalacaklardır. İç kıyafette ise bunlara ilaveten birkaç madde daha vardır; ama konumuz dış kıyafetlerle alakalı olduğu için onları zikretmedik.

***

SON OLARAK

Değerli bacım, tüm anlattıklarımıza rağmen diyelim ki sen hâlâ Türkiye şartlarında allı-morlu çarşaf ve peçe takmanın caiz olmadığına inanıyorsun… Bu durumda sana birkaç soru yöneltmek istiyoruz:

• Acaba bu anlattıklarımız senin için meselenin en azından şüphe götüren bir mesele olduğunu ifade etmiyor mu?

• Biz bu meseleyi şüpheli kabul etsek bile, şüpheli konularda takınılması gereken tavır bu mu olmalıdır?

• Acaba bu konuda âlimlerimizin söylediklerinden dolayı içinde bir sıkıntı doğmuyor mu?

• Acaba biz haklı olamaz mıyız?

• Acaba bizim anlatmaya çalıştığımız ve davet ettiğimiz şey en azından iffetin muhafazası için en ideal olan yol değil mi?

• Biz seni kötü bir şeye mi davet ediyoruz?

Bu sorulara Allah için aklınla değil, gönlünle cevap ver…

Biz bu meseleyi şüpheli kabul etsek bile, şüpheli meselelerde gösterilmesi gereken tavır bu olmamalıdır. Efendimiz sallallâhu aleyhi ve sellem şüpheli konularda nasıl tavır takınmamız gerektiğini bizlere şöyle öğretmiştir:

“Helâl olan şeyler belli, haram olan şeyler bellidir. Bu ikisinin arasında, insanların birçoğunun helâl mi, haram mı olduğunu bilmediği şüpheli konular vardır. Şüpheli konulardan sakınan kimse dinini ve ırzını (şeref, haysiyet ve namusunu) korumuş olur. Şüpheli konulardan sakınmayan ise gitgide harama dalar. Tıpkı sürüsünü başkasına ait bir arazinin etrafında otlatan çoban gibi ki, onun bu araziye girme tehlikesi vardır. Dikkat edin! Her padişahın girilmesi yasak bir arazisi vardır. Unutmayın ki, Allah’ın yasak arazisi de haram kıldığı şeylerdir…” (Buharî ve Müslim)

Bu hadisi tekrar tekrar okuyup üzerinde tefekkür edelim…

Hadis, konumuzu öylesine güzel izah ediyor ki, onu dikkate alanlar mutlaka dinlerini ve iffetlerini koruma altına almış olurlar.

Ey allı-morlu çarşaf ve peçe giyen bacım! Diyelim ki senin inancına göre içinde bulunduğumuz ortamda dikkat çekici renklerde dış kıyafet giymek caiz; ama sonuçta bunun caiz olmadığını söyleyen onlarca eski ve yeni ilim ehli var?

Buna göre mesele en azından içerisinde şüphe olan bir mesele değil mi? Hakkında şüphe olan konularda bize düşen; öncelikle şüpheden uzak durmak ve en evl olana sarılmaktır. Haydi, dikkat çekici renklerde dış kıyafet giymek caiz değildir diyen âlimlerin görüşü doğruysa? O zaman durumumuz ne olacak? Allah’ın huzuruna varınca nasıl hesap vereceğiz? İşte, elimizde Allah Rasûlü’nün net hadisi:

Şüpheli konulardan sakınan kimse, dinini ve ırzını (şeref, haysiyet ve namusunu) korumuş olur…”

Eğer sen dinini ve iffetini koruma altına almak istiyorsan, bu durumda mutlaka dikkat çekici renklerden uzak durmalısın. Hem, her caiz olan şey yapılmalıdır diye bir kaide mi var? Diyelim ki sen bunun caiz olduğuna inanıyorsun, ama dinini ve iffetini koruma altına almak için dikkat çekmeyen koyu renk çarşaf ve peçe giymen takvaya en uygun olanı değil mi? Allah için kendimize gelelim ve ihtilafı bir kenara koyarak hem dinimiz hem de iffetimiz için en uygun olanı yapalım.

