“Ey kavmim, şu peygamberlere uyun. Uyun şu sizden hiçbir ücret istemeyenlere!...” (36/Yâsîn, 20, 21)

DAVETTE METODUN ÖNEMİ

 

بسم الله الرحمن الرحيم

Rahmân ve Rahîm Olan Allah’ın Adıyla…

Her işte olduğu gibi davet ve tebliğde de metodun son derece önemli bir yeri vardır. Belirli bir metot gözetilmeden yapılan işler başarısız olmaya mahkûmdur. Bu nedenle her işimizi bir metoda, bir usule göre yapmak zorundayız. Hasta birisini bir doktora götürüp sonrada doktorun verdiği reçeteyi uygulamayanlar usulsüzlük yaptıkları için hastayı tehlikeye atmışlardır. Verilen reçetedeki ilaçları alıp onları doktorun gösterdiği şekilde uygulamayanlar yine usulsüzlük yapmışlardır. Bunlar yine hastayı tehlikeye atmış olurlar. Hatta öyle ki hastanın bu nedenle ölmesi bile söz konusu olabilir. Bir öğrenci için de aynı şey söz konusu. Eğer öğrenciye henüz öğretilmeyen bir şeyi ders olarak verirsek, öğrenci doğal olarak bunu beceremeyecek, sonunda başarısız olacaktır. Öğrencinin başarılı olmasını istiyorsak ona her şeyden önce uygun bir metoda göre eğitim vermeliyiz. Aksi halde başarısızlık kesindir.

Davet ve tebliğde de durum aynı. Eğer davetimizde başarılı olmak istiyorsak her şeyden önce muhatabımıza vermek istediğimiz mesajı güzel bir metotla aktarmalıyız. Güzel bir üslupla, güzel bir zamanda, güzel bir dille, güzel bir tarzla… Evet, buna dikkat edersek işte o zaman tebliğlerimiz sonuç verecek ve meyveler ancak o zaman devşirilecektir.

Eskilerimizin bir lafı var: “Vusulsüzlüğümüz usulsüzlüğümüzdendir” diye. Bu söz gerçektende çok doğru bir sözdür. Yani bir neticeye ulaşamamamız hep metotta hata ettiğimizden dolayıdır. Bu nedenle eğer hedefimize doğru bir şekilde varmak istiyor ve bu noktada hataya düşmekten korkuyorsak doğru bir metot takip etmeliyiz. Aksi halde başarısızlığımız muhakkaktır. Şimdi davette nasıl bir metot takip etmemiz gerektiğine dair kısa bilgiler vermeye çalışacağız.

a) İlmen Hazırlıklı Olmalıyız

Davete başlamadan önce anlatıp tebliğ edeceğimiz şeylere dair güzel bir bilgiye sahip olmamız gerekmektedir. Yani Müslümanın tebliğ yapacağı meseleye dair ilmen hazırlıklı olması zorunludur. Eğer anlatacağı şeylere dair güzel bir malumat edinmezse o zaman hem kendisini hem de davasını rezil eder. Karşıdaki insanlara davayı yanlış tanıtma gibi bir mesuliyetin altına girer. Bu nedenle davetçi bilmediği şeyler hakkında konuşmamalı, bilmedikleri hususunda davet girişiminde bulunmamalıdır.

İslam’da ilim amelden önce gelir. Bir şeyin uygulamasına ve tebliğine geçmeden önce o şeye dair ciddî bir malumat sahibi olmak lazımdır. Bu nedenle İmam Buharî kitabının bir bölümüne “İlim Söz ve Amelden Öncedir” şeklinde bir başlık atmıştır.[1] Bu başlık ile Müslümanların söz söylemeden ve amel işlemeden önce meseleye ilişkin bir bilgiye sahip olmaları gerektiğine işaret etmiştir. Bu gerçektende çok önemlidir.

Bizler evine kapanmış, toplumunu ve toplumunun sorunlarını bilmeyen, insanlarla sıcak ilişkiler kurmayan, kitaplar arasında boğulmuş bir âlimi nasıl ki kabul etmiyor ve eleştiriyorsak, aynı şekilde anlattığı şeylere dair yeterli malumatı olmayan, bilgisiz, cahil ve ne dediğini bilmeyen davetçileri(!)de kabul etmiyor ve eleştiriyoruz. İlimle daveti asla birbirinden ayıramayız. Bir davetçi tebliğ ettiği esasların âlimi, bir âlimde inandığı şeylerin davetçisi olmalıdır. Bu böyle olmadığı zaman İslam zarar görür, gün be gün daha da zayıflar. Burada yeri gelmişken şöyle bir ayırıma dikkat çekmemiz gerekir: Davetçi demek âlim demek değildir. Her âlim davetçi olamayacağı gibi, her davetçi de âlim olamaz. Ama her davetçinin mutlaka davet ettiği esaslara dair ciddi malumatı olmalı, neye davet ettiğini delilleri ile çok iyi bilmelidir. Aynı şekilde âlimin de asıl olarak davetçi olması gerekmektedir. Âlim kürsüsüne oturur veya kendisi için yapılmış rahlesine diz çöker ve yanına gelen kimselere ders verir. Ama davetçi böyle değildir. O kendisine gelenlere değil, bilakis kendisine gelmeyenlere gider. Yani davetçi insanlara bir şeyler ulaştırabilmek için yollara düşer, kapı kapı, dükkân dükkân hatta gerekirse şehir şehir gezer ve inandığı ilkeleri insanlarla paylaşmak için bir gayretin içerisine girer. Yani davetçi aksiyon adamıdır. Durağanlık, donukluk ve gevşeklik onda bulunmaz. İşte âlim ile davetçi arasındaki en önemli farklardan birisi belki de budur. Gönül ister ki tüm âlimlerimiz böyle olsun…

