“Dikkat edin! Şüphesiz ki bedende bir et parçası vardır ki, o doğru olduğunda tüm beden doğru olur, eğer o bozuk olursa tüm beden bozuk olur. Dikkat edin, o et parçası kalptir!” (Buharî, İman, 52.)
بسم الله الرحمن الرحيم
Rahmân ve Rahîm Olan Allah’ın Adıyla…
من حلل الحرام أو حرم الحلال فقد كفر
İslam, helal ve haram kılma yetkisinin sadece Allah Teâlâ’ya mahsus olduğunu bildirmiştir. Allah’ın “haram” dediği haram, “helal” dediği helaldir. Diğer bir ifade ile yasakladıkları yasak, serbest bıraktıkları serbesttir. Bu konuda mutlak söz sahibi Rabbimizdir. Öyle ki rasûlleri dahi bu konuda mutlak bir yetkiye sahip değillerdir. Yani onlar bile bu konuda Allah’tan bağımsız olarak hareket edemezler. Onların yetkisi Allah’ın belirlediği orandadır.
Bir şeyin yapılıp-yapılmayacağına dair nihaî kararı veren yalnız Allah’tır dedik. Peygamberlerin bile bu noktada mutlak olarak yetkili olamayacağını söyledik. Allah’ın en sevdiği insanlar olan peygamberler bile bu konuda mutlak yetkiye sahip değillerse, acaba onlardan daha düşük seviyede olan insanların durumu nedir? Elbette ki onlar bu konuda hiç söz sahibi değillerdir.
Durum bu kadar net ve kesin olmasına rağmen maalesef bu gün yeryüzünde hüküm süren tüm devletler Allah’ın bu hakkına tecavüz etmekte ve hükmettikleri topraklarda kendilerini mutlak güç sahibi kabul etmektedirler.
Mesela bizim yegâne kanun koyucumuz olan Allah içkiyi, kumarı, faizi, zinayı ve benzeri fiilleri haram kılmıştır. Ama İslam ile hükmetmeyen devletler bu tür amelleri serbest bırakmak sureti ile helalleştirmektedirler. Hatta bu tür ameller bizzat devlet eli ile icra edilmekte ve işlenmesi için insanlar bunlara teşvik edilmektedirler. Böyleleri için bu ve benzeri fiillerin yasak olmasının hiçbir önemi yoktur. Çünkü onlar kendi zanlarınca mutlak egemendirler. Dilediklerini yasak dilediklerini serbest bırakırlar.
Aslına bakılırsa onlar bu davranışları ile Allah’la açıkça sınır mücadelesi yapmakta, Allah’ın verdiği hükmün aksine hüküm vermek sureti ile Onunla adeta hudut yarışına girmektedirler.
Rabbimiz şöyle buyurur:
“Hâlâ bilmezler mi ki, kim Allah’a ve Rasûlüne karşı sınır mücadelesine kalkışırsa (Allah ve Rasûlünün koyduğu hükümlere karşı hüküm koyarsa) ona, içinde ebedi kalacağı cehennem ateşi vardır. En büyük rüsvaylık işte budur.” (Tevbe, 63)
Kişi ancak kâfir olduğu zaman cehennemde ebedi kalır. Onların cehennemde ebedi kalmaları kendilerinin kâfir olduğundan ötürüdür. Dolayısıyla Allah’ın hükümlerini bir tarafa atarak kanunlar yapmak, O’nun gönderdiği kitabın aksine yasalar çıkarmak ve bu şekilde Allah ile sınır yarışına girmek insanı ebedi cehenneme sokan şirk amellerindendir.
Bu kısa girişten sonra konuyla alakalı delilleri zikretmeye geçebiliriz.
1-) Rabbimiz şöyle buyurur:
“Gerçek şu ki, Allah katında ayların sayısı, gökleri ve yeri yarattığı günden beri Allah’ın kitabında on ikidir. Bunlardan dördü haram aylardır. İşte dosdoğru olan hesap (din) budur. Öyleyse bunlarda kendinize zulmetmeyin ve onların sizlerle topluca savaşması gibi siz de müşriklerle topluca savaşın. Ve bilin ki Allah, takva sahipleriyle beraberdir. Haram ayları ertelemek, ancak küfürde ileri gitmektir. Bununla ancak kâfir olanlar saptırılırlar. Allah’ın haram kıldığının sayısını tamamlamak için, onu bir yıl helal sayarlar, bir yıl da haram sayarlar. Böylece Allah’ın haram kıldığını helal kılmış olurlar. (Böylece) onların kötü işleri kendilerine güzel gösterilmiştir. Allah kâfirler topluluğunu hidayete erdirmez” (Tevbe, 36, 37)
Allah Teâlâ gökleri ve yeri yarattığından bu yana insanoğlu için 12 ay belirlemiştir. Bu aylardan dördü haram aylardır ki, bu ayların içinde savaşmak, kan dökmek, saldırmak, vuruşmak ve her türlü kötülük haram kılınmıştır Bu ayların üçü ard arda, biri ise ayrı olarak gelmektedir. Bu ayların isimleri şöyledir:
Kameri ay sıralamasında Zilkade on birinci, Zilhicce on ikinci, Muharrem birinci, Recep ise yedinci aydır. Cahiliye döneminde bir kısım Araplar geçimlerini soygunculuk ve yağma ile temin ediyorlardı. Yine Araplar arasında sık sık kan davaları ve iç harpler meydana gelirdi. Kameri ayların üç tanesinin peş peşe gelmesinden dolayı vurgunculuk, soygunculuk ve benzeri işlerden el etek çekmek zorunda kalıyorlardı. Bu ise onlara çok zor geliyordu. Bunun önüne geçmek için haram ayların yerini değiştirdiler. Bu değiştirme işini ise şöyle yapıyorlardı: Örneğin savaş halinde iken Recep ayı girerse onu helal sayıyorlar ve haramlığını Şaban ayına tehir ediyorlardı. Böyle bir durum Muharrem ayında vuku bulursa onu Safer ayına ertelerlerdi. Böylece o yıl Muharrem ve Recep yerine Şaban ve Safer ayları haram aylardan sayılmış oluyordu. İşte Rabbimiz böyle bir uygulamanın “küfürde ileri gitmek” anlamına geldiğini veya farklı bir tercüme ile “katmerli bir küfür” olduğunu ifade etmiştir. Bu ayetle alakalı olarak “Tahkîmu’l-Kavânîn” adlı kitabın şerhinde şöyle denilmektedir:
