“Evlere girdiğiniz zaman birbirinize, Allah katından mübarek ve hoş bir esenlik dileği olarak selâm verin.” (24/ Nur, 61)
بسم الله الرحمن الرحيم
Hamd âlemlerin Rabbi olan Allah’a, salât ve selam ahlâkıyla bizlere örneklik eden Rasûlullah’a, ve O’nun kutlu âl ve ashabına olsun.
◆ ◆ ◆
AHLÂKIN KISIMLARI
Ahlâkı doğru bir şekilde anlayıp değerlendirebilmemiz için öncelikle onun kısımlarını bilmemiz gerekmektedir. Âlimlerimizin beyanına göre ahlâk, temelde birkaç açıdan taksimata tabi tutulur. Şimdi bunları zikredip üzerinde biraz söz söylemeye çalışalım:
a) Güzelliği ve Kötülüğü Açısından Ahlâk
Nitelik açısından bakıldığında ahlâkın iki kısmı vardır. Bunlardan birisi “güzel” iken, diğeri “kötü”dür. Kitaplarımızda birinciye “حُسْنُ الْخُلُق / güzel ahlâk” tabiri kullanılırken, ikinciye “سُوءُ الْخُلُق / kötü ahlâk” ifadesi ıtlak edilir. Yine bazı kitaplarımızda bunların ilkine “iyi ahlâk” ikincisine ise “çirkin ahlâk” tabiri de kullanılır.
b) Asıl ve Fer Oluşu Açısından Ahlâk
Güzel ahlâkın ve kötü ahlâkın her birinin kendi içinde “asıl” ve “füru” olmak üzere iki kısmı vardır. Bunlardan her bir kısmın altına giren birçok madde zikretmemiz mümkündür.
Her ne kadar ahlâkın füru konuları asıllarına nazaran çok daha fazla olsa da asılları da azımsanmayacak kadar çoktur.
Bu iki kısmı ve bu kısımların hangisinin asıl ve füru olduğunu bilmek, ahlâk konusunu doğru bir şekilde değerlendirebilmek için çok ama çok önemlidir. Bu taksimatları bilmeyenler, ahlâkın aslını fer‘, fer‘ini de asıl kabul edebilirler. Böyle olunca da işler birbirine karıştığı gibi, doğru ile yanlış, iyi ile kötü de birbirinden ayırt edilemez hale gelir. Bu nedenle bu taksimatları iyi bir şekilde tahlil etmek ve üzerinde kafa yorarak onları anlamak gerekir.
Bizim güzel ahlâk diye sürekli olarak dillerimizde dolaştırdığımız cesaret, adalet, tevazu, yumuşak huyluluk, affedicilik, vefâ… gibi vasıflar, aslında güzel ahlâkın “asılları” değil, asıllarından kaynaklanan “füruları”dır. Aynı şekilde bencillik, korkaklık, zulüm, kabalık, hırs, nefret, açgözlülük… gibi vasıflar da kötü ahlâkın “asılları” değil, asıllarından kaynaklanan “füruları”dır.
Bir insan, kalbinde güzel ahlâkın asıl maddelerini bulundurduğu zaman ancak zikrettiğimiz fer‘î vasıflarıyla muttasıf olabilir. Yine bir insan, kalbinde kötü ahlâkın asıl maddelerini bulundurduğu zaman ancak bahsi geçen fer‘î vasıflarıyla vasıflanabilir. Kalbinde güzel ahlâkın ve kötü ahlâkın asılları olmayan kimselerin bu vasıflara sahip olmaları söz konusu değildir.
Bunun nasıl olacağını ve detaylarını inşâallah ilerleyen yazılarımızda izah etmeye çalışacağız.
İşte bundan dolayı işin özü yine dönüp dolaşıp güzeliyle ve kötüsüyle ahlâkın asıllarını bilmeye ve onların bize yüklediği sorumluluklarla amel etmeye dayanıyor.
Şimdi, meselenin en kritik noktası olan bu kapıyı açabilmek için burada nelerin ahlâkın asılları, nelerin de ahlâkın füruları olduğunu izah edeceğiz.
Güzel ahlâkın ve kötü ahlâkın asılları şunlardır:[1]
Güzel Ahlâkın Asılları 1-Hakkı, yani doğru olanı sevmek ve tercih etmek, 2-Merhametli olmak, 3-Varlıkları sevebilmek, 4-Güçlü bir iradeye sahip olmak, 5-Sabırlı ve tahammülkâr olmak, 6-Paylaşma sevgisi / cömertlik, 7-Üstün işler yapma azmi / himmet-i âlilik, 8-Geniş gönüllülük, 9-Toplumsallık / diğergâmlık. | Kötü Ahlâkın Asılları 1-Hakkı sevmemek ve yanlışı tercih etmek, 2-Merhametsizlik, 3-Sevgi yoksunluğu, 4- İrade zayıflığı, 5-Sabırsızlık, 6-Paylaşma yoksunluğu / cimrilik, 7-Değersiz işlerle uğraşma sevdası, 8-Huysuzluk / aksilik/ zor biri olma, 9-Ferdîlik / hepbanacılık. |
Bunlar, ahlâkla alakalı birçok detayın üzerine terettüp ettiği asıl ve temel ilkelerdir. Ahlâk konusunda bildiğimiz birçok mesele, aslında bu dokuz asıldan kaynaklanmakta, ahlâkî olarak ortaya koyduğumuz nice davranışlarımız, yine bu temel ilkelerin detayı olarak dışa yansımaktadır.