Davetçinin sadece anlatacağı şeyleri bilmesi de yeterli değildir. Bununla birlikte muhatabını, onun durumunu, şartları, ortamı, çevreyi ve buna benzer bilinmesi zorunlu olan şeyleri de bilmesi gerekmektedir. Bu iki husustan birisini bilmede hata ettiği zaman, davetinde beklenen başarıyı elde edemeyecektir. Bu nedenle davetçinin bilgi olarak saydığımız şeylere dair önemli oranda bilgi sahibi olması gerekmektedir. Bu onun, davetine ilmen hazırlanmasının bir zorunluluğudur. Aksi halde muhatabına hazırlıksız yakalanıp, son anda mat olabilir!

b) Güvenilirliğimizi İspat Etmeliyiz

Bu konu belki de davetçilerin, muhatapları tarafından en çok eleştirildiği konuların başında gelmektedir. Bu gün Müslümanlar maalesef Rasûlullah’ın en temel vasfı olan “eminlik” sıfatını kaybetmiş durumdadırlar. Üzülerek belirtmemiz gerekir ki, Müslümanlar emin değildirler. Bırakın müşrikleri, Müslümanlara karşı bile güvenilirliklerini yitirmiş durumdadırlar. Bu, tabii ki her müslüman için geçerli değildir. Allah’a hamdolsun ki, çevremizde tanıdığımız çok temiz, dürüst, ahlaklı ve güvenilir müslümanlar vardır. Allah böylesi kardeşlerimizin sayısını artırsın ve hepimize onların ahlakından nasip etsin.

Bu gün bizlerin ve akidesi bozuk birçok insanın şikâyet ettiği nokta: Müslümanların sözlerinde durmayışı, emanetlerine riayet etmeyişi ve güvenilir olmayışıdır. Birçok Müslüman söz verdiğinde sözünde durmuyor. Emanet aldığında emanetine riayet etmiyor. Başkalarının mallarına göz koyuyor. Eliyle ve diliyle hem muvahhid kardeşlerine hem de diğer insanlara zarar veriyor. Tüm bu vasıflar aslında Müslümanların değil, müşrik ve münafıkların vasıflarıdır. Bu vasıflar asla bir müslümanda olmamalıdır. Aksi halde önderi Hz. Muhammed’e muhalefet etmiş ve onun yolundan sapmış olur.

İnsanlara dini götürmeden önce onlara karşı güvenilirliğimizi ispat etmek zorundayız. Onlar her konuda bizlere güvenebilmelidirler. Malları, canları ve ırzları hususunda kendi dostlarına duymadıkları güveni bizlere duymalıdırlar. İşte biz böylesine ciddi bir şekilde güven ispatı yapamazsak, o zaman insanların bizim davamıza inanmasını beklemek hayal kurmaktan başka bir şey olmayacaktır. Bu nedenle tebliğden önce güven temini şarttır.

Bizler hayatımızın her noktasında Rasûlullah sallallâhu aleyhi ve sellem’i örnek almak zorundayız. O, bizim için en ideal örnektir. Rabbimiz şöyle buyurur:

“Andolsun, Allah’ın Resûlünde sizin için; Allah’a ve ahiret gününe kavuşmayı uman, Allah’ı çok zikreden kimseler için güzel bir örnek vardır.” (Ahzab, 21)

(Resûlüm!) De ki: Eğer Allah’ı seviyorsanız bana uyunuz ki Allah da sizi sevsin ve günahlarınızı bağışlasın. Allah son derece bağışlayıcı ve esirgeyicidir.” (Âl-i İmrân, 31)

Rasûlullah sallallâhu aleyhi ve sellem’in hayatını gözden geçiren herkes O’nun müşrikler tarafından bile güvenilir kabul edildiğini görecektir. O’nun “el-emîn” diye adlandırıldığı herhalde herkesçe malumdur. Bu hususta Ebu Sufyan ile Rum kralı Herakleios arasında geçen konuşmayı buraya almamın faydalı olacağını düşünüyorum; zira burada Allah Rasûlünün en çetin düşmanlarından birisi olan Ebu Sufyan bile O’nun güvenilir olduğunu, asla yalan söylemediğini ve anlaşmaları bozmadığını itiraf etmiş ve Rasûlullah’ı hak ettiği şekilde vasfedegelmiştir. Hadisin Buhârî’de yer alan şekli şöyledir:

Hz. Peygamber’in Ebû Süfyan ve Kureyş kâfirleri ile Hudeybiye antlaşma­sını imzaladığı mütâreke günlerinde Ebû Süfyan, Şam’a ticaret için giden bir Kureyş kervanında bulunuyordu. (Rum imparatoru) Herakleios, Kureyşli ker­vanla birlikte Ebû Süfyan’ı huzuruna çağırttı. Ebû Süfyan ve arkadaşları Herakleios’un huzuruna girdiler. O zaman Herakleios ve yanındakiler İliya'da (Ku­düs’te) idiler. Rumların ileri gelenleri ile birlikte iken imparator bunları huzuruna çağırdı ve tercümanının da gelmesini emretti.

Tercüman: Peygamberim diyen bu adama hanginiz soy olarak daha yakın­dır? diye sordu.

Ebu Süfyan anlatıyor: “Benim” dedim.

Bunun üzerine Herakleios: “Onu yanıma, arkadaşlarını da yakınıma getirin. Onun arkasında dursunlar” dedi. Sonra tercümanına dönüp dedi ki:

“Bunlara de ki: Ben bu zat hakkında bu adama bazı şeyler soracağım. Bana yalan söylerse onu yalanlasınlar.”

Ebu Süfyan dedi ki: “Vallahi arkadaşlarım yalan söylediğimi etrafta yayarlar diye utanmasaydım onun (peygamberin) hakkında yalan söylerdim.” Herakleios’un ilk sorusu şu oldu:

~İçinizde soyu nasıldır?

~Onun içimizde soyu pek büyüktür, dedim.

~İçinizden daha önce peygamberlik iddiasında bulunan kimse var mıydı? diye sordu.

~Yoktu, dedim.

~Babaları içinde hiçbir melik (kral) var mıdır? dedi.

~Hayır, dedim.

~Ona uyanlar, halkın önde gelenleri mi, yoksa güçsüzleri mi?

~Halkın zayıf olanları.

~Ona uyanların sayısı artıyor mu, azalıyor mu?

~Artıyorlar.

~Onun dinine girdikten sonra beğenmeyerek dininden dönenler var mıdır?

~Yoktur.

~Kendisinin peygamber olduğunu söylemeden önce onu yalan ile itham et­tiğiniz olmuş mudur?

~Hayır.

~Hiç anlaşmalarını bozar mı?

~Hayır bozmaz. Ancak biz şimdi onunla bir süreliğine ateşkes yaptık. Bu sü­re içinde ne yapacağını bilmiyoruz. (Ebû Süfyan dedi ki “Peygamber’i kötülemek adına araya katacak bundan başka bir söz bulamadım.”)

~Onunla hiç savaş yaptınız mı?

~Evet yaptık.

~Bu savaşlar nasıl sonuçlanıyor?

~Karşılıklıdır, bazen o yener, bazen biz yeneriz.

~Size neyi emrediyor?

~Bize; yalnızca Allah’a kulluk edin, hiçbir şeyi O'na ortak koşmayın, ataları­nızın inanıp söyledikleri şeyleri terk edin, diyor. Namazı, doğruluğu, iffeti ve akraba ile ilişkiyi sıkı tutmayı emrediyor.

Bunun üzerine Herakleios tercümanına dedi ki:

“Ona söyle: Soyunu sordum, içinizde yüksek bir soya sahip olduğunu söy­ledin. Peygamberler de zaten böyle toplumlarının yüksek soya sahip olanların­dan gönderilirler. Aranızda daha önce peygamberlik iddiasında bulunan olup olmadığını sor­dum, olmadığını söyledin. Daha önce böyle birisi olsaydı, bu adam da kendisin­den önceki bir söze uymuş kimsedir, derdim. Babaları içinde hiçbir hükümdar gelip gelmediğini sordum, gelmediğini söyledin. Babaları içinden bir hükümdar gelmiş olsaydı, bu da babasının kral­lığını geri almaya çalışıyor, derdim. ‘Peygamberlik iddia etmeden önce onun yalan söylediğini duydunuz mu?’ diye sordum, duymadığınızı söyledin. Ben ise biliyorum ki önceden halka yalan söylememiş bir kimse sonradan Allah’a yalan söylemeye cüret etmez. ‘Ona tabi olanlar önde gelenler, güçlüler midir, zayıflar mıdır?’ diye sordum. Zayıfların ona bağlandığını söyledin. Peygamberlerin bağlıları da zaten zayıf kimselerdir. ‘Ona uyanlar artıyor mu azalıyor mu?’ diye sordum, arttığını söyledin. İman işi tamamlanıncaya kadar hep bu şekilde artarak gider. Onun dinine girenlerden, bu dini beğenmeyerek dönenler olup olmadığını sordum, yoktur dedin. İman da kalplere karışıp kökleşinceye kadar böyledir. ‘Hiç anlaşmalarını bozar mı?’ diye sordum, bozmadığını söyledin. Peygamber­ler de böyledir, anlaşmalarını bozmazlar. ‘Size ne emrediyor?’ diye sordum. Yalnız Allah’a kulluk edip, ona hiçbir şeyi ortak koşmamayı emrettiğini, putlara kulluğu yasakladığını, namazı, doğruluğu ve iffeti emrettiğini söyledin. Bu söylediklerin doğruysa şu ayaklarımın bastığı yerlere yakında O zat sahip olacaktır. Ben zaten bir peygamberin yakında çıkacağını biliyordum. Ancak sizin içinizden olacağını tahmin etmezdim. Onun yanına varabileceğimi bilsem, onunla buluşmak için her türlü zahmete katlanır­dım. Yanında olsaydım ayaklarını yıkardım!”[2]