“Allah Teâlâ, Araplara dört ayda savaşmayı haram kılmıştı. Araplar ise kendi isteklerine göre işlerine gelince, Allah’ın haram kıldığı ayların yerlerini değiştirip, haram ayları kendileri için helal sayarak o aylarda savaşıyorlardı. Allah Teâlâ bu ayette de haram kıldığı ayların ne şekilde ve ne sebeple olursa olsun helal kılınmasını küfürde bir artış olarak isimlendirmektedir. Dikkat edilirse burada haram aylarda savaşmanın küfür olduğu söylenmemiş, bilakis Allah’ın haram kıldığı ayların helalleştirilmesini yani, Allah Teâlâ’nın şeriatının değiştirilmesinin küfür olduğu vurgulanmıştır.
Allah Teâlâ’nın haram kıldığı bir ayı başka bir ayla değiştirmek ve onu helal olarak telakki etmek küfürde bir artış olduğuna göre, Allah’ın indirdiği esasları tamamen iptal edip yerine beşeri kaynaklı kanunları ikame etmenin, Allah’ın emirlerine düşmanca kanun ve yasaklar çıkarmanın, Allah’ın haram kıldığı, şeytanın ameli olan birçok fiili helal kılmanın hükmü, küfrün son mertebesi değil midir acaba? İmam Kurtubî şöyle demektedir:
“Bu, Arapların çeşitli küfür türlerini kendilerinde toplamakla birlikte, yaptıkları böyle bir işin mahiyetini de açıklamaktadır. Böylelikle helal ve haram kılma yetkisinin kendi ellerinde olduğu iddiasında bulunmuş ve arzularının doğrultusunda kanaat belirterek, kendiliklerinden dinle olmayan böyle bir uygulamayı ortaya koymuşlardır. Bunun sonucu olarak da, Allah’ın haram kıldığı bir şeyi helal kılmışlardır. Oysa müşrikler hoş görmese dahi Allah’ın hükümlerini hiç kimse değiştiremez.”
İbn-i Hazım bu ayete dair şunları söylemektedir:
“Kur’an’ın indiği Arapça dilinin gereği olarak, bir şeyin fazlasının o şeyin cinsinden olması gerekmektedir. Bu ayette “küfürde ileri gitmektir” lafzı, haram ayların yerlerini değiştirmenin küfür olduğunu göstermektedir. Bu ayların yerlerini değiştirmek bir ameldir ve Allah’ın haram kıldığını helal kılmaktır. Bu sebeple her kim Allah’ın haram kıldığını bildiği bir meseleyi helal yaparsa kâfir olur.”[1]
2-) Rabbimiz şöyle buyurur:
“Onlar Allah’ı bırakıp hahamlarını, rahiplerini ve Meryem oğlu (İsa) Mesih’i Rabler edindiler. Hâlbuki onlar bir tek ilâha ibadet etmekle emrolunmuşlardı. O’ndan başka ilah yoktur. O, bunların şirk koştukları her şeyden münezzehtir.” (Tevbe, 31)
Bu ayet hakkında Rasulullah sallallâhu aleyhi ve sellem ile Adiyy İbn-i Hatem arasında hemen hemen tüm tefsir kitaplarının yer verdiği önemli bir konuşma geçmektedir. Olayı bizzat kendisinden dinlemek için sözü Adiyy İbn-i Hatem’e bırakalım. Adiyy anlatır:
“Boynumda altından bir haç olduğu halde Rasulullah sallallâhu aleyhi ve sellem’in yanına geldim. Bana «Ey Adiyy! Şu putu boynundan atsana!» buyurdu. (Sonra) Tevbe Suresinin 31. Ayetini okurken O’nu işittim ve: «Ama onlar âlimlerine ve rahiplerine ibadet etmiyorlar ki» dedim. Bunun üzerine Rasulullah sallallâhu aleyhi ve sellem: «Hayır, Onlar helal olan bir şeyi haram, haram olan bir şeyi de helal kılıyorlar, onlarda onlara itaat ediyor. İşte bu onların âlim ve rahiplerine olan ibadetleridir.» buyurdu.”[2]
Adiyy İbn-i Hatim İbadetin sadece, namaz, rükû, secde ve benzeri şeylere has olduğunu anlamıştı. Rasulullah sallallâhu aleyhi ve sellem ise ona ibadet için sadece bu tür şeyleri yapmalarının gerekli olmadığını, ibadetin daha kapsamlı bir anlama sahip olduğunu, helal ve haram kıldıkları şeylerde ve icat edip ortaya attıkları meselelerde onlara kayıtsız şartsız itaat etmenin ibadet olduğunu izah etmişti. Çünkü kanun koyma ve helal-haram belirleme yetkisi Rab olmanın haklarından birisidir...”[3]
Şehit Seyyid Kutup der ki:
“Yahudi ve Hıristiyanlar, ulûhiyetlerine inanmak veya kulluk vecibelerini onlara takdim etmek gibi bir mana ile âlim ve rahiplerini Rab edinmiş değillerdi… Bununla beraber Allah Teâlâ bunları şirk ve küfürle tavsif buyuruyor. Çünkü onlar, dini emirleri âlim ve rahiplerden alıyor, onlardan aldıkları emirlere itaat ediyor ve tâbi oluyorlardı… İbadet ve itikat bir tarafa sadece bu bile, failini müşrik yapmaya kâfidir.