Ahlâkın füru sayılan maddelerine gelince; bunları da şu şekilde sıralayabiliriz:
Güzel Ahlâkın Füruları 1- Samimiyet, 2- Yiğitlik, 3- Mertlik, 4- Fedakârlık, 5- Hayâ, 6- Utangaçlık, 7-İffet, 8- İhsan, 9- Hilm / Yumuşak huyluluk, 10-Affedicilik, 11-Sıkıntılara aldırış etmeme, 12- Îsâr / Başkalarını nefse tercih edebilme, 13- Adalet, 14-Vefâ, 15- İzzet-i nefs / Düşük işlerle uğraşmama, 16-Tevazu, 17-Kanaat, 18- Sıdk / Doğru sözlülük, 19-Tefâul / Olaylara iyimser bakabilme, 20-Şükür / İyiliklere karşı teşekkür etme. 21-İnsaf. 22-Sır saklama. | Kötü Ahlâkın Füruları 1- Riya / Gösteriş / Yapmacık davranma, 2- Korkaklık, 3- Kaypaklık, 4- Çıkarcılık, 5- Arsızlık, 6- Terbiyesizlik, 7- Namussuzluk / Hayâsızlık, 8- Kötülük yapma/ Kötü davranma, 9- Sertlik / Kabalık, 10-İntikam hırsı / Kindarlık/ Öfke, 11-Tahammülsüzlük, 12- Bencillik, 13- Zulüm, 14-Vefâsızlık / Hayırsızlık, 15- Düşük işlere tenezzül etme, 16-Kibir, 17-Doyumsuzluk, 18- Yalancılık, 19-Teşâum/ Olayları şerre yorma, 20-Nankörlük. 21- İnsafsızlık. 22-Sır tutamamak. |
Bu sayılanlar, ahlâkın asıllarından kaynaklanan detay vasıflardır. Bunların haricinde de daha birçok vasıf zikretmemiz mümkündür.
Üstte de dediğimiz gibi, bizim güzel ahlâk diye bildiğimiz vefâ, tevazu, hilm, cesaret ve adalet gibi vasıflar aslında güzel ahlâkın asıllarından kaynaklanan “füru” birer vasıftırlar. Yani zikrettiğimiz bu vasıflar, mutlaka üstte değindiğimiz dokuz asıldan birine dayanmakta ve onların neticesi olarak meydana gelmektedirler.
Örneğin: Doğruluk, emanet, sözde durma ve adaletli davranma gibi vasıfların tamamı, bakıldığında bizim birinci asıl olarak zikrettiğimiz “Hakkı sevme ve tercih etme” maddesinden kaynaklanmaktadır. Bir insan, ancak şartlar ne olursa olsun doğru olanı tercih etmesi gerektiğine inandığında ve her daim doğru olan bir şeyi önceleyeceğini düşündüğünde emanetine sahip çıkabilir, doğru söz söyler, verdiği ahde riayet eder, karşısındakine haksızlık yapmaz…
Yine bir insan kim olursa olsun ben doğrunun yanında, doğrunun safındayım diye inandığında ancak adaletle hüküm verebilir.
“Hakkı sevme ve tercih etme” maddesi olmadığında bu saydıklarımızın vuku bulması asla mümkün değildir. Bir insan hakka uymanın zorunluluğuna inanmaz ve her durumda ona sahip çıkması gerektiğini düşünmezse, o insan ihanet de eder, doğru da konuşmaz, zulüm de yapar, ahdine riayet de etmez…
Ailesi ile muamelesine bakılsa hep aldatıcı davrandığı, güven zedelediği, zulüm ve haksızlıklara başvurduğu görülür.
Niye?
Çünkü o hakkı ayakta tutması gerektiğine ve ne olursa olsun hakkın üstünlüğüne inanmamıştır.
Çocuklarıyla muamelesine bakılsa sürekli sıkıntı çıkardığı, çocuklarını ikna için rahatlıkla yalan söylediği, problemlerinde taraf tuttuğu, eşitlik gözetmeden paylaşım yaptığı ve müşkül durumlarda adaletle davranmadığı gözlemlenir.
Niye?
Çünkü o ne olursa olsun hakkı üstün tutması gerektiğine inanmamıştır.
Arkadaşlarıyla muamelesine bakılsa daima onlarla problem yaşadığı, onları kandırmaya çalıştığı, bunun için yalana başvurduğu, zor anlarda yanlarında durmadığı, gerektiğinde “vaziyet icabı” onları sattığı ve bazen de aldattığı müşahede edilir.
Niye?
Çünkü o hangi durumda olursa olsun hakkın sorumluluğu bilinciyle hareket edeceğine inanmamıştır.
Rabbiyle muamelesine bakılsa O’nunla da problem yaşadığı görülür. O’na karşı bazen zulüm yapar,[2] bazen kandırmaya çalışır,[3] kimi zaman samimiyetsiz davranır, kimi zaman da başkalarının rızasını O’nun rızasının önüne geçirir.