Bu rivayet, Rasûlullah’ın, düşmanları tarafından bile ne kadar güvenilir olduğunu ispatlaması açısından oldukça önemlidir. O’nun en azılı düşmanları bile Mekke’de iken mallarını kendisine teslim ederler, emanetlerini O’nun himayesine bırakırlardı. Tüm bunlar Efendimizin ne denli yüce bir ahlaka sahip olduğunu anlatma hususunda yeterlidir. Bu günde bizler Allah düşmanlarına aynı ifadeyi kullandıramaz ve onlara “Bunlardan zarar gelmez, bunlar emin ve güvenilir insanlardır” dedirtemezsek bizim tebliğlerimizin asla faydası olmayacaktır. Tebliğ asıl olarak dil ile değil hal ve davranışlarla olmalıdır. Amelimiz bozuk, ahlakımız kötü, eminliğimiz zedeli ise hiç kimse kusura bakmasın, anlattıklarımız asla fayda vermeyecektir. Çünkü insanlar laftan öte amele, ahlaka ve davranışa bakarlar. Bunlar iyi ise anlatmayı hakkıyla beceremezsek bile tebliğimiz fayda verir; ama bunlar kötü ise ağzımızla kuş tutsak, edebiyatın en âlâsını parçalasak bile tebliğimiz asla fayda vermez. İşte buna dikkat etmeli ve tebliğ yapacağımız kimselere her şeyden önce güvenilirliğimizi ispat etmeliyiz. Bunu becerdiğimizde Allah’ın yardımı ve desteği ile insanları kazanmamızın önünde artık hiçbir engel kalmamış olacaktır.

c) Güzel Öğüte, Tatlı ve Yumuşak Söze Dikkat Etmeliyiz

Muhatabımıza davamızı ulaştırırken dikkat etmemiz gereken en önemli şeylerden birisi de hiç şüphesiz tatlı dilli ve güler yüzlü olmamızdır. Onlara güzel bir üslupla davamızı anlattığımızda kabul etmeleri daha kolay olacak, kabul etmeseler dahi en azından düşmanlık etmeyeceklerdir. Bu noktada birçok Kur’an ayeti bulmak mümkündür. Bakınız Rabbimiz ne buyurur:

(Ey Muhammed!) Rabbinin yoluna, hikmetle, güzel öğütle çağır ve onlarla en güzel şekilde mücadele et. Şüphesiz senin Rabbin, kendi yolundan sapanları en iyi bilendir. O, doğru yolda olanları da en iyi bilendir.” (Nahl, 125)

Bu, Allah tarafından bir emirdir. İnsanları Allah’ın yoluna güzel bir üslupla, hikmetli sözlerle çağırmak gerekir. Eğer böyle olmazsa o zaman insanlara davayı anlatmamız asla mümkün olmaz; zira zaten insanlar bizleri dinlemeye pek de hevesli değillerdir. Bu nedenle kendimizi onlara dinletebilmek için bizim çabalamamız, bizim gayret etmemiz gerekmektedir. Bir diğer ayette Rabbimiz şöyle buyurur:

Firavun’a gidin. Çünkü o, tağutlaştı. Ona yumuşak söz söyleyin. Belki öğüt alır yahut korkar.” (Tâ-hâ, 43, 44)

Ayette Firavun gibi yeryüzünün en zorba şahsiyetine bile yumuşak ve tatlı bir üslupla davet yapılması emredilmiştir. Kaldı ki bizim davet yaptığımız insanlar zulüm ve küfürde Firavun’un tırnağı bile olamazlar. Eğer Firavun’a bile böylesi bir üslupla tebliğ götürülmesi emredilmişse, acaba zulüm ve küfürde ondan daha aşağı seviyede olanlara nasıl tebliğ götürülmelidir?

Bir gün adamın birisi halife Me’mun’un huzuruna girer ve çok sert bir üslupla onu uyarır. Bu durumu gören Me’mun adama: “Allah senden daha hayırlı birisini benden daha şerli birisine gönderdi ve ‘Ona yumuşak söz söyleyin. Belki öğüt alır yahut korkar’ buyurarak yine de ona yumuşak bir üslup kullanılmasını emretti” dedi.[3]

Bizim tebliğ yaptığımız kişiler muhtemelen Firavun kadar kâfir ve despot olamaz. Bizde Musa aleyhisselam kadar hayırlı olamayız. Eğer Musa aleyhisselam bile Firavun gibi birisine yumuşak bir üslupla tebliğ yapmışsa bizim, etrafımızdaki insanlara çok daha yumuşak, çok daha kibar ve çok daha güzel bir dille tebliğ yapmamız gerekmektedir.