Allah’a ortak koşmak; sadece teşri‘ hakkını Allah’tan başkalarına vermekle tahakkuk eder. Allah’ın ulûhiyet inancında ve O’na kulluk vecibelerinin takdiminde ortak koşulmasa dahi, teşri‘ hakkının başkasına verilmesi, bir insanı müşrik yapmaya kâfidir…
İnsanlar, Allah’ın şeraitinden başka bir şeriata tâbi olurlarsa; her ne kadar davaları iman olsa dahi imanları asla kabul edilmeyen ve müşrik olarak tavsif edilen Yahudi ve Hıristiyanlar hakkında söylenen söz, onlar hakkında da geçerli olur.”[4]
Abdulmun‘im bu ayet hakkında şöyle der: Allah Teâlâ’nın “Onlar Allah’ı bırakıp hahamlarını, rahiplerini rabler edindiler…” ayeti şu manaya gelmektedir: Yani helal ve haram kılma yetkisini kendilerine vermiş oldukları kanun koyucular edindiler…”[5]
İmam Beğavî der ki: “Onlar haham ve rahiplerine ibadet etmediler ki” diye bir itiraz gelse buna şöyle cevap veririz: Onların haham ve rahiplerine ibadet etmelerinin manası; günahta onlara itaat etmeleri, onların helal saydıklarını helal, haram saydıklarını da haram kabul etmeleri ve onları adeta bir rab görmeleridir.”[6]
Huzeyfe b. Yemân radıyallâhu anh der ki: “Onlar haham ve rahiplerine namaz kılmıyor, oruç tutmuyorlardı. Ancak onlar (Allah’ın kendilerine haram kıldığı) bir şeyi helal kıldıklarında (sırf âlimleri helal kıldığı için) onu helal kabul ediyorlar, Allah’ın kendileri için haram kıldığı bir şeyi helal kıldıklarında (sırf âlimleri helal kıldığı için) onu helal kabul ediyorlardı. İşte onların rab olması bu şekildeydi.”[7]
Bu iki ayete ilişkin yaptığımız nakillerden anlaşıldığına göre, Allah’tan başkasının bir şeyi serbest veya yasak bırakma gibi bir yetkisi yoktur. Her kim böyle bir işe kalkışırsa rablik taslamış ve dinden çıkmış olur. Şimdi bu konuyla alakalı bazı çağdaş isimlerden nakillerde bulunalım. Günümüzün en popüler fıkıhçılarından biri olan Hayrettin Karaman, helal ve haram kılma yetkisinin yalnız Allah’a ait olduğunu belirttikten sonra şöyle der: “Sıfat ve mevkileri ne olursa olsun hiç bir kulun helal ve haram kılma salâhiyeti yoktur; bu salâhiyet yalnızca Allah Teâlâ’ya mahsustur.”[8]
Diyanet İşleri Başkanı Ali Bardakoğlu, Hz. Peygamber sallallâhu aleyhi ve sellem’in bile müstakil olarak helal-haram belirleme yetkisine sahip olmadığını, O’nun hadislerinin Allah’ın hüküm ve iradesini beyan etmekten ibaret olduğunu belirterek şöyle der: “Haram ve gayri meşru, dini bir kavram olup bunu tayinde sadece Allah’ın tasarrufunda olan bir konudur.”[9]
Türkiye Diyanet Vakfının hazırlamış olduğu İslam Ansiklopedisinde de şöyle geçer: “Haramı (ve helali) belirleme hak ve yetkisi yalnızca Allah’a aittir... Kesin olarak yasaklanmış veya serbest bırakılmış fiiller bizzat Allah tarafından belirlenmiş ve bu yetki sadece O’na tahsis edilmiştir...”[10]
İlahiyat profesörü Doç. Dr. Fahrettin Atar der ki: “Hiç şüphesiz vacip, haram gibi hükümlerin bir hâkimi (kanun koyucusu) vardır. Bu hükümleri vaz‘ eden, Şari‘i Teâlâ’dır. Kur’an’ı Kerim’de bazı ayetler, Cenâb-ı Hakk’ın hüküm koyucu olduğunu göstermektedir. Müslümanlar bu hususta icma‘ halindedirler. Akıl dahi, Cenâb-ı Hakk’ın kanun koyucu olduğunu kabul etmektedir...”