Niye?
Çünkü o ne olursa olsun hakkın üstünlüğüne ve her durumda doğru olanın yapılması gerektiğine inanmamıştır.
Bu örnekler birinci aslımızla alakalı örneklerdir. Buna başka örnekler de verebiliriz. Mesela: “Sabır ve tahammülkâr olmak” ahlâkın asıllarından bir asıldır. Bir insan bu ahlâkı kendisinde bulunduruyorsa gerek ailevî konularda gerek toplumsal meselelerde gerek arkadaş ilişkilerinde gerekse Rabbi ile olan muamelelerinde hep kendisinden beklenildiği şekilde davranır. Örneğin eşinden ve çocuklarından herhangi bir sıkıntı görse buna tahammül eder. Arkadaşlarından veya komşularından yanlış bir tutumla karşılaşsa sabreder ve ecrini Allah’tan bekleyerek affedici davranır. Rabbi, imtihan gereği ona sıkıntılar yağdırsa gönül genişliğiyle bunlara katlanır ve asla ağzından isyan sözcükleri çıkarmaz.
Neden?
Çünkü o, sabırlı ve tahammülkâr olmanın gerekliliğine inanmıştır.
Bu ahlâkı kendisinde bulundurmayan bir kimse de problem ve sıkıntı anlarında isyan eder, bağırıp çağırır, gazaplanır, saldırganlaşır, arsızlık fiilleri gösterir, kötü sözler sarf eder…
Neden?
Çünkü o, sabırlı ve tahammülkâr olmanın gerekliliğine inanmamıştır da ondan.
Diğer asıllarda da benzeri şeyler söylememiz mümkün. Yani zikrettiğimiz birçok füru vasıf, mutlaka ahlâkın bir aslına dayanmaktadır. Demek ki mesele dönüp dolaşıp yine ahlâkın asıllarına gelmekte ve bütünüyle o asıllar üzerinde cereyan etmektedir.
İşin bu boyutunu anlayanlar, ahlâkın asıllarına son derece ihtimam gösterir ve ellerinden gelen bütün gayretle o asıllara sahip olmak için çabalarlar.
c) Fıtrî ve Müktesep Olması Açısından
Güzel ve kötü ahlâkın her birinin fıtrî ve sonradan elde edilmiş olması açısından kısımları vardır. Yani birisi “Allah vergisi” iken, diğer “edinilmiş” bir ahlâktır.
Yaratılışta var olan ve Allah’ın insanın doğasına kodladığı ahlâka “اَلْأَخْلاَقُ الْفِطْرِيَّة / fıtrî ahlâk” denir. Ortamların, insanların ve şartların etkisiyle sonradan elde edilen ahlâka ise “اَلْأَخْلاَقُ الْمُكْتَسَبَة / müktesep ahlâk” denir.
İbn Miskeveyh rahimehullah, “Tehzîbu’l-Ahlâk” adlı eserinde: “Ahlâk; hiçbir düşünme ve kafa yormaya gerek kalmaksızın nefsi bazı fiilleri yapmaya iten hâldir” diyerek kısaca ahlâkı tanımladıktan sonra bizim işaret ettiğimiz taksimata değinerek şöyle der:
Bu hâlin (yani ahlâkın) iki kısmı vardır:
1- Yaratılışın aslından kaynaklanan fıtrî hâli. (Buna) en basit şeylerin kendisini öfkeye ittiği, çok gereksiz şeylerle galeyana gelen ve yine basit şeylerden korkan, kulağına gelen en ufak sesten ürken, duyduğu bir haberle irkilen, hoşuna giden bir şeyden dolayı aşırı şekilde gülen, çok küçük şeylere üzülen kişiler gibi (insanları örnek gösterebiliriz.)
2- Alışma ve antrenmanla elde edilen hâli. Bunun ilk başlangıcı belki düşünme ve kafa yormayla olur; sonrası ise aşama aşama devam eder gider. Ta ki bu, kişide meleke ve huy haline gelir.”[4]
Ahlâkın bu taksimatı son derece önemlidir ve kendisini doğru bir terazide ölçebilmesi için her mü'min tarafından güzelce bilinmesi gerekir. Çünkü bizler mutlaka bu iki şeyin arasında gidip gelmekteyiz. Kimimiz doğası itibariyle bazı vasıfları kendisinde bulunduruyorken, kimimiz sonraları yan etkenler vesilesiyle bazı huyları ediniyoruz. Bu nedenle kimin nasıl bir potansiyele sahip olduğunu bilmemiz ve gerek nefsimizi gerek diğer insanları bu bakışla değerlendirmemiz gerekmektedir.
İnsanlar farklı tabiatlarda ve değişik karakterlerde yaratılmıştır. Onlardan kimisi yumuşak iken kimisi serttir. Kimisi merhametli iken kimisi acımasızdır. Kimisi sabırlı ve tahammüllü iken kimisi velvelecidir. Yani her bir insan farklı ve değişiktir.