Rabbimiz yine şöyle buyurur:

İyilikle kötülük bir olmaz. Sen kötülüğü en güzel bir şekilde sav.(Böyle yaparsan) Bir de bakarsın ki, seninle arasında düşmanlık bulunan kimse sanki sıcacık bir dost oluverir!” (Fussilet, 34)

Subhanallah! Ayet ne kadar da etkileyici! Eğer kötülüğü güzellikle def eder, yanlış davranışlara güzelce karşılık verirsek karşımızdaki kişi bize dost olacakmış! Bundan daha güzel bir teselli olabilir mi? İnsanlar bizim davet ettiğimiz şeyleri kabul etmeseler bile sırf güzel tebliğimizden ve yumuşak dilimizden dolayı bizlere karşı samimi olacaklar; davamızı kabul etmeseler bile en azından bize düşman olmayacaklardır. Bu gerçektende dikkat edilmeye değer bir husustur.

Rasûlullah sallallâhu aleyhi ve sellem’in hayatında da bunun pratiğini görmemiz mümkündür. O, en şedit düşmanlarına da, en samimi dostlarına da hep yumuşak üsluplarla ikaz ve uyarı yapmıştır. Burada bir kaç örnek vermenin yerinde olacağını düşünüyorum.

1) Muâviye İbnu’l-Hakem es-Sülemî radıyallâhu anh şöyle anlatır:

“Bir ara ben Rasûlullah sallallâhu aleyhi ve sellem ile beraber namazda idim. Derken cemaatten bir adam aksırıverdi, ben de, (aksıran bir kimseye söylendiği gibi) “Yerhamukallah/Allah sana merhamet etsin!” dedim. Bunun üzerine cemaat, (gözlerini bana dikip âdeta) gözleriyle beni kuşattılar. Ben de; “Vay başıma gelenlere! Ne oluyor da bana öyle ba­kıyorsunuz?” dedim. O zaman da cemaat (beni susturmak için) ellerini uyluklarına vurdular. Ben, on­ların beni susturduklarını görünce: “Size ne oluyor da beni sus­turuyorsunuz?” dedim, ama (yine de) sustum. Nihayet Rasûlullah sallallâhu aleyhi ve sellem ~anam, babam O’na feda olsun! Ne O’ndan önce, ne de O’ndan sonra O’nun kadar güzel öğreten hiç bir öğretmen görmedim!~ (namazını bi­tirip) dönünce, vallahi, O beni ne dövdü, ne azarladı, ne de bana kötü söz söyledi; fakat şöyle buyurdu: “Muhakkak ki, şu namazımızda insan kelâmından hiçbir şey (söylemek) uygun olmaz. O, ancak tes­bih, tekbir ve Kur’an okumadan ibarettir.”[4]

2) Rasûlullah sallallâhu aleyhi ve sellem’in yanına bir genç geldi ve “Ey Allah’ın Rasûlü! Zina etmem için bana izin ver” dedi. O mecliste bunu duyanlar “Bu işten vazgeç” diyerek ona bağırıp-çağırdılar. Rasûlullah sallallâhu aleyhi ve sellem “Onu bırakın, bana doğru yaklaşsın” buyurdu. Genç Rasûlullah sallallâhu aleyhi ve sellem’e yaklaşıp önüne oturdu. Rasûlullah ona:

~Bunu annen için ister misin? buyurdu. Genç:

~Hayır, dedi. Rasûlullah sallallâhu aleyhi ve sellem: İnsanlarda bunu anneleri için istemezler, buyurdu. Sonra:

~Peki, kızın için ister misin? buyurdu. Genç:

~Hayır, dedi. Rasûlullah sallallâhu aleyhi ve sellem: İnsanlarda bunu kızları için istemezler, buyurdu. Sonra:

~Peki, bacın için ister misin? buyurdu. Genç:

~Hayır, dedi. Rasûlullah sallallâhu aleyhi ve sellem: İnsanlarda bunu bacıları için istemezler, buyurdu. Sonra:

~Peki, halan için ister misin? buyurdu. Genç:

~Hayır, dedi. Rasûlullah sallallâhu aleyhi ve sellem: İnsanlarda bunu halaları için istemezler, buyurdu. Sonra:

~Peki, teyzen için ister misin? buyurdu. Genç:

~Hayır, dedi. Rasûlullah sallallâhu aleyhi ve sellem: İnsanlarda bunu teyzeleri için istemezler, buyurdu. Sonra şöyle dedi:

“Kendin için istemediğini onlar içinde isteme! Kendin için sevip, arzuladığını onlar için de sevip, arzula!