Kitabının ilerleyen satırlarında şöyle devam eder: “... Bu esasa göre Allah’tan başka hüküm koyacak bir makam yoktur.”[11]
Yapmış olduğu usulü fıkıh çalışmasıyla büyük beğeni toplayan Hasan Karakaya, kitabında “Hâkimiyet ve Kanun Koyma” başlığı altında şunları söyler: “Egemenlikle kanun koyma yetkisi arasında büyük bir bağlantı bulunmaktadır. Herhangi bir ülke veya bölgeye hâkim olduğu kabul edilen güç, oranın hayat sistemini belirler ve bu sistem de yasa kabul edilir. Cahili topluluklarda, hâkimiyetin insana ait olduğu düşüncesi egemen olduğundan, kişilerin yaşam sistemlerini belirleyen kanunları, ya bir diktatör tağut veya halkın temsilcileri sayılan parlamenter tâğutlar tayin ederler. İslam’da ise, kanun koyma yetkisi, sadece Allah Teâlâ’ya aittir. Çünkü İslâm hukuku dinî bir hukuktur. İlahî vahye dayanır. Bu dine göre hâkimiyet (egemenlik) kayıtsız şartsız Allah’ındır. Egemenlik Allah’ın dışında her hangi bir yaratığa ne tümüyle, ne de bölünerek kısmen devredilebilir. Bu husus İslam’da ittifak konusudur. Bütün Müslümanlar, gerçekte hâkimiyetin yalnızca Allah’a ait olduğu ve Allah’ın dışında her hangi bir aciz yaratığın Allah’a has olan bu sıfata sahip olmadığı, bu itibarla kanun koyma yetkisinin de yalnız Allah’a ait olduğu hususunda icma etmişlerdir.”[12]
Prof. Dr. Zekiyyüddin Şaban der ki: “Bütün İslam bilginleri “hâkim”in Allah Teâlâ olduğu hususunda fikir birliği içindedirler. Buna göre, hükümlerin yegâne menşei O’dur. Allah’ın koyduğu hükümlerin dışında hüküm, Allah’ın gönderdiği din dışında din yoktur.”[13]
Abdülkerim Zeydan kitabının ikinci bölümünde “el-hâkim” başlığı altında şunları kaydeder: “Hâkim (yani hükmün kendisinden çıktığı varlık) yalnız Allah’tır. Hüküm O’nun verdiği hüküm, teşri’ O’nun ortaya koyduğu teşri’dir. Kur’an buna işaret etmektedir. Müslümanlar bu hususta icma’ etmiştir... Bu esasa binaen Allah’ın indirdiğinden başka bir şeyle hükmetmek küfürdür. Çünkü Allah’ın dışında hüküm çıkaracak bir merci yoktur.”[14]
“İslam Hukukunda Ahkâmın Değişmesi” adlı eserinde Prof. Dr. Mehmet Erdoğan şöyle der: “Helal ve Haram kılma yetkisini sadece Allah’a tanıyan Kur’an bu yetkiyi kendisinde görenleri tanrılık iddiasında bulunmakla nitelemiş; haramı helal, helali de haram kılmayı şirkle eş tutmuştur…”[15]
Yusuf el-Karadâvî’nin şu cümlelerini de aktararak, helal ve haram kılma yetkisinin sadece Allah’a has olduğunu ifade eden nakillere son vermek istiyorum. O, “İslam’da Helâl ve Haram” adlı eserinde şöyle der: “İslam, helâl ve haram kılma yetkisini sınırlandırmış, halkın nazarında veya Allah katında dereceleri ne olursa olsun bu yetkiyi insanların elinden almış ve onu yalnız Allah’ın hakkı olarak kabul etmiştir…” “…Gerçekten helâli haram kılmak şirkin eşidir.”[16]
Bu nakillerden sonra Allah’ın şeriatına muhalif olarak helal ve haram kılma yetkisini kendilerinde gören insanların şirke düştüğünü belirten diğer delilleri zikretmeye devam edebiliriz.
3-) Rabbimiz şöyle buyurur:
“Kesilirken üzerlerine Allah’ın adı zikredilmeyen hayvanları yemeyin. Bunu yapmak Allah’ın yolundan çıkmaktır. Şüphesiz ki şeytanlar sizinle mücadele etmeleri için dostlarına fısıldarlar. Eğer onlara itaat ederseniz/uyarsanız muhakkak ki sizde müşrik olursunuz.” (En’am, 121)
Allah Teâlâ ölmüş hayvanın etini yemeyi yasaklayınca Mekkeli müşrikler Müslümanlara: «Ölmüş hayvanı siz öldürünce (kesince) helal oluyor da Allah (tabii bir ölümle) öldürünce niye helal olmasın!» diye itirazda bulundular. Bu itiraz karşısında bazı Müslümanların kalbinde bir şüphe hali belirdi. Bunun üzerine Allah Teâlâ bu ayeti indirdi.[17]
Ayet, Allah’ın haram kılmış olmasına rağmen ölü hayvan etini yiyen kimselerin sırf müşriklere itaat ettiklerinden ötürü şirke düşeceklerini bildirmektedir.