İnsanların farklı tabiatlarda ve değişik karakterlerde yaratıldığını söyleyen bizzat Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem’dir. O, bir hadisinde şöyle buyurur:
“İnsanlar, tıpkı altın ve gümüş madenleri gibidirler...”[5]
Yani farklı kalitede ve farklı ayardadırlar. Onlardan kimisinin kalitesi 24 ayar altın gibi iken, kimisi bundan daha düşük seviyededir. Kimisi ise daha altının seviyesine bile ulaşamamıştır; gümüş kalitesindedir. Kimileri daha da düşük madenler gibidir.
Yine Efendimiz’in şöyle buyurduğu nakledilmiştir:
“Şüphesiz ki Allah subhânehu ve teâlâ, Âdem’i yeryüzünün her tarafından aldığı bir tutam topraktan yaratmıştır. Bu nedenle âdemoğulları o toprakların özellikleri üzeredir. Kimisi kızıl, kimisi beyaz, kimisi siyah, kimisi de bu renklerin karışımındaki tonlarda dünyaya gelmiştir. (Yine onlardan) kimisi yumuşak, kimisi sert, kimisi kötü, kimisi de iyidir.”[6]
Bu hadisin ortaya koyduğuna göre insanlar renk yönünden farklı oldukları gibi ahlâk yönünden de farklı olacaklardır. Nitekim vakıanın şahitliği de bunu göstermektedir. İnsanlar gerçekten de ahlakî açıdan birbirlerinden çok farklıdırlar.
Bir hadisinde de şöyle buyurur:
“Dikkat edin! Şüphesiz ki âdemoğulları farklı tabakalarda yaratılmıştır: Onlardan kimisi zor öfkelenir kolay yatışır. Kimisi kolay öfkelenir kolay yatışır. Kimisi ise kolay öfkelenir zor yatışır. Bunlardan en hayırlısı zor öfkelenip kolay yatışandır. Haberiniz olsun ki, bunlardan en şerlisi, kolay öfkelenip geç yatışandır.”[7]
Bu hadis de insanların farklı şekil ve karakterlerde yaratıldığını açıkça ifade etmektedir. Kimileri herkes tarafından sevilip onaylanan bir huya sahipken, kimileri sevilmeyen bir huya veya huylara sahiptir. Gerçekten de bu noktada insanlar kısım kısımdır.
Zikrettiğimiz bu üç hadis, insanların farklı ve çeşitli karakterle sahip olacağını beyan eden hadislerden bazılarıdır. Ama aşağıda zikredeceğimiz rivayet, ahlâkın “fıtrî” ve “müktesep” şeklinde ikiye ayrıldığını ortaya koyan en net hadistir.
Abd-i Kays heyeti Mekke fethedilmeden kısa bir süre önce Medine’ye gelmişti. O heyet içerisinde ‘Münzir b. Âiz’[8] isminde bir zat vardı. Bu zat ahlâken çok iyi birisiydi. Kendileriyle yakın ilişki kurduğu insanları çok iyi tanıyan Efendimiz sallallahu aleyhi ve sellem onun bu özelliğini görmezden gelmedi ve kendisiyle konuştuğu bir sırada ona şöyle dedi:
—Muhakkak ki sende Allah’ın sevdiği iki haslet var: Biri hilm/yumuşak huyluluk, diğeri ise teenni/aceleci olmama.
Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem kendisine bunları söyleyince Münzir b. Âiz radıyallahu anh:
—Ey Allah'ın Rasûlü! Bu iki hasleti ben kendi çabamla mı elde ettim yoksa Allah beni bu hasletler üzere mi yarattı, diye sordu.
Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem:
—Bilakis Allah seni o iki haslet üzere yarattı, buyurdular.
Bu cevap üzerine Münzir radıyallahu anh:
—Allah ve Resûlünün sevdiği iki haslet üzere beni yaratan Allah’a hamd olsun, dedi. [9]
Görüldüğü üzere Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem ile Münzir b. Âiz arasında geçen bu konuşmada insanda var olan vasıfların ya fıtrattan kaynaklandığı ya da insanın kendi çabasıyla elde edildiği açıkça beyan edilmiştir. Demek ki bir insan, ya doğasında bazı vasıflara sahip olduğu halde dünyaya gelir ya da bu vasıfları daha sonraları kendi emeği ile elde eder. Allah’ın bir insanın fıtratına kodladığı güzel vasfılar, sahip çıkılması gereken müthiş birer nimet iken, sonraları elde edilen vasıflar ise tamamen imtihan konusudur ve hiçbir kimsenin bu noktada eleştiri yapma hakkı yoktur. Herkesin imtihanını başarı ile geçmesi ve bu noktada asla gevşeklik göstermemesi gerekmektedir.
Fıtrattan kaynaklanan güzel ahlâklar kesinlikle Allah’ın birer lütfudur. Bunlara çokça şükretmek gerekir. Allah’ın bu lütfunu kime verdiği yargılanıp sorgulanamaz. Malum olduğu üzere Kur’ân’ın birçok ayetinde Rabbimiz, lütfunu dilediğine vereceğini bildirmiştir. Örneğin şöyle buyurur:
“Lütuf bütünüyle Allah’ın elindedir ve onu dilediğine bahşeder.” (57/Hadid, 29)
“Bu, Allah’ın lütfudur; onu dilediğine verir. Allah büyük lütuf sahibidir” (62/ Cuma, 4)
Dolayısıyla fıtraten güzel vasıflara sahip olanların kullukta daha çok gayret etmeleri gerekmektedir; çünkü onlar diğerlerine nispetle yarışa bir sıfır önde başlamışlardır. Bu da Allah’ın onlara bir ikramıdır.
