“Evlere girdiğiniz zaman birbirinize, Allah katından mübarek ve hoş bir esenlik dileği olarak selâm verin.” (24/ Nur, 61)

İMAN KUR’AN’DAN ÖNCE GELİR!

 

بسم الله الرحمن الرحيم

Rahmân ve Rahîm Olan Allah’ın Adıyla…

Biricik Önderimiz Hz. Muhammed’in hayatını ve iman mücadelesini gözden geçiren herkes şunu açık bir şekilde görür: O, insanlara Kur’an bilgisini öğretmeden önce iman bilgisini öğretmiş, onları her şeyden önce tevhide davet etmiştir.

Cündüb b. Abdillah (radıyallâhu anh) şöyle anlatır:

“Bizler ergenlik çağında iken üç-beş genç olarak Peygamber (sallallâhu aleyhi ve sellem) ile beraber bulunduk. Biz, Kur’ân’ı öğ­renmeden önce imanı öğrendik. Ondan sonra Kur’ân’ı öğrendik. Bu sayede de imanımız arttı.”[1]

Abdullah İbn-i Ömer (radıyallâhu anh) de şöyle der:

“Uzun bir ömür sürdüm. Bizim her birimize Kur’ân’dan önce iman veriliyordu. Sonra öyle insanlar gördüm ki, onlara imandan önce Kur’ân veriliyor, o da Fatiha’dan sonuna kadar onu okuyor, ama ne emrettiğini, neleri yasakladığını ve nelerin bellenmesi gerektiğini bilmiyor.”[2]

Bu rivayetlerden anladığımıza göre Rasulullah (sallallâhu aleyhi ve sellem), etrafındaki insanlara öncelikle akideyi, imanı ve ona ilişkin meseleleri anlatıyor ve öğretiyordu. Bu gün –birilerinin yaptığı gibi– daha tevhitten haberi olmayan, şirk ve küfür nedir bilmeyen insanların eline bir Kur’ân (siz buna mealde diyebilirsiniz) tutuşturmuyordu. Rasûlullah (sallallâhu aleyhi ve sellem)’in onlara yaptığı ilk şey akideyi ve tevhidi anlatmak ve öncelikle bu noktadaki eksiklikleri gidermekti.

Bu hakikati bilen bir insanın artık her şeyden önce tevhidi, imanı, akideyi ve bunları bozup insanı ebedî bir cehennemle yüz yüze bırakan şirki, küfrü öğrenmesi gerekir. Eğer bunları etraflıca öğrenmeden Kur’an okumaya kalkarsa o zaman –Allah korusun– bir takım hatalara düşmekten kendisini kurtaramaz.

Burada şöyle bir itiraz yapılabilir: Siz kitabın başka yerlerinde Kur’an’ın hidayet kitabı olduğundan söz ettiniz. Burada ise imanı öğrenmeyen insanların Kur’an’dan faydalanamayacağından bahsediyorsunuz. Acaba bu bir çelişki değil mi?

Biz bu itiraza şu şekilde cevap veririz:

1- Kur’an’ın hidayet kitabı olduğunda en ufak bir şüphe bile yoktur. O, birçok ayetinde kendisinin hidayet kitabı olduğundan bahsetmiş ve insanları doğru yola ilettiğini açıkça ifade etmiştir. Ancak Kur’an’ın hidayet kitabı olması, onu her okuyanın ondan hidayet bulacağı anlamına gelmez. Kur’an öyle bir kitaptır ki, kişi ona hangi amaçla yaklaşırsa onu elde eder. Eğer hidayeti isteyerek onu mütalaa ederse hidayet bulur. Hidayet amacı gütmeden mütalaa etmeye kalkarsa dalaleti bulur. Nitekim bu gerçeği Rabbimiz bir çok ayette açıkça beyan etmiştir ve Kur’an’ın kimilerinin hidayetini artırırken kimilerinin de küfrünü artıracağını vurgulamıştır. Rabbimiz şöyle buyur: Andolsun ki sana Rabbinden indirilen bu Kur’an, onlardan çoğunun taşkınlık ve küfrünü artıracaktır. Öyle ise o kâfirler toplumu için üzülme.” (5/Maide, 68) Biz Kur’ân’dan, müminler için şifa ve rahmet olacak şeyler indiriyoruz. Zalimlerin ise Kur’ân, ancak hüsranını artırır.” (17/İsra, 82) Dolayısıyla Kur’an’ın hidayetinden yararlanmak istiyorsak, onun hidayet için öne sürdüğü şartları yerine getirmemiz gerekir. Bunu yapmadan Kur’an okumak insana imandan ziyade küfür ve dalalet yolunu açacaktır.