İbn-i Kesir der ki: “Eğer siz Allah’ın şeriatından başkalarının sözlerine döner ve bunu Allah’ın emrinin önüne geçirirseniz – ki bu şirktir- sizler de müşrik olursunuz.”[18]
İmam Zeccâc der ki: “Bu ifadede, Allah’ın haram kıldıklarından birini helal veya helal kıldıklarından birini haram kabul eden her insanın, müşrik olduğuna bir delil vardır. Çünkü Allah Teâlâ, kendisi dışında başka bir hâkim (kanun koyan) kabul edeni müşrik saymıştır. İşte şirk budur.”[19]
İbn-i Teymiyye der ki: “İnsan her ne zaman üzerinde icma‘ edilen bir haramı helal veya helali haram yaparsa yahut Allah’ın şeriatı (ndaki hükümleri) değiştirirse tüm fukahâya göre kâfir ve mürtet olur.”[20]
İmam Kurtubî der ki: “Ayet-i kerime Allah’ın haram kıldığı herhangi bir şeyi helâl kabul eden kimsenin sırf bu nedenle müşrik olacağına işaret etmektedir. Allah Teâlâ lâşeyi açık nass ile haram kılmıştır. Dolayısıyla başka bir kimsenin koyduğu bir hüküm ile lâşeyi helâl kabul edecek olursa, o kişi müşrik olur”[21]
Bu nakillerden de anlaşılacağı üzere bir kimse -her ne kadar dili ile aksini iddia etse dahi- Allah’ın yasakladığı bir şeyi çıkardığı yasalarla serbest bıraksa veya Allah’ın emrettiği şeyi yasaklayıp suç saysa, böylesi bir kimse kesinlikle dinden çıkmış olur. Bu konuda niyetinin iyi (!) olmasına itibar edilmez. Hiçbir rabbanî âliminde bu meselede ihtilaf etmesi mümkün değildir. İbn-i Teymiyye’nin de dediği gibi böylesi bir kimse âlimlerin tamamına göre kâfir ve mürtet olur.
4-) Allah’ın haram kıldığını helal, helal kıldığını da haram kabul eden birisinin dinden çıkacağına dair getirilen bir diğer delilde şu olaydır: Başlarında Kudâme b. Maz‘ûn’un bulunduğu bazı sahabîler Maide Suresinde bulunan “İman edip salih amellerde bulunanlar için korkup sakındıkları, iman ettikleri ve salih amellerde bulundukları, sonra korkup sakındıkları ve iman ettikleri ve sonra (yine) korkup sakındıkları ve iyilikte bulundukları takdirde yedikleri dolayısıyla bir sorumluluk yoktur. Allah, iyilik yapanları sever.” (Maide, 93) ayetini tevil ederek içki içmeye başlamışlar ve içkinin helal olduğunu söylemişlerdi. Onlar bu sırada Şam’da bulunuyorlardı. Hz. Ömer onların böyle söylediğini duyunca hemen kendilerini Medine’ye çağırdı. Onların bu durumunu Medine’deki sahabîlerle istişare etti. Sahabîlerden bazıları:
- “Ey müminlerin emiri! Bizler onların Allah’a iftira ettiklerini ve izin vermediği hususlarda Allah’ın dininde bazı şeyleri meşru kabul ettiklerini görüyoruz. Sen onların boyunlarını vur!” dediler. O esnada Hz. Ali sukut etmekteydi. Hz. Ömer kendisine:
- “Senin onlar hakkındaki görüşün nedir ey Hasan’ın babası!” diye sordu. Bunun üzerine Hz. Ali:
- “Ben onları tevbeye davet etmeni uygun görüyorum. Eğer tevbe ederlerse içki içmelerinden ötürü seksen sopa vurursun. Şayet tevbeye yanaşmazlarsa Allah’a iftira ettikleri ve izin vermediği hususlarda Allah’ın dininde bazı şeyleri meşru kabul ettikleri için boyunlarını alırsın” dedi. Onlar Medine’ye geldiklerinde Hz. Ömer delil getirmiş oldukları ayetin gerçek manasını onlara izah ettikten sonra kendilerini tevbeye davet etti. Onlar bunun ardından tevbe ettiler ve kendilerine seksen sopa vuruldu. En sonunda Hz. Ömer Kudâme radıyallahu anh’e:
- “Eğer sen sakınıp salih ameller işlemiş olsaydın içki içmezdin” dedi.[22]
Kudâme radıyallahu anh’ın delil olarak öne sürdüğü ayet Uhud Muharebesinden sonra nazil olmuştu. Sahebîlerden bazıları “İçki haram kılındı; ancak o haram kılınmadan önce içki içerek ölen arkadaşlarımızın durumu ne olacak” diye sormaya başladılar, bunun üzerine Allah celle celâluhu haram kılınmasından önce bir şeyi tadan kimselerin sakınıp salih amel işledikleri sürece bundan sorumlu olmayacağını belirterek bu ayeti indirdi. Kudâme radıyallahu anh ve beraberindeki sahabîler bu ayeti tevil ederek ayetin kendilerini de kapsayacağı zannına kapıldılar ve kendileri için içkiyi helal saydılar!
Bu olayda sahabîlerin tamamı sırf içkiyi helal kabul ettikleri için Kudâme radıyallahu anh ve ashabının dinden çıktığına hüküm vermişti. Hz. Ali’de bu kanıda idi; ancak onlara mürtet hükmü uygulamadan önce istitâbe uygulanması gerektiğine inanıyordu ki olması gereken de zaten buydu. Buradan anlıyoruz ki, haramı helal, helali de haram kabul eden birisi sahabîlerin tamamının icma‘ı ile dinden çıkmış ve kâfir olmuştur.