Fıtraten ahlakî güzel vasıflara sahip olmayanlara gelince; onların Allah’ın huzurunda öne sürecekleri bir bahaneleri olamaz. Zira Allah her ne kadar onları fıtrî güzel vasıflar üzere yaratmamışsa da, ciddi bir çaba ile güzel vasıflara sahip olabilme potansiyelinde yaratmıştır. Dolayısıyla böylelerinin güzel ahlâkı elde etmek için çabalamaları esastır. Bu da –üstte dediğimiz gibi– onlar için bir imtihandır ve çabaladıklarında kendilerine sevap kazandıracak müthiş bir fırsattır.
Zikrettiğimiz bu taksimatını göz önüne alarak ahlâk noktasında insanları dört kısma ayırabiliriz:
❶ Yaratılış itibariyle güzel ahlâklı olanlar.
❷Yaratılış itibariyle güzel ahlâklı olup, bunu daha da güzelleştirmek için çabalayanlar.
❸ Güzel ahlâktan yoksun olarak yaratıldığı halde kendilerini ahlâklı hale getirmek için herhangi bir çaba ortaya koymayanlar.
❹ Güzel ahlâktan yoksun olarak yaratıldığı halde güzel ahlâkı elde edebilmek için gayret gösterenler.
Bir insan bu dört sınıf içerisinde nerede yer alırsa alsın, imtihandan kurtulmuş olmaz. Kim olursa olsun, hangi vasfı kendisinde bulundurursa bulundursun, onun için imtihan hâlen devam etmektedir. Yani bir kişi çıkıp: “Nasıl olsa ben güzel ahlâk üzere yaratılmışım” diyerek kendisini imtihandan hâli sayamaz. İmtihan onun için de devam etmektedir. Böylesi birisinin imtihanı; ahlâkını daha da güzelleştirmesi, onu tıpkı Rasûlullah’ın ahlâkı gibi yapabilmesi yönündedir. Yine örneğin güzel ahlâktan yoksun olarak yaratılmış bir insanın çıkıp: “Bana ne kardeşim! Allah beni falanca gibi güzel vasıflar üzere yaratmamış. Ben ne yapayım?” diyerek imtihandan kendisini sıyırmaya çalışamaz. Bunun imtihanı da güzel ahlâklı olmak için bir gayret ortaya koymasında, iyi vasıfları elde etmek için çabalamasındadır.
Dolayısıyla kimse imtihandan hâli değildir. İyi vasıflı olanı da kötü vasıflı olanı da bir şekilde imtihan vermektedir. Önemli olan imtihanımızı alnımızın akıyla geçmeye çalışmak, Allah’ın bizi denediği vasıflarda sınavı başarabilmektir.
“Ahlâk bazılarında fıtrîdir, bazılarında ise sonradan elde edilir” dedik. Bizim bu sözümüz dolaylı olarak her iki kısmın yine kendi içinde ikiye ayrılmasını gerekli kılar. Şöyle ki: İnsanlardan bazıları fıtraten güzel bir ahlâka sahip olarak dünyaya gelir, kimileri ise kötü huylar fıtratına kodlanmış olarak dünyaya ayak basar. Yani kimisi örneğin sabır göstermeye meyyaldir, sabretmek kendisine hiç de zor gelmez; kimisi ise sabırsızdır ve asla olaylar karşısında tahammül etmeyi beceremez. Kimisi iffetlidir, utangaçtır, bir şey söylendiğinde yüzü kızarıverir; kimisi ise utanmak nedir bilmez, hayâ damarı sanki çatlamıştır. Kimi merhametlidir, tüm varlılara acır, şefkat duyar; kimsi gaddardır, acımaz, şefkat göstermez, merhamet nedir bilmez. Gözünün önünde zulüm yapılsa ses çıkarmaya tenezzül etmez.
Bu iki insan modelinin de kendi çapına göre imtihanı vardır.
Bu, fıtrat itibariyle ahlâklı ve ahlâksız olarak yaratılan insanların örnekleridir.
Sonradan elde edilen ahlakî vasıflar açısından da insanlar iki kısımdır. Onlardan kimisi aslen iyi bir ahlâka sahip iken bazı şartlar nedeniyle bu ahlâkını bozmuş ve iyiyi kötüye doğru değiştirmiştir. Mesela aslen sabırlı iken, yaşadığı şeyler neticesinde sabırsızlaşmıştır.
Kimisi de aslen kötü bir ahlâka sahip iken bazı şartlar, durumlar ve olaylar gereği bu ahlâkını iyiye doğru değiştirmiş, kötü ahlâklı biri iken iyi ahlâklı olmuştur. Örneğin aslen sabırsız ve tahammülsüz iken, yaşadığı şeyler neticesinde sabırlı olması gerektiğini anlamış ve antrenmanlarla artık sabırlı olmuştur.
Dolayısıyla, olumsuz yönde fıtrî veya müktesep bir ahlâka sahip olan kişilerin mutlaka ahlâklarını Allah ve Rasulünün istekleri doğrultusunda terbiye etmeleri gerekmektedir. Bu noktada öne sürebilecekleri ve kendilerini temize çıkaracak en ufak bir mazeretleri olamaz. Allah’tan yardım isteyip en iyi olana doğru seyr-i sefer etmelidirler.