2- Bizim bu söylediklerimiz, neticesine kendimizin ulaştığı şeyler değildir. Bu, sahabenin ve o günden bu güne gelmiş İslam âlimlerinin söylediği bir gerçektir. Üstte naklini yaptığımız Cündüb b. Abdillah ve Abdullah İbn-i Ömer (radıyallâhu anhuma)’nın sözleri bu noktada çok açıktır. Onlar, Kur’an’ı bizden daha iyi bilen ve o sürece bizden daha iyi tanıklık eden insanlardır. Eğer onlar imanı öğrenmeyi Kur’an’ı öğrenmekten daha öncelikli bir şey olarak görüyorlarsa, bu yabana atılacak ve sıradan bir görüşmüş gibi kabul edilebilecek bir şey değildir.

3- Tevhidi ve şirki bilmeyen insanlar Kur’an’a eğildiklerinde ondan kendi batıl görüşlerini destekleyecek şeyler çıkarmaya çalışıyorlar. Onlar genel itibariyle Kur’an okurlarken “Kur’an benden ne talep ediyor, nasıl bir inanca sahip olmamı istiyor” şeklindeki bir soru yerine “Bu görüşümü Kur’an’dan nasıl desteklerim” şeklinde bir soru ile Kur’an’a yöneliyorlar. Bu da onları daha büyük bir yanlışa ve telafisi daha zor bir hataya sevk ediyor. Çünkü onlar kendi batıllarını Kur’an’a onaylattıklarında içerisine düşmüş oldukları hatadan vazgeçmeleri daha zor oluyor.

Zikrettiğimiz bu sebepler nedeniyle Kur’an okumadan ve araştırmadan önce imanı ve onunla bağlantılı olan meseleleri öğrenmemiz gerekmektedir. İmanı öğrenmeye göstereceğimiz gayret diğer her hangi bir şeyi öğrenmeye göstereceğimiz gayretten daha fazla olmalıdır. Kur’an’ı bilmeyen birisi cennete girebilir; ama imanı bilmeyen birisi asla cennete giremez. Bu nedenle iman, Kur’an’ı öğrenmeden de başka şeyleri öğrenmeden de önce gelir. “Kur’an’ı öğreneyim, sonra akidemdeki yanlışlıkları düzeltirim” demekten öte “Önce akideyi öğreneyim, sonra Kur’an’daki yanlışlıklarımı düzeltirim” demek lazımdır. Bu sıralama karıştığı zaman doğru yoldan sapma başlamış demektir.

Son olarak; bizler insanların hidayetine vesile olmak isterken elbette onları Kur’an ayetleri ile karşı karşıya bırakmalı, tebliğimizi Kur’an eksenli yapmalıyız. Herhangi bir hakikati gündeme getirdiğimizde onu kaçınılmaz olarak Kur’an’dan delillendirmeliyiz. Yani biz “İman Kur’an’dan önce gelir” derken, hiç Kur’an ayetleri okumayalım, demeyi kastetmiyoruz. Elbette ki bizler tebliğ yaptığımız insanlara Kur’an ayetleri okumalı, onlara Rablerinin ne buyurduğunu bildirmeli, içerisine düşmüş oldukları hatalarını Kur’an’dan göstermeli ve onlara bu noktada güven hissettirmeliyiz. Efendimiz ve O’nun güzide ashabı da bunu yapmış, tebliğde bulundukları insanlara Kur’an ayetleri okuyarak onların hidayetini temine çalışmışlardır. Şu iki örneği burada zikrederek konumuzu noktalayacağız:

  1. Tufeyl b. Amr Peygamberliğin 11. yılında Mekke’ye geldi. Mekkeliler O’nu karşılayarak Peygamber’e karşı uyardılar. O da Mescid-i Haram’a girmeden önce Peygamber (sallallâhu aleyhi ve sellem)den bir şeyler duymamak için kulaklarını tıkadı. Rasûlullah, Kâbe’de durmuş namaz kılıyordu. Tufeyl b. Amr’ın kulağına Rasûlullah  (sallallâhu aleyhi ve sellem)’in okuduğu ayetlerden bir şeyler ulaştı. Duyduğu şeyler hoşuna gitmişti. Sonra kendi kendine: “Ben seçkin bir şairim, iyiyi-kötüyü birbirinden ayırt edebilecek bir durumdayım. Niye bu adamı dinleyip de, eğer iyi söylüyorsa kabul, kötü söylüyorsa reddetmiyorum” dedi. Rasûlullah (sallallâhu aleyhi ve sellem) dönüp evine giderken o da O’nu takip edip evine girdi. Hikâyesini anlatıp, Rasûlullah (sallallâhu aleyhi ve sellem)’den kendisine İslam’ı anlatmasını istedi. O da kendisine İslam’ı anlatıp bazı Kur’an ayetlerini okudu. Bunun üzerine Tufeyl şöyle dedi: “Allah’a Yemin ederim ki, ben ne bundan daha güzel bir söz işittim, ne de bundan daha adaletli bir iş duydum; işte Müslüman oldum!” Tufeyl (radıyallâhu anh) sonra şehadet kelimesini söyleyerek İslam’ını gerçekleştirdi…[3]
  2. Ümmü Seleme Validemiz anlatıyor:

“Muhacirler Necaşî’nin yanına vardıkları zaman, Necaşî, daha önceden kendi din adamlarını da yanına çağırmıştı. Onlar, Necaşî’nin çevresinde mushaflarını yaymış, açmış bulunuyorlardı. Necaşî, Muhacirlere:

~Siz, ne benim dinime, ne de şu milletlerden birinin dinine girmediğinize göre, sizin kavimleriniz­den ayrılarak tutmuş olduğunuz bu din nasıl bir dindir? diye sordu.

Muhacirler adına, Cafer b. Ebi Talib:

~Ey hükümdar, dedi. Biz Cahiliye halkından bir kavim dik. Putlara tapar, ölmüş hayvan eti yer, bütün kötülükleri yapardık. Akrabalarımızla ilgilerimizi keser, akraba hakkı gözetmezdik. Komşularımızı unutur, komşuluk vazifelerini yerine getirmezdik. İçimizden güçlü olan, güçsüz, zayıf olanı yerdi. Yüce Allah bize kendimizden, soyunu sopunu, doğruluğunu, eminliğini, iffet ve nezahetini bildiğimiz Rasûlü gönderinceye kadar, biz hep bu kötü durum ve tutumda idik…

O peygamber, bizi, bizim ve babalarımızın Allah’tan başka tapa geldiğimiz, taştan, ağaçtan, altın ve gümüşten yapılmış putları bırakarak Allah’ın birliğine inanmaya ve yalnız O’na ibadet etmeye davet etti. Yine o peygamber: Doğru söylemeyi, emaneti sahibine vermeyi, akraba haklarını gözetmeyi, komşulara iyi davranmayı, Haramlardan uzak kalmayı, kan dökmekten geri durmayı bize emretti.

Yine O, bizi her türlü çirkin, yüz kızartıcı söz ve işlerden, yalan söylemekten, yetim malı yemekten, iffetli kadınlara dil uzatmak ve iftira etmekten de men etti.

Ayrıca; hiçbir şeyi kendisine eş ve ortak tutmaksızın, yalnız Allah’a ibadet etmemizi, namaz kılmamızı, zekât vermemizi, oruç tutmamızı da bize emir buyurdu.

Biz onu doğruladık ve ona iman ettik. Allah tarafından getirdiği şeylere göre, ona tâbi olduk.

Bir ve Tek olan Allah’a ibadet ettik, O’na hiçbir şeyi şirk koşmadık. O’nun bize haram kıldığını haram, helâl kıldığını helâl olarak kabul ettik. Bunun üzerine, kavmimiz bize düşman kesildi, bizi dinimizden döndürmek, Yüce Allah’a ibadetten vazgeçirip putlara taptırmak, öteden beri helâlleştirip serbestçe işleyegeldiğimiz kötülükleri tekrar işletmek için, bizi işkenceden işkenceye uğrat­tılar. Onlar bize böylece galebe çalıp zulmettikleri, bizimle dinimiz arasına gerildikleri ve tazyiklerini art­tırdıkları zaman, biz senin ülkene çıkmak, sığınmak zorunda kaldık. Seni başkalarına tercih ile senin korurluğun ve komşuluğunda bulunmayı arzu ettik. Ey hükümdar! Biz senin yanında hiçbir zulme uğramayacağımızı umuyoruz!

Necaşî:

~Allah tarafından peygamberinizin getirip sizlere bildirdiği şeylerden, senin yanında bir şey var mı? diye sordu.

Cafer:

~Evet, var, dedi.

Necaşî:

~Onu bana oku! dedi.

Cafer, Meryem Suresinin baş tarafından, Yahya ve İsa (aleyhimesselam)’ın doğumları ile ilgili âyetleri [1-35] okuyunca, vallahi Necaşî o kadar ağladı ki, (akan gözyaşlarından) sakalı ıslandı.

Necaşî’nin din adamları da, okunan âyetleri dinledikleri zaman, ağladılar ve hatta onların mushafları da gözyaşlarından ıslandı…”[4]

 

İbrahim Gadban

 



[1] İbn-i Mâce, hadis no: 61. Hadis ‘Sahih’tir.

[2] Hadislerle Müslümanlık, 3/512.

[3] Üsdü’l-Ğâbe, 2/40.

[4] Ahmed b. Hanbel, Müsned, 1/202, 203.

Okunma Sayısı:7009