Bu konuda daha birçok delil vardır. Kifayet ettiğine kanaat getirdiğimiz için bu kadarı ile yetiniyoruz. İşin aslı bu mevzudaki nakilleri yazmaya ne kalemler kifayet eder nede satırlar! Çünkü İslam’ın özü budur. Din bu gerçeği ikame etmek için gelmiştir. Yani egemenlik ve hükümranlıkta Allah’ın bir ve tek olduğu gerçeğini… Bu mevzuda inatçı kâfirlerden ve zorba mürtetlerden başkası bu gerçeğe muhalefet etmez. Bu hakikati tüm ulema en açık ifadelerle dile getirmiştir. Yaşantı ve hayat tarzları aksi doğrultuda olmasına rağmen çağdaş din adamları bile bunun karşısında sus pus olmuşlar ve kitaplarını “Allah’ın hükümranlıkta tek, kanun koymada eşsiz” olduğunu ifade eden cümlelerle doldurmuşlardır. Evet, Allah kanun koymada tektir. Helal ve haram tayininde tektir. Emretme ve yasaklamada tektir. O’nun hiçbir zaman eşi, benzeri, dengi ve muadili yoktur, olmamıştır ve olmayacaktır.
Önemli Bir Mesele
Helal ve Haram Kılmanın Şekilleri
Bir şeyi helal ve haram kılmanın veya bir şeyi serbest ve yasak addetmenin üç sureti/şekli vardır.
Şimdi hal ve tavır ile helal ve haram kılma nasıl olur bunun bir örneğini zikredelim: Berâ İbn-i Âzib der ki: “Dayımla karşılaştım. Beraberinde bir bayrak vardı. Ona ‘nereye gidiyorsun’ dedim. O, ‘Rasulullah sallallâhu aleyhi ve sellem beni babasının karısı (üvey annesi) ile evlenen bir adama gönderdi ve onun boynunu vurmamı ve malını almamı emretti’ dedi”[23]
Ahmed b. Hanbel’in “Müsned” adlı eserinde: “O adama hiçbir şey sormadılar, onunla hiçbir şey konuşmadılar” diye bir ziyade vardır.
Bu hadis, konuyu izah etme açısından oldukça önemlidir. Zira hadiste öldürülmesi emredilen adam sadece bir haram işlemiştir. Acaba neden öldürülmüştür? Haram işleyen birisi öldürülür mü? Şimdi bu hadisin fıkhına inelim ve adamın neden öldürüldüğünün sebebini arayalım.
Adam İslam âlimlerinin bildirdiğine göre üvey annesi ile evlenmeyi kendisine helal saymıştı. Ama bunu dili ile ifade etmemişti. Yani “ben annemle evlenmeyi caiz görüyorum” dememişti. Buna rağmen Efendimiz onu öldürttü. Sebebi ise işlediği bu haramı “hal ve tavırlarıyla” meşrulaştırmış olmasıydı. Üvey anne ile evlenilmeyeceği Allah Teâlâ’nın kesin bir yasağıdır. “Babalarınızın evlendiği kadınlarla evlenmeyin.” (Nisa, 22) Buna rağmen adam annesi ile evlenmiş ve adeta bu haramı hiçe saymıştır. O, bu hali ile Allah’ın bu haramını helalleştirdiğinden dolayı öldürülmüş ve Müsned’te yer alan ifadeye göre tevbeye davet edilmemiş ve ona “Arkadaş! Sen üvey annenle evlenmişsin, ama bunu helal görerek mi yapıyorsun yoksa haram görerek mi?” denmemiştir. Adamın boynu vurulmuş ve malı ganimet olarak alınmıştır.
Taberî der ki: “Adamın üvey annesini nikâhlaması, Rabbinden getirdiği şeyler hususunda Rasûlullah sallallâhu aleyhi ve sellem’i yalanladığının ve Kur’an’da yer alan muhkem bir ayeti inkâr ettiğinin açık bir delilidir. Böyle yapan bir kimse -eğer (önceleri) Müslüman olduğunu ortaya koymuş birisi ise- İslam’dan irtidat etmiştir. Bundan dolayı Rasûlullah sallallâhu aleyhi ve sellem onun öldürülmesini ve boynunun vurulmasını emretmiştir. Çünkü bu, mürtet olanlar hakkında Onun takip ettiği bir yoldu…” [24]
İmam Tahâvî der ki: “Üvey annesi ile evlenen o adam yaptığı bu ameli Cahiliye devrindeki gibi helal görerek yapmıştı. Adam bu ameli ile mürtet oldu. Bundan dolayı Rasûlullah sallallâhu aleyhi ve sellem ona mürtetlere uygulanan hükmün aynısının uygulanmasını emretti.”[25]
Adamın malının ganimet olarak alınması da onunun “mürtet” olduğunun başka bir delilidir.
İmam Tahâvî der ki: “Rasûlullah sallallâhu aleyhi ve sellem’in o adamın malının alınmasını emretmiş olması, o kişinin, bu evliliği nedeniyle mürtet ve muharip bir kimse olduğuna ve mürtet oluşu dolayısıyla da öldürülmesi gerektiğine bir delildir.”[26]
Özetleyecek olursak, bu adam üvey anasıyla evlenerek Allah’ın haram kılmış olduğu bir ameli helal kabul etmişti. Adamın, yaptığı bu işi helal gördüğünün en önemli karinesi fiili idi. Üvey annesi ile fiilen nikâh akdi yapması, onun bu işi caiz gördüğünün en büyük delili kabul edilmiş ve kendisine “Sen bu ameli helal görerek mi yaptın?” şeklinde bir soru da sorulmamıştır. Çünkü üstte de belirttiğimiz gibi bazı ameller vardır ki onları işleyen bir kimse -her ne kadar dili ile itiraf etmese de- davranışı ile onları helal gördüğünü kabul etmiş olur. Bu nedenle de kendisine “Sen bunları helal kabul ederek mi yaptın” şeklinde soru sorulmaz.