Olumlu yönde fıtrî veya müktesep bir ahlâka sahip olanların ise mutlaka bu ahlâklarına sahip çıkmaları ve daha iyi olanı elde etmek için ciddi bir gayret harcamaları gerekmektedir.
Onların da daha iyi olana ulaşmak için çaba harcamamalarında bir bahaneleri olamaz; zira Rabbimiz: “O hâlde, gücünüz yettiği kadar Allah’tan korkun.” (64/ Teğâbun, 16) buyurarak elden geleni arda koymamamız gerektiğini bizlere emretmiştir. İnsan yapabileceği bir şeyi yapmadığında bundan sorumlu olur. O bakımdan gücümüz yettiği kadar ahlâkımızı güzelleştirmemiz gerekir.
AHLAK DEĞİŞİR Mİ?
Üst başlıkta ahlâkın fıtrî ve kesbî olmak üzere iki kısma ayrıldığını izah etmeye çalıştık. Bu taksimatı yapınca söz dönüp dolaşıp “ahlâk değişir mi?” sorusuna geliyor. Acaba gerçekten de ahlâkımız değişir mi?
Aslında bu soruya üst başlıkla alakalı bilgiler verirken satır aralarında kısmen cevap verdik. Lakin burada, faydayı artırmak için daha açık bir üslupla konuyu ele almalıyız.
Âlimlerimiz ve bu mesele hakkında kalem oynatan müelliflerimiz, ahlâkın değişip-değişmeyeceği konusunda temelde iki görüşe ayrılmışlardır.
1- Onlardan kimileri gerek fıtrî olsun gerekse müktesep, her iki boyutuyla da ahlâk mutlaka değişir demişlerdir.
2- Kimileri de ahlâkın fıtrattan kaynaklanan kısmının asla değişmeyeceğini, değişimin ancak sonradan elde edilen kesbî tarafında söz konusu olduğunu ifade etmişlerdir.
İkinci gurupta yer alan, yani fıtrattan kaynaklanan ahlâkın asla kökten değişmeyeceğini söyleyenler, onun “tehzib edilebileceğini” beyan etmişlerdir. Tehzib; bir şeyi törpülemek, yontmak, düzeltmek, terbiye ve ıslah etmek gibi anlamlara gelir. Yani fıtrî ahlâk değişmez diyenler bile, onun düzeltilip belirli bir şekle sokulabileceğini, iyi yöne doğru kanalize edilebileceğini ve Allah’ın razı olduğu şekil üzere terbiyeye sokulabileceğini kabul etmişlerdir.
Bu noktada şöyle bir öngörüleri vardır: Derler ki: İslam hiçbir zaman, örneğin fıtraten şakacı ve latifeli olan bir insana “şaka yapma!” demez; aksine onda var olan bu yönü hakka yönlendirir ve “yapacaksan hak şakalar yap” diyerek onu tehzib eder.
Ve yine İslam örneğin sinirli olan bir insana “sinirini bırak, öyle gel” demez; aksine sinirini Allah düşmanlarına ve haramlara kullan der ve bu şekilde onda var olan öfkeyi kötü olan şeylere kullanmaya doğru onu kanalize eder.
Ve hakeza ve hakeza…
Buna Ömer radıyallahu anh’ı ve benzeri bazı sahabîleri örnek gösterirler ve derler ki: Hz. Ömer, aslen öfkeli ve sinirli bir insandı. İslam’a girdikten sonra da bu öfkeli hâli devam etti. Ama İslam onu öylesine tehzib ve terbiye etti ki, artık o, normal şeylere değil, Allah’ın haram kıldığı ve razı olmadığı şeylere öfkelenir oldu. Ya da öfkesini küffara karşı kullandı.
İşte bu gibi nedenlerden dolayı ikinci görüşü benimseyenler, ahlâkın fıtrî olan kısmında değişimi değil, terbiyeyi esas almışlar ve fıtrî ahlâkın kökten değişmesinin asla söz konusu olmayacağını ifade etmişlerdir.
İlk görüşün sahipleri ise bu görüşü reddedip ahlâkın mutlaka değişebileceğini; şeriatın, aklın ve vakıanın bu değişime delalet ettiğini söylemişlerdir.
Onların bu delillerini şu şekilde maddelendirebiliriz:
◆ Ahlâkın Değişebileceğinin Şer‘î Açıdan İspatı
Bu görüş sahipleri Şer‘î açıdan bunu şu şekilde delillendirmişlerdir:
a) Rabbimiz buyurur ki:
“Nefsini tezkiye eden (kötülüklerden arındıran) mutlaka felâha ermiştir.” (91/Şems, 9)
Nefislerde var olan kötülükler, iyiye doğru değiştirilip arındırılabilir. Böyle olduğu içindir ki Allah subhânehu ve teâlâ bunu emretmiş ve yapanlara felaha erme gibi büyük bir mükâfat vaad etmiştir. Rabbimiz ancak böyle yapanların kurtuluşa erebileceğini bildirdiği için, böyle yapmayanların, yani fıtratlarında var olan kötü ahlâkları gidermeyenlerin zarara uğrayacaklarını anlamak zor değildir. Zaten bir sonraki âyet de buna işaret etmektedir. Rabbimiz şöyle buyurur:
“Nefsini kötülüklere gömen (kötülüklerden onu arındırmayan da) mutlaka hüsrana uğramıştır.” (91/Şems, 10)
Allah, nefislerde var olan kötülükleri iyiye doğru ıslah edenleri felaha ermek; kötüye doğru bozanları da hüsrana uğramak ile vasıflandırdığı için ahlâkın değişmeyi kabul etmesi kaçınılmaz olmaktadır. Aksi halde Rabbimizin bu vasıflandırmasının bir anlamı olmazdı. İşte bu da bize göstermektedir ki, nefislerde var olan iyi ve kötü huylar mutlaka değişebilir.
b) Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem buyurur ki:
“İlim ancak öğrenmeyle, hilim de ancak yumuşak huylu olmak için çabalamayla elde edilir. Hayrı arayana hayır verilir; şerden sakınan ondan korunur.”[10]
Görüldüğü üzere bu hadisinde Efendimiz sallallahu aleyhi ve sellem, bir kimsenin fıtratında var olan cahilliğinin ilim için çabalamasıyla; öfkesinin de hilim için gayret etmesiyle gidebileceğini beyan etmiştir. Demek ki cahillik de öfke de belirli bir çaba ile giderilebilir. İşte bu da nefislerde var olan iyi ve kötü huyların değişebileceğini bize göstermektedir.
c) Yine Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem buyurur ki:
“…Kim iffetli olmak isterse, Allah onu iffetli kılar. Kim müstağni olmak isterse, Allah onu müstağni kılar. Kim de sabretmeye gayret ederse, Allah onu sabırlı kılar.”[11]
Bu hadisinde de Efendimiz sallallahu aleyhi ve sellem aslen iffetli olmayan birisinin, iffetli olmayı Allah’tan istemesi ve bunun için gereken gayreti göstermesi durumunda[12] iffetli olabileceğini ifade etmektedir. Yine hayâ duygularını bastırarak el açma zilletine alışan birisinin, Allah’tan gani gönüllü olmayı istemesi ve bunun için gereken gayreti göstermesi durumunda müstağni olabileceğini beyan etmektedir. Sabır için de aynı şey söz konusudur.
İşte bu da bize göstermektedir ki, insan, nefsinde var olan ve kökleşmiş bazı huylarını önce Allah’ın yardımı sonrasında da kendi gayreti ile değiştirebilir.
◆ Ahlâkın Değişebileceğinin Aklî Açıdan İspatı
Mezkûr görüş sahipleri ahlâkın değişebileceğini aklî açıdan şu şekilde ispatlamaya çalışmışlardır: Allah ve Rasûlü Kur'ân ve Sünnetin birçok yerinde kötü huylarımızı ve yanlış ahlâklarımızı değiştirmemizi bizlere emretmiştir. Eğer ahlâk değişmeyecek olsaydı, Allah ve Rasûlünün bunu emretmesi abes olurdu. Allah ve Rasûlünün abes ile iştigal etmeyeceği herkes tarafından kabul edilen bir şey olduğu için, ahlâkın değişeceğini ön görmekten başka bir yol kalmamaktadır.
Ve yine eğer ahlâk değişmeyecek olsaydı, o zaman ahlâka muhalif meselelerde vaaz ve öğüt vermenin bir anlamı kalmaz, emr-i bi’l-maruf ve nehy-i ani’l-münker yapmanın bir manası olmazdı. Ahlâka muhalif meselelerde dinimizin belirlediği şer‘î had ve cezalar da boş ve gereksiz olurdu. İşte bu gibi nedenlerden ötürü akıl mutlaka ahlâkın değişebileceğini gerekli kılmaktadır.
◆ Ahlâkın Değişebileceğinin Vakıa Açısından İspatı
Ahlâkın değişebileceğini vakıa açısından da şu şekilde ifade etmişlerdir: Yaşanan vakıa ortaya koymaktadır ki, belirli bir fıtrat üzere yaratılan hayvanlar bile eğitim ve antrenmanlarla terbiye altına alınmakta, istenilmeyen huylarından arındırıldıkları gibi, normal şartlarda yapamayacakları nice güzel işleri de rahatlıkla yapabilir hale gelmektedirler. Örneğin tabiatında saldırganlık ve yırtıcılık olan aslan, eğitim ve antrenman ile bir kedi gibi sevimli ve uysal olabilmektedir. Yine normal şartlarda başıboşluğu ve tembelliği seven köpek, eğitim ve antrenman ile tıpkı vazifeli memur misali emir almaya kilitlenmiş bir şekle sokulabilmektedir. Atlar, ayılar, balıklar, kuşlar ve daha nice hayvanlar, tabiatları farklı olmasına rağmen sırf bu eğitim ve antrenmanlar sayesinde hayal dahi edemeyeceğimiz kıvama gelebilmekte, çok güzel vasıflara sahip birer varlığa dönüşebilmektedirler. Hayvanların dahi bu şekilde fıtrî olan ahlâkları değiştirilebiliyorsa, en güzel şekilde yaratılan, ahsen-i takvim üzere kılınan insanoğlunun ahlâkı niye değiştirilmesin ki?
