“O size istediğiniz her şeyden verdi. Eğer Allah’ın nimet(ler)ini saymaya kalksanız sayamazsınız. Kuşkusuz insan çok zalim, çok nankördür!” (İbrahim, 34)

DAVETİN HÜKMÜ

 

بسم الله الرحمن الرحيم

Rahmân ve Rahîm Olan Allah’ın Adıyla…

İnsanlara İslam’ı ulaştırmak ve iyiliği emredip kötülükten men etmek elbette her müslümanın en temel vazifelerindendir. Bu işin bir “vazife” olduğu hemen herkesin malumudur. Ancak:

  • Bu vazifenin hükmü nedir?
  • Her Müslüman bu işten sorumlu mudur?
  • Yoksa bu sorumluluk sadece bazı Müslümanları mı kapsamaktadır?

Bu ve benzeri sorulara mutlaka cevap bulunarak davetin kimlere farz olup, kimlere farz olmadığı açıklığa kavuşturulmalıdır. Biz burada meselenin kilit noktasında yer alan Âl-i İmrân 104. ayeti ele alarak konu hakkında malumat vermeye ve meselemize ışık tutmaya çalışacağız. Başarı yalnız Allah’tandır.

Rabbimiz şöyle buyurur:

Sizden; hayra çağıran, iyiliği (marufu) emreden ve kötülükten (münkerden) sakındıran bir topluluk bulunsun. İşte kurtuluşa erenler bunlardır.” (Âl-i İmrân, 104)

Bu ayette Rabbimiz bizlere hayra davet etmeyi, emr-i bi’l-ma’rûf yapmayı ve münkerden nehyetmeyi farz kılmıştır. “Hayra davet” ile kastedilen her şeyden önce İslam’dır. Emr-i bi’l-ma‘rûf’un en büyüğü tevhit; sakındırılması gereken şeylerin en önceliklisi de “şirk”tir.

Ayette Sizden bir topluluk bulunsun” ifadesi geçmektedir. Bu ifadenin ne anlama geldiği ulema arasında farklı yorumlanmış ve davetin herkese mi, yoksa Müslümanlardan yalnız bir guruba mı has olduğu bir hayli tartışılmıştır. Şimdi biz bu iki görüşü de tek tek zikretmeye çalışacağız:

  1. Bazı âlimler ayette yer alan “sizden” ifadesinin “ba‘dıyet/bazılık” anlamına geldiğini ifade etmiştir. Buna göre mana şöyle olur: “Sizden hayra çağıran, iyiliği (marufu) emreden ve kötülükten (münkerden) sakındıran özel bir gurup bulunsun…” Bu manaya göre tebliğ her müslümanın görevi değil, Müslümanlar içerisinde sadece âlimlerin ve bilginlerin görevidir.
  2. Bazı âlimlere göre de buradaki sizden” ifadesi “beyan” anlamına gelmektedir. Buna göre mana: “Siz hayra çağıran, iyiliği (marufu) emreden ve kötülükten (münkerden) sakındıran bir gurup olun…” şeklinde olur. Ayete bu şekilde mana verildiğinde tebliğ her müslümanın kaçınılmaz bir görevi haline gelir.

Birinci görüşe göre tebliğ her müslümanın görevi değildir. Bu farziyet ancak ilmî yeterliliği olan belirli bir zümreyi kapsamaktadır. Bunların haricinde kalan hiç kimsenin tebliğ yapmaya ve insanları kötülükten sakındırmaya hakkı yoktur. Eğer böyle bir şey yaparsa hataya düşmüş ve günah işlemiş olur!

İkinci görüşe göre tebliğ her müslümana farzdır. Her Müslüman gücü nispetinde insanları kötülükten alıkoymak ve onlara iyiliği emretmekle mükelleftir.

Şimdi bu meselenin detayını zikretmeye çalışalım.

Birinci görüş mutlak olarak zikredildiğinde çok isabetli değildir. Zira her Müslüman bildiği ölçüde akidesini insanlarla paylaşmalı, onların eksik noktalarını tespit ederek davasını diğer insanlara ulaştırmalıdır. Bu gün kimi çevreler ayete verilen birinci manayı esas alarak normal Müslümanların tebliğ yapamayacağını, daveti insanlara ancak âlimlerin ulaştırabileceğini, Müslümanların bununla sorumlu olmadığını sürekli dillendirmekte ve Müslümanların tebliğini zayıflatmaya çalışmaktadırlar. Biraz önce de söylediğimiz gibi bu görüşün mutlak manada zikredilmesi, bize göre hatalı ve yanlıştır. Her ne kadar dinin hassas ve ince meselelerini âlimlerin tebliğ etmesi doğru olsa da, bunu her meseleye teşmil etmek/genelleştirmek doğru değildir. Zira her Müslüman ~bilmediği ve içinden çıkamayacağı konulara dalmamak şartıyla~ bildiği ölçüde dinini anlatmalıdır. Bu, hem Kur’ân ayetlerinin, hem de Rasûlullah sallallâhu aleyhi ve sellem’in hadislerinin üzerinde ısrarla durduğu bir hakikattir. Rabbimiz şöyle buyurur:

“Siz, insanlar için çıkarılmış iyiliği emreden, kötülükten alıkoyan ve Al­lah’a iman eden hayırlı bir üm­metsiniz…” (Âl-i İmrân, 110)

Bu ayet; iyiliği emredip, kötülükten men ettiğimiz ve Allah’a iman ettiğimiz sürece bizlerin en hayırlı ümmet olacağını ifade etmektedir. Bu ayette iyiliği emredip, kötülükten men etmenin her hangi bir zümreye has kılınmadığını, aksine tüm ümmetin bu noktada muhatap alındığını görüyoruz. Bu da bizlere herkesin gücü nispetinde iyiliği emretmek ve kötülükten men etmekle sorumlu olduğunu ifade etmektedir. Zikredeceğimiz şu ayetlerde emr-i bi’l-ma’rûf ve nehy-i ani’l-münker görevinin her müslümanın bir vazifesi olduğuna işaret etmektedir:

“İman eden erkekler ve kadınlar, birbirlerinin velisidirler. Onlar iyiliği emreder, kötülükten menederler.”  (Tevbe, 71)

“İsrailoğullarından kâfir olanlara, Dâvud ve Meryem oğlu İsâ diliyle lânet edilmiştir. Bu, baş kaldırmaları ve aşırı gitmeleri sebebiyledir. Onlar yaptıkları kötülüklerden birbirlerini engellemezlerdi. Yapmakta oldukları ne kötü idi!”  (Mâide, 78-79)

“Onlar kendilerine yapılan hatırlatmaları unutunca biz kötülükten menedenleri kurtardık; zalimleri de Allah’a karşı gelmelerinden ötürü şiddetli bir azaba uğrattık.”  (A’râf, 165)

Rasûlullah sallallâhu aleyhi ve sellem’in şu buyrukları da aynı manayı vurgulamaktadır:

“Kim bir kötülük görürse, onu eliyle değiştirsin. Şayet eliyle değiştirmeye gücü yetmezse, diliyle değiştirsin. Diliyle değiştirmeye de gücü yetmezse, kalbiyle düzeltme cihetine gitsin ki, bu imanın en zayıf derecesidir.”[1]

“Nefsim kudret elinde olan (Allah)’a yemin ederim ki; ya iyiliği emreder, kötülüğü yasaklarsınız, ya da Allah size katından bir ceza gönderir de sonra O’na dua edersiniz, duanıza icabet edilmez!”[2]

Zikrettiğimiz bu deliller güç nispetinde her müslümanın bulunduğu ortamdaki kötülükleri gidermeye çabalaması gerektiğini ifade etmektedir. Bu ayet ve hadislerde her hangi bir ayırım söz konusu değildir. Binaen aleyh, her müslümanın gücü nispetinde şirk olduğu kesin olan hususları anlatması ve tevhide insanları davet etmesi gerekmektedir. Ayrıca bu şu açıdan da faydalıdır: Bir insan kendi akrabalarının durum ve konumunu diğer insanlara nispetle en iyi bilen kimsedir. Biz eğer tebliği sadece ulema gurubuna has kılarsak o zaman tam bir netice alamayız; zira tebliğ yapan âlim insanların eksiklerini hakkıyla bilemeyebilir. Bu nedenle insanın kendi akrabalarına uyarıda bulunması diğer insanların uyarıda bulunmasından çok daha makul ve çok daha hayırlıdır. Tüm bu sebeplerden dolayı tebliği belirli bir guruba has kılarak diğerlerine bu görevi yasak saymak uygun bir tutum değildir.

Bununla beraber dinin hassas ve ince meselelerine dair uyarı ve tebliğde bulunmak elbette âlimlerin görevidir. Bilmeyen insanların böylesi meselelerde konuşması asla söz konusu olamaz. Sıradan Müslümanlar sadece dinde herkesin bildiği meşhur meselelerde uyarı ve tebliğde bulunabilir. Detaylar hakkında konuşmak onların vazifesi değildir. İşte ayet-i kerimeye “ba‘dıyet” manası vermek ancak bu durum göz önüne alındığında söz konusu olabilir. Aksi halde ayete bu manayı vermek uygun değildir.

Konumuzu özetleyecek olursak; bu mesele hakkında üç görüş ortaya atılmıştır:

  1. Davet, sadece âlimlerin ve dini tüm detayıyla bilen kimselerin görevidir.
  2. Davet, her müslümanın görevidir.
  3. Davet, herkesin malumu olan temel meselelerde her müslümanın; detay meselelerde âlimlerin görevidir.

Biz son görüşü tercih ediyor ve her müslümanın bildiği konularda insanları şirk ve küfürden sakındırarak tevhide yönlendirmesinin bir zorunluluk olduğuna inanıyoruz. Bununla beraber Müslümanlar içlerinden kendilerini davet ve tebliğe vakfetmiş bir gurup çıkarmalıdırlar. Bu, ayet-i kerimenin ifadesi ile Allah’ın bir emridir. Allah’ın bu emrini yerine getirmek tüm Müslümanların boynunun borcudur. Rabbim bu sorumluluğu yerine getirebilmeyi bizlere nasip ve müyesser eylesin. (Âmin)


 

 

 

Faruk Furkan

 



[1] Müslim, İman 78.

[2] Tirmizî, Fiten 9.

Okunma Sayısı:4318