İşte Berâ hadisinde geçen adamın durumu da böyle idi. Amelinin küfre delaleti kesin olduğu için kendisine helal görüp-görmediği sorulmamıştı. Bu amelinden dolayı dinden çıkmış ve bu davranışı haramı helal sayma olarak değerlendirilerek boynunun vurulmasına karar verilmişti.[27]
Gelelim günümüze… Bu gün kendilerini İslam’a nispet eden bazı yöneticiler Allah’ın haram kıldığı şeyleri -dilleri ile inandıklarını iddia etseler de- hal ve tavırlarıyla serbest bir hale getirmekte ve çıkarmış oldukları yasalarla onları meşrulaştırmaktadırlar. Onların bu hali hadiste zikri geçen adamın hali gibidir. Yani onlarda hal ve tavırları ile haramları helalleştirmektedirler. Bu gün nice gafil insana “Onlar Allah’ın haramlarını helalleştiriyorlar” dediğinde sana itiraz eder ve “Hayır arkadaş! Hiç onlar harama helal diyor mu?” diyerek seni susturmaya çalışır. Hâlbuki haramı helalleştirmek sadece dil ile olan bir şey değildir. Bazen hal ve tavırlar da haramı helal saymanın birer göstergesi olabilir.[28]
Bir Uyarı
Allah’ın haramlarından birisini helal kabul eden veya helallerini yasak addeden birisi yaptığı bu işten vazgeçinceye kadar tevbesi kabul edilmez. Böylesi birisinin tevbesi ancak yaptığı işten teberri etmekle tahakkuk eder. Birilerinin zannettiği gibi adam -her ne kadar haramı helal, helali de haram kabul etse bile- kelime-i şehadeti ikrar etmekle dine girmiş olmaz. Böylesi birisinin dine girmesi ancak işlemiş olduğu suçtan beri olduğunu açıklamakla mümkün olur. Aksi halde İslam’ı geçerli değildir. Bu konuda Enverşah el-Keşmîrî’nin şu sözlerini aktarmadan geçemeyeceğim. O, “İkfâru’l-Mulhidîn” adlı eserinde şöyle der:
“Kimin küfrü dinin kesin bir hükmünü örneğin içkinin haramlığını inkâr etme yönünden olursa itikad ettiği o şeyden vazgeçmesi gerekir. (Kelime-i şehadeti ikrar etmesi ona fayda vermez) zira o kişi bu inancıyla beraberde kelime-i şehadeti telaffuz ediyordu. Böylesi birisinin (yeniden Müslümanlığına hüküm verebilmemiz için) bu inancından vazgeçmesi gerekmektedir.”[29]
Bu konuyu bir örnekle izah edelim. Bu gün Allah’ın ahkâmını değiştiren, O’nun kanunlarına alternatif kanunlar çıkaran, helalleri haram, haramları helal yapan tağutlar sırf bu yaptıkları sebebiyle dinden çıkmış ve kâfir olmuşlardır. Onların kelime-i tevhidi telaffuz etmeleri veya dinin bazı emirlerini yerine getirmeleri asla kendilerine bir fayda sağlamaz. Çünkü onların küfrü “tağut” olmalarından ve Allah’ın haramlarını helal, helallerini haram saymaları yönündendir, kelime-i şahadeti telaffuz etmemelerinden değil. Bu nedenle onların Müslüman olabilmeleri için tağutluklarını bırakmaları ve küfürlerini terk etmeleri gerekmektedir. Aksi halde mümin olmazlar.
Bir Soru
Konumuzu sonlandırmadan önce üstat Abdulmun‘im’e sorulan bir soruyu buraya aktarmak istiyorum.
Soru: Devletin faizli bankalara izin vermesi, çalışmalarına müsamaha göstermesi, buna ses çıkarmaması, onları koruması, malî krizlerde onları desteklemesi acaba faizi helal kabul etme olarak değerlendirilebilir mi?
Cevap: Hamd âlemlerin Rabbi olan Allah’a mahsustur. Faizli bankaların faize dayalı muamele etmesine müsaade eden kanunlar çıkarıldığında faiz yasak kabul edildikten sonra o bankalar için mubah hale getirilmiş olur.[30] Bu işlem -her ne kadar sahipleri tarafından dilleri ile kabul edilmese de- helal kabul etmenin (istihlâlin) ta kendisidir. Bilinmelidir ki, bazen lisan-ı hal (fiil) lisan-ı mekalden (sözden) daha sarihtir. Allah en iyisini bilir.[31]
Faruk Furkan
[1] “Hâkimiyet Mefhûmu Tahkîmu’l-Kavânîn Şerhi”, sf. 43, 44. Kurtubî’nin sözleri için bkz. “el-Cami‘ li Ahkâmi’l Kur’an”, 8/225; İbn-i Hazm’ın sözleri için bkz. “el-Fisal”, 3/245.
[2] Tirmizi, 3095; İbn-i Kesir, 2/459. Hadisin tercümesi, farklı rivayetleri bir araya getirerek verilmiştir.
[3] “es- Sünnetü ve’l-Bid‘a”, Yusuf el -Karadâvî, sf. 31.
[4] “Fi Zilali’l-Kur’an”. 7/264.
[5] “Kava‘idu fi’t-Tekfîr”, 187.
[6] “Meâlimu’t-Tenzîl”, 3/107, 108.
[7] “Tefsiru’t-Taberî”, 14/211.