Rasûlullah sallallâhu aleyhi ve sellem şöyle buyurur:

“Sana şüphe vereni bırak, şüphe vermeyene bak!” (Tirmizî)

“Kul, kendisinde hiç bir sakınca olmayan şeyleri sırf kendisinde sakınca vardır korkusuyla terk etmedikçe muttakilerden olamaz.” (Tirmizî)

 Ömer radıyallâhu anh şöyle demiştir:

“Biz, faiz olur korkusuyla helal (ticaret)in onda dokuzunu terk ederdik.” (Abdurrezzak, el-Musannef, 14683 numaralı rivayet.)

Selef’in büyüklerinden Hasan el-Basrî rahimehullâh şöyle der:

 “Muttakilerde takva öyle bir hal almıştır ki, onlar harama düşme korkusuyla helallerin birçoğunu terk etmişlerdir.” (Camiu’l-Ulûm ve’l-Hikem, sf. 159)

Sufyan es-Sevrî de rahimehullâh şöyle demiştir:

“Muttakiler, korkulmayacak ve sakınılmayacak şeylerden bile korkup sakındıkları için ‘müttakî/ sakınanlar’ diye adlandırılmışlardır.” (Camiu’l-Ulûm ve’l-Hikem, sf. 159)

Buna göre Müslüman, binde bir ihtimalle bile olsa şüpheli olan konularda hassas davranan ve şüpheyi elinin tersiyle iterek şâibeden uzak olanla amel etmeyi kendisine şiar edinen kimsedir.

Sen de ey bacım, bu hassasiyeti kendine parola edin ve peygamberlerle sâlih insanların şiarı olan ‘şüpheleri terk’ yoluna girerek dikkat çekici dış örtülerden uzak dur. Bu durumda kendini, hem dinen hem de mânen daha korunaklı ve daha güven içerisinde hissedersin.

Evet, hepimiz nefis taşıyoruz ve hepimiz fıtraten güzel, çekici, hoş, cıvıl cıvıl kıyafetler giymek istiyoruz. Ama içimizde yatan bu arzu, kimi zaman Allah’ın tesettür emri ile çelişiyor. Bu durumda bizler mümin bireyler olarak Allah’ın emrini nefislerimizin arzusunun önüne almayı bilmeli ve Rabbimizin bizden istediği tarz neyse onu önceleyerek nefislerimizi dizginlemeliyiz.

Niye mi?

Çünkü cennet ancak böylesi müminler içindir.

Bak, Rabbimiz ne buyuruyor:

وَأَمَّا مَنْ خَافَ مَقَامَ رَبِّهِ وَنَهَى النَّفْسَ عَنِ الْهَوَى  فَإِنَّ الْجَنَّةَ هِيَ الْمَأْوَى

“Kim de Rabbinin makamından korkar ve nefsi(ni), (nefsinin) istek ve tutkularından sakındırırsa, işte bu durumda hiç şüphe yok ki cennet, (onun için) bir barınma yeridir.” (Nâziat Sûresi, 40, 41)

Bizler, Firdevs’in tâlibi olarak nefislerimizin sonu gelmez arzu ve isteklerine gem vurmayı bilmeli ve şartlar ne olursa olsun Allah’ın rızasını her şeyin önünde tutarak hayatımızı şekillendirmeyi bilmeliyiz.

Rabbim şu fitne çağında tüm bacılarımızın iffetini muhafaza buyursun, onlara tıpkı hanım sahabîler gibi afîfeliği nasip etsin ve şartlar ne olursa olsun, İslam’ın istek ve arzularını diğer tüm istek ve arzuların önünde tutabilmeyi onlara kolaylaştırsın.

Bu konuda yazılacak çok şey olmasına rağmen bu kadarıyla iktifâ ettik. Hiç şüphe yok ki bunda, canlılığını yitirmemiş sağlıklı kalpler ve can kulağıyla dinleyen gönüller için bir öğüt vardır. Allah öğüt almayı nasip etsin.

Ve âhiru da‘vânâ eni’l-hamdu lillahi Rabbi’l-âlemîn.

 

 

İbrahim Gadban

 

Okunma Sayısı:43356