Bundan sonra genç “Ey Allah’ın Rasûlü! Kalbimi temizlemesi için Allah’a dua eder misiniz?” dedi. Rasûlullah sallallâhu aleyhi ve sellem elini gencin göğsü üzerine koyarak: “Allah’ım! Onun günahını bağışla, kalbini temizle ve avret mahallini muhafaza et!” diye duada bulundu. Bundan sonra genç böylesi şeylere hiç dönüp bakmadı.[5]

3) Ebû Hureyre radıyallâhu anh anlatır: Bir bedevî mescide işedi. Oradakiler hemen ona ceza vermek için, ona doğru hare­ket ettiler. Rasûlullah sallallâhu aleyhi ve sellem hemen onlara: “Onu bırakınız, sonra sidiğinin üzerine bir dolu kova su dökünüz. Çünkü sizler ancak ko­laylık göstericiler olarak gönderildiniz, güçlük göstericiler olarak gönderilmediniz” buyurdu. [6] Diğer bir rivayette ise adamı yanına çağırdı ve ona şöyle dedi: “Bu mescitlere ne işemek uygundur ne de pisletmek. Buralar ancak Allah’ı anmak, namaz kılmak ve Kur’an okumak için (yapılmıştır.) Bunun üzerine bedevi şöyle dua etti: “Allah’ım! Bana ve Muhammed’e rahmet et, bizden başka hiç kimseye rahmet etme! Bunu duyan Rasûlullah sallallâhu aleyhi ve sellem şöyle dedi: “Sen geniş olanı daralttın/Allah’ın geniş rahmetini kısıtladın!”

4) Âişe radıyallahu anhâ anlatır: Bir Yahudi toplu­luğu Peygamber sallallâhu aleyhi ve sellem’e geldi ve (“selâm size!” yerine “ölüm size!” anlamına gelen) “es-Sâmu aleykum” dediler. Bunun üzerine Hz. Âişe: “O, sizin üzerinize olsun, Allah sizlere lanet etsin, Allah sizle­re gazap etsin!” dedi. Rasûlullah sallallâhu aleyhi ve sellem: “Yavaş ol ey Âişe, incelik ve yumuşaklıkla muamele etmen lâzımdır; seni katılık ve aşırılıktan sakındırırım” buyurdu. Âişe radıyallahu anhâ: “(Yâ Rasûlallah!) Onların dediklerini işitmediniz mi?” dedi. Rasûlullah sallallâhu aleyhi ve sellem: “Sen de benim onlara ne söyle­diğimi işitmedin mi? Ben de onu onlara aynen iade ettim. Benim on­lar hakkındaki duam kabul olunur, fakat onların benim hakkımdaki dilekleri kabul olunmaz” buyurdu.[7]

Bu ve bezeri birçok hadis Rasûlullah sallallâhu aleyhi ve sellem’in insanların hatalarını düzeltmede çok yumuşak bir metot izlediğini ortaya koymaktadır. Bizim ~her konuda olduğu gibi~ bu konuda da O’nu örnek almamız ve tebliğlerimizde son derece şefkatli olmamız gerekmektedir. Rabbim hepimize O’nun yüce ahlakını nasip etsin. (Allamümme âmin!)

Yumuşak Huylu Olmanın Güzelliğine Dair Bazı Hadisler

Rasûlullah sallallâhu aleyhi ve sellem Abdü’l-Kays oğullarından bir zata şöyle buyurdu: “Sende Allah’ın sevdiği iki özellik vardır: Yumuşak huyluluk ve teennî/aceleci olmamadır.”[8]

“Allah Teâlâ (kullarına karşı) son derce lütufkârdır. (Onlara) her işte kolaylık ve yumuşaklık gösterilmesinden hoşnut olur.”[9]

“Yumuşak davranamayan kimse, bütün hayırlardan mahrum kalmış sayılır.”[10]

“Sizler kolaylık göstermek için gönderildiniz, zorluk çıkarmak için değil.”[11]

“Allah Teâlâ (kullarına karşı) son derce lütufkârdır. (Onlara) kolaylık gösterilmesinden hoşnut olur. Zorluk çıkaranlara ve başkalarına vermediği başarı ve sevabı, kolaylık gösterenlere verir.”[12]

“Nerede kolaylık varsa, orada güzellik vardır. Kolaylığın bulunmadığı her şey çirkindir.”[13]

d) Devamlılık Göstermeliyiz

Tebliğ ve davetimizin başarıya ulaşmasındaki en önemli faktörlerden birisi de hiç şüphesiz devamlılıktır. Az olup devamlı olan, çok olup devamsız olandan çok daha hayırlıdır. Devamı olmayan bir tebliğin faydası neredeyse yok gibidir. Bu nedenle tebliğ ettiğimiz insanları tebliğ sonrasında başıboş bırakmamalı, “Nasıl olsa anlattım” diyerek onları kendi kendilerine terk etmemeliyiz.