[8] “Günlük Hayatımızda Helaller ve Haramlar”, sf. 22. (Not): Kitaplarında haram ve helal kılma yetkisinin yalnızca Allah’a ait olduğunu belirten müellif, maalesef vakıada aksi bir portre çizmekte ve Allah’ın dışında helal-haram sınırlarını belirleyen insanlara destek verilmesi gerektiğini her fırsatta dile getirmektedir. Bu durum günümüz müelliflerinin birçoğu için geçerlidir. Yazdıkları başka, inandıkları başka!
[9] “İslam da İnanç, İbadet ve Günlük Yaşayış Ansiklopedisi”, 2/689.
[10] “Diyanet İslam Ansiklopedisi”, 16/102, 103.
[11] “Fıkıh Usulü”, Fahrettin Atar, sf. 105.
[12] “Fıkıh Usûlü”, Hasan Karakaya, sf. 19.
[13] “İslam Hukuk İlminin Esasları”, Zekiyyüddin Şaban, sf. 273..
[14] “el-Vecîz fi Usûli’l-Fıkh”, sf. 69.
[15] “İslam Hukukunda Ahkâmın Değişmesi”, sf. 130.
[16] “İslam’da Helal ve Haram”, sf. 28-32.
[17] “Tefsiru’l-Kur’ani’l-Azîm”, 2/231.
[18] Aynı yer.
[19] “et–Tefsiru’l-Kebir”, Fahreddin er-Râzî, 10/152.
[20] “Mecmuu’l-Fetâvâ”, 3/267.
[21] “el-Cami‘ li Ahkâmi’l-Kur’an”, 4/56.
[22] Tahâvî, “Şerhu Me‘âni’l-Âsâr”, 4778. Farklı rivayetler için mezkûr kitabın ilerleyen rivayetlerine bakınız.
[23] Ebu Davut, 4457; Tirmizi, 1326.
[24] Bu nakli Abdulaziz b. Muhammed’in kaleme aldığı “el-Hukmu bi Ğayri ma Enzelallah” adlı eserden iktibas ettik. Bkz. sf. 37.
[25] “Şerhu Me‘âni’l-Âsâr”, 5/45.
[26] A.g.e. sf. 47.
[27] Burada şöyle bir örnek verebiliriz: Bir kimse Kur’an’ı, -Kur’an olduğunu bilerek- çöplüğe atsa ona “Sen bunu helal görerek mi atıyorsun yoksa haram görerek mi?” şeklinde bir soru sorulmaz; zira adamın bu ameli onu helal kabul ettiğinin ve Kur’an’ı hafife aldığının açık bir göstergesidir.
[28] Bu konu hakkında ne zaman söz söylemişsem etrafımda ki kardeşlerin bazılarından mutlaka bir tepki almışımdır. Meselelere Ehl-i Sünnet perspektifinden baktıkları için onların tepkisini normal karşılıyorum. Malum olduğu üzere Ehl-i Sünnete göre bir insan helal görmediği sürece işlemiş olduğu haramlardan dolayı dinden çıkmış sayılmaz. Berâ hadisinde ki kişide aslında bir haram işlemiştir. Şimdi onun mürtet olduğunu söylemek acaba Ehl-i Sünnet çizgisi ile ne kadar bağdaşmaktadır? Bu soru çok yerinde olmakla birlikte aslında dikkat edilmeden sorulmuş bir sorudur. Kişi zikri geçen hadisleri birazcık düşünmüş olsa bu soruya gereken cevabı bulur ve aslında ortada herhangi bir çelişkinin olmadığını rahatlıkla anlayabilirdi. Biz, “bu adam mürtet olmuştur” derken aslında Ehl-i Sünnete muhalif bir cümle söylemiş olmuyoruz. Elbette ki dinden çıkartmayan günahlarda istihlâl şartı arıyor ve haram işleyen birisine helal görmediği sürece kâfir hükmü vermiyoruz. Hadiste zikri geçen adam da aslında yaptığı ameli helal kabul etmişti. Ama helal gördüğünü dili ile değil ameli ile ortaya koymuştu. İşte bu noktayı kaçıran bazı kardeşlerimiz mezkûr hadisi ilk etapta Ehl-i Sünnetin temel kurallarına tersmiş gibi değerlendiriyor sonrada hadisi inkâr etmeye kalkışıyor. Bu hatalı bir yaklaşım olup nasslar karşısında asla olmaması gereken bir tavırdır. Oysa hadis Ehl-i Sünnetin temel kurallarına aykırı olmak şöyle dursun onların bu ilkesini tamamıyla desteklemektedir. Buraya dikkat etmek gerekir, zira çok ince bir noktadır.
[29] “İkfâru’l-Mulhidîn”, 63. “Kava‘id fi’t-Tekfîr” adlı eserden alıntılanmıştır. Bkz. sf. 197.
[30] Bu fetvaya cevap veren Şeyh Arap olduğu için böylesi bir ifade kullanıyor. Malum olduğu üzere Arap devletlerinin birçoğunda -her ne kadar hakikati olmasa da- gerek faiz gerekse diğer haramlar resmi olarak yasaktır. Bu nedenle Arap devletlerinin faizi serbest bırakabilmeleri için bunu kanunsal yollarla halletmeleri gerekmektedir. Nitekim önceleri resmen yasak olan faiz bu gün çıkardıkları yasalarla serbest bırakılmıştır. İşte bu nedenle Şeyh, böylesi bir ifade kullanmıştır.
[31] “Kava‘id fi’t-Tekfîr”, 200.