İmam Gazzalî rahimehullah, ahlâkın değişmeyeceğini düşünenlerin bazı zanlarını zikrettikten sonra onları reddetme sadedinde şöyle der:
“Eğer ahlâk değişmeyecek olsaydı o zaman tavsiyelerin, öğütlerin ve edeplendirici şeylerin bir anlamı kalmazdı. Ve yine Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem ‘Ahlâkınızı güzelleştirin’ demezdi. Hayvanların bile huylarının değişmesi mümkün iken Âdemoğlu hakkında bunun olması nasıl inkâr edilebilir ki?”[13]
İşte bu zikrettiğimiz gerekçelerden hareketle ahlâk konusunda kalem oynatan âlimlerimizin ve yazarlarımızın geneli, ahlâkın her iki kısmıyla da değişimi kabul edeceğini söylemektedir. Yani daha açık bir ifadeyle insanoğlunun ahlâkı eğitim ve terbiye ile değişir.
AHLÂK KONUSUNDA HERKES
AYNI KIVAMDA OLABİLİR Mİ?
İnsan ahlâkı değişimi ve gelişmeyi kabul eder; ama bu noktada herkse aynı kıvamda olabilir mi? Veya diğer bir deyişle herkesin istenilen düzeyde ve belirli bir seviyede ahlâklı olması mümkün müdür?
Elbette her insan yaratılış kabiliyetleri bakımından diğer insanlardan farklıdır. Kimisi iradeli ve güçlü iken, kimisi sönük ve zayıftır. Kimisi tuttuğunu koparacak azme sahipken, kimisi kendini ancak idare edecek kadar bir şeyler becerebilir. Yani ahlâkı değiştirme noktasında insanların bazısı % 100 bir performans ortaya koyabilirken, bazısının performansı % 50 düzeylerinde kalmaktadır. Bu oranlar her insanda değişiklik arz eder. Bu nedenle herkesin aynı düzeyde bir ahlâka sahip olmasını beklemek yanlış olur. Bu noktada bize düşen gücümüz nispetinde güzel ahlâklı olmaya çalışmamız, imkânımız el verdiği ölçüde huylarımızı güzelleştirmeye gayret etmemizdir. Rabbimiz şöyle buyurur:
“O hâlde, gücünüz yettiği kadar Allah’tan korkun.” (64/ Teğâbun, 16)
“Allah, bir nefsi ancak gücünün yettiği şeyle sorulu tutar.” (2/Bakara, 286)
◆ ◆ ◆
Rabbim yaratılışlarımızı güzel kıldığı gibi, ahlâkımızı da güzelleştirsin ve hepimize güzel ahlâklı olmayı müyesser eylesin. (Allahumme âmin)
Ve’l-hamdu lillahi Rabbi’l-âlemîn
İbrahim Gadban
[1] Nakledeceğimiz bu asılları, Şam’ın meşhur âlimlerinden Abdurrahman Habenneke’nin “el-Ahlâku’l-İslâmiyye ve Ususuhâ” adlı kıymetli eserinden aldık. Bkz. 1/517 vd.
[2] Kur’ân “zulüm” kelimesini “şirk” anlamında da kullanmıştır. Buna göre Allah’a zulüm etmekten maksat, O’na şirk koşmaktır.
[3] Tıpkı münafıkların yaptığı gibi… Onlar kendi tahminlerince Allah’ı kandıracaklarını sanmışlardı. Rabbimiz şöyle buyurur: “Şüphesiz münafıklar, Allah’ı aldatmaya çalışırlar. Hâlbuki asıl O, onları aldatmaktadır.” (4/Nisa, 142)
[4] Bkz: sf. 41.
[5] Müslim rivayet etmiştir.
[6] Tirmizî rivayet etmiştir.
[7] Tirmizî rivayet etmiştir.
[8] Bu zatın yüzünde birkaç tane kılıç darbesi olduğu için Peygamberimiz onu “Eşecc/yaralı” diye lakaplandırdı. Bu nedenle birçok kaynakta “Eşecc” lakabı sanki bu zatın adıymış gibi zikredilir. Doğru olanı ise adının “Münzir b. Âiz” olduğu, “Eşecc” kelimesinin ise ona lakap olarak verildiğidir.
[9] Müslim ve Ebu Dâvud rivayet etmiştir.
[10] Taberânî rivayet etmiştir. Hadis “hasen”dir.
[11] Buhâri ve Müslim rivayet etmiştir.
[12] “Hadisin zâhirinde iffetli olmak için çabalamak gibi bir lafız geçmediği halde neden böyle bir ilave zikrettiniz” diye sorulursa, buna şöyle cevap veririz: Arapçada istifâl babı kendi içinde bu anlama delalet eder. Yani bu babın özünde bir şey için çabalamak, gayret etmek, istemek, arzulamak gibi anlamlar vardır. Efendimiz sallallahu aleyhi ve sellem, hadisinde iffetli olmayı bu bâbtan gelen bir kelimeyle, yani “يسْتعْفِفْ” kelimesiyle ifade ettiği için biz bu ilaveyi zikrettik.
[13] İhyâu Ulûmi’d-Dîn, 3/70.