Tebliğde devamlılığın yeri büyüktür. 20-30 yıl küfrün zehirini yemiş bir kimseye birkaç kez panzehir vererek onun ayılmasını beklemek son derece yanlıştır. Böylesi birisinin kendisine gelip iyileşmesi için önemli oranda panzehir verilmesi gerekmektedir; aksi halde uyanması mümkün değildir.

Bizim derdimiz eğer gerçektende adam kazanmaksa tebliğlerimizin ardını getirmeli ve mümkünse tebliğ ettiğimiz insanları uygun bir ders ortamına çekmeliyiz.

Ders ortamları insanların hakkı kabul etmesine son derce yardımcı olan manevî ortamlardır. Orada birçok insanın bulunması kişide bir güven ve etkileşim meydanda getirir. Ders anında itiraz etme gibi bir olasılık olmadığı için muhatabın anlatılanları dinlemesi sağlanır. Bu da kişinin söylenenleri muhakeme etmesine ve hakkı ölçüp tartmasına yardımcı olur.

Kaliteli bir davetçinin verdiği sohbetin yerini ne kitap, ne broşür, ne kaset ne de CD. tutabilir; hiçbir şey böylesi güzel bir sohbetin yerini tutamaz. Tebliğlerimizin her ne kadar kitap gibi yazılı malzemelerle desteklenmesi gerekse de, bu konuda asıl olan yazılı metin değildir. Asıl olan yüz yüze gelerek karşıdakinin halet-i rûhiyesini, mimiklerini ve psikolojisini görerek usulüne uygun bir şekilde konuşmaktır. Bunun sayılamayacak kadar faydaları vardır. Konumuz bu olmadığı için detaya girmeyeceğiz.

Sonuç olarak; tebliğlerimizde istikrarlı olmamız ve sürekliliği sağlayarak davamızı muhatabımıza güzelce ulaştırabilmemiz gerekmektedir. Ders ve sohbetler bu istikrarı sağlayan en önemli unsurların başında gelmektedir.

e) Sabırlı Olmalıyız

Gelmiş geçmiş tüm peygamberler davalarını tebliğ ederken tahammülü çok zor sıkıntılara katlanmışlar, başarısızlık göstermemek için adeta o zorluklarla boğuşmuşlardır. İnsanlara bir şeyler anlatma derdinde olan bir tebliğcinin başına musibet ve belaların gelmesi kaçınılmazdır. Bu; Allah’ın bir kanunu, O’nun değişmeyen bir kuralıdır.

İslam’ı insanlara ulaştırırken onlardan tepki görmemiz, bir takım eziyetlere maruz kalmamız çok doğaldır. Bu, Rabbimizin Kur’an’da bildirdiği bir hakikattir. Andolsun, mallarınız ve canlarınız konusunda mutlaka imtihana çekileceksiniz. Sizden önce kendilerine kitap verilenlerden ve Allah’a ortak koşanlardan üzücü birçok söz işiteceksiniz. Eğer sabreder ve Allah’a karşı gelmekten sakınırsanız bilin ki, bunlar (yapmaya değer) azmi gerektiren işlerdendir. (Âl-i İmrân, 186) Onlardan eziyet verici şeyler işitmemiz ve farklı farklı işkencelere maruz kalmamız çok doğaldır; çünkü biz onlara kendilerinin yanlış bir yolda olduklarını anlatıyoruz. Birileri de bizlere aynı şekilde yanlış olduğumuzu anlatsa her halde aynı tepkiyi bizlerde verir, karşımızdakini kesinlikle kabul etmeyiz. Ama karşımızdaki her fırsatta samimiyet ve yumuşaklıkla bizlere bir şeyler anlatsa sanırım bundan etkilenir, kabul etmesek bile en azından yumuşaklık gösteririz.

İnsanlara İslam’ı götürürken tek rehberimiz Hz. Peygamber olmalı, O’nun bu yolda çektiği sıkıntılar bizlere teselli vermelidir. O, İslam’ı tebliğ etmek, Allah’ın dinini yüceltmek, şeriatı hâkim kılmak ve kendisine yüklenen görevi hakkıyla eda etmek için birçok sıkıntıya katlanmış ve bu uğurda kayda değer bir çaba sarf etmiştir. Rasûlullah’ın bu çabası bir davetçi için örnek olmalı ve toplumundan göreceği tepkiler için ona yol göstermelidir.

Tebliğ yolunda davetçinin sabrını artıracak bazı hususlar vardır. Bunlardan bazıları şu şunlardır:

1)    Yapmakta olduğu davet nedeniyle Rabbinden kazanacağı sevabı düşünmeli.

2)    Peygamberleri ve kendisinden önce yaşamış olan müminlerin kavuştukları güzel sonuçları hatırlamalı.

3)    Allah’ın sabredenlere vaat ettiği büyük ecri ve mükâfatı hatırından çıkarmamalı.

4)    Allah’ın sabredenlerle beraber olacağını düşünmeli. Ey iman edenler! Sabrederek ve namaz kılarak Allah’tan yardım dileyin. Şüphe yok ki, Allah sabredenlerle beraberdir.” (Bakara, 153)

5)    Allah’ın sabredenleri seveceğini bilmeli. “Nice peygamberler var ki, kendileriyle beraber birçok Allah dostu çarpıştı da bunlar Allah yolunda başlarına gelenlerden yılmadılar, zaafa düşmediler, boyun eğmediler. Allah, sabredenleri sever.” (Âl-i İmrân, 146)

6)    Sabrın insanı dinde öncü ve önder yapacağını bilmeli. Sabrettikleri ve ayetlerimize kesin olarak inandıkları zaman, onların içinden, buyruğumuzla doğru yola ileten rehberler tayin etmiştik.” (Secde, 24)

Bu saydıklarımız, davetçinin davet yolunda karşılaşabileceği sıkıntıları hafifletecek hususlardan sadece bazılarıdır.

f) En Son Raddede Tavır Koyabilmeliyiz

Davet ettiğimiz insanlar, davetimizi basite alıyor, dinlemiyor, dalga geçiyor ve ıslah olmuyorlarsa; bizde de tüm çabalarımız sonucu dönmeyeceklerine dair kanaat oluşmuşsa, en son radde olarak böylesi insanlara tavır koymalı ve ciddiyetimizi onlara gösterilmeliyiz. İnatçı ve alaycı kâfirlerle karşılaşınca veya bilinçli bir şekilde müslümanları aşağılayan kimselere muhatap olunca; gereken tavizsiz tavrı ve ölçülü sert yaklaşımı göstermede en ufak bir gevşekliğimiz olmamalıdır. Davetçinin, böylesi insanlarla vaktini öldürmesi abesle iştigaldir. Davetini kendisini dinleyecek insanlara ulaştırmalıdır. Altından daha değerli olan zamanını boş insanlarla zayi etmemelidir.

Allah ve Rasûlünün muradına uygun olarak tebliğ yapıldıktan sonra vazgeçmeyenlere tavır takınılması meşru bir iştir. Kur’an ve Sünnette bunun birçok örneği vardır.

Bu gün bazı davetçilerin düştüğü hatalardan biriside şudur: Bir kimseye bir şeyler anlatır, tebliğ yapar; ama neticeyi beklemeden hemen tavır koyar ve bağları koparan cümleyi söyler. Bizim tavır koymakla kastımız adamın yüzüne “Sen kâfirsin” demek değildir. Bu ifade her zaman söylenmemelidir. Elbette bununda söyleneceği yerler vardır; ama bu her davetin sonunda değildir. Davet yaptığımız adam hakikatte zaten öyledir; o isme müstahaktır. Adamın öyle olması bizim onun yüzüne karşı “kâfir” dememizi gerektirmez. Bu, davetimizin önünü kesen bir ifadedir. Bu nedenle onu gerçek manada hak etmeyenlere söylemek davet üslubunda ciddi bir hatadır. Bu ifade ancak onu gerçek manada hak eden kimselere söylenir; onu da davetin usulünü ve tekfirin vakıasını bilenler yapar. Bizim davetteki amacımız insanları kazanmak mı, yoksa onları nefret ettirmek mi? İnsanlar davette nefret ettirilebilirler. Bu nedenle Rasûlullah sallallâhu aleyhi ve sellem sahabîlerini daima uyarmış ve nefret ettiriciler olmamalarını onlara öğütlemiştir. Rasûlullah sallallâhu aleyhi ve sellem şöyle buyurur: “Kolaylaştırın, zorlaştırmayın; müjdeleyin, nefret ettirmeyin.”[14]

Demek ki davetçi nefret ettirebilir; insanları kendisinden uzaklaştırabilirmiş? Bu nedenle Peygamberimizin mezkûr hadisini kendimize rehber edinmeli ve insanları nefret ettirmekten uzak durmalıyız. Bir insanı sırf yanlış metodumuzdan dolayı İslam’dan uzaklaştırmak ne büyük bir musibet, ne büyük bir afettir! Allah bizleri bundan muhafaza buyursun.

Davetteki metoda dair bazı bilgileri verdikten sonra diğer bir başlığımıza geçebiliriz.

 


 

Faruk Furkan

 

 



[1] Bkz. “Kitabu’l-İlim”, 10. bölüm.

[2] Buhâri, Bed’u’l-Vahy, 5. Hadis no: 7. Bu rivayetin altı çizili olan yerlerini dikkatli okuyunuz!

[3] İhyau Ulûmi’d-Dîn, 2/334.

[4] Darimî, Salât, 177.

[5] Taberânî “el-Mu‘cemu’l-Kebir”de rivayet etmiştir. Bkz. 8/183.

[6] Buhârî, Edep, 80.

[7] Buhârî, Edep, 35.

[8] Müslim, İman, 25, 26.

[9] Buhârî, İstitâbe, 4.

[10] Müslim, Birr, 74-76.

[11] Buhârî, Vudû, 58; Edeb, 80.

[12] Müslim, Birr, 77.

[13] Müslim, Birr, 78.

 

[14] Buhârî, İlim, 11.

Okunma Sayısı:2789