“Onlar öyle erlerdir ki, ne ticaret ne alışveriş kendilerini Allah’ı zikretmekten, dosdoğru namazı kılmaktan ve zekâtı vermekten alıkoymaz. Ve onlar, kalplerin ve gözlerin (dehşetten) allak bullak olacağı bir günden korkarlar.” (24/Nûr, 37)
بسم الله الرحمن الرحيم
Rahmân ve Rahîm Olan Allah’ın Adıyla…
Bu iki kavram, İslam inanç sisteminde son derece önemli bir yere haizdir. Her Müslüman bu iki kavramı, bunların bizden neler istediğini ve buna bağlı olarak bizlere ne gibi sorumluluklar yüklediğini çok iyi bilmek durumundadır.
Biz, “Her şey zıddı ile bilinir” kuralından hareketle bu iki kavramın bir arada incelenmesinin daha uygun olacağını düşünüyoruz.
İslam ile İslam dışı sistemlerin birbirine karıştığı şu dönemde yaşayan insanlar, bu iki kavramı ve içeriğini hakkıyla bilmemesi sonucunda kimlerin sevilip, kimlerin sevilmeyeceğini, kimlerin desteklenip, kimlerin desteklenmeyeceğini ve kimlere velayet verilip, kimlere velayet verilmeyeceğini hep birbirine karıştırmış durumdadırlar. Bu karışıklığın altında yatan temel unsur; velâ ve berâ kavramlarının bihakkın bilinmemesidir. Bu kavramları ve içerdiği muhtevayı öğrenmek “Ben Müslümanım” diyen her insanın temel vazifesidir. Çünkü bu iki kavram –bazı âlimlerin de ifade ettiği gibi– Kur’an’ın üzerinde durduğu en önemli konuların başında gelmekte ve Kur’an’da zikri en çok geçen meseleler arasında yerini almaktadır. İşte bundan dolayı bu kavramların iyice öğrenilmesi zorunludur.
a) Tanımı
Velâ ve Berâ Kelimelerinin Sözlük Anlamı:
“Velâ” kelimesi sözlükte “sevmek, dostluk göstermek, yardım etmek, iki şey arasında tercihte bulunmak, âzalarla destek vermek, müttefik olmak ve arkadaşlık yapmak” manalarına gelmektedir. Buna “Muvâlât” da denir. Muvâlât –İbn-i Arabî’nin de dediği gibi– “İki kişi anlaşmazlığa düştüğünde üçüncü bir kimsenin aralarını bulmak için araya girmesi ve tercihini iki taraftan birisi arasında yapmasıdır.”[1]
Mevlâ, veli ve evliya gibi kelimeler hep aynı kökten türemiştir.
Berâ kelimesi ise “beri olmak, uzaklaşmak, mesafeli durmak” gibi manalara gelmektedir. Velâ kelimesinin tam zıddıdır. Yani; “sevmemek, dostluk göstermemek, yardım etmemek, azalarla destek vermemek, müttefik olmamak ve arkadaşlık yapmamak” gibi anlamları ihtiva eder.
Velâ ve Berâ Kelimelerinin Istılah Anlamı
“Velâ” söz, fiil ve niyet ile bir şeye yakın olma ve onun tarafında bulunma demektir. “Berâ” ise söz, fiil ve niyet ile bir şeyden uzak olma ve onun tarafında yer almama manasındadır. Bu iki kelime baştan sona birbirine zıtlığı ifade etmektedir. Yani biri ne ise öbürü onun tam zıddıdır. Bazı âlimler velâ ve berâ kelimelerinin lügat ve ıstılah anlamlarının aynı olduğunu ve aralarında neredeyse hiçbir fark bulunmadığını ifade etmişlerdir.
Bir Uyarı
Velâ kavramıyla alakalı diğer mevzulara geçmeden önce burada meal okuyucularına bir uyarıda bulunmanın yararlı olacağına inanıyoruz. Bu gün bazı mealler "velâyet" kelimesini sadece “dost edinmek” şeklinde anlamlandırmaktadırlar. Hâlbuki bu kelimenin sadece bu anlamla tercüme edilmesi eksiktir. Velâyet kelimesi Arap dilinde “dostluk” anlamına geldiği gibi –üstte de ifade edildiği üzere– kalben sevgi duyma, azalar ile yardım etme, destek verme, müttefik olma, arkadaşlık kurma anlamlarına da gelmektedir. Kişi velâyet ile ilgili ayetleri okuduğu zaman örneğin; Allah ona “Kâfirlere velâyetini verme” diyorsa, o sırf bu yanlış anlamlandırma neticesinde bu ayeti “kâfirlerle arkadaş olma” şeklinde anlayacak ve Allah’ın kendisinden nehyetmiş olduğu muvâlâtı bihakkın yerine getirmemiş olacaktır. Hâlbuki böylesi bir emirde Allah kendisinden kâfirlere yardım etmemesini, onlara destek vermemesini, onları sevmemesini, onlardan uzak olmasını, Müslümanlar aleyhinde onlarla beraber çalışmamasını, onlara Müslümanların sırlarını, gizliliklerini ve mahrem bilgilerini vermemesini ve buna benzer bir takım şeyleri yerine getirmesini istemektedir. Ancak meallerde yapılan bu hata, kişiyi tüm bu manalardan uzaklaştırmakta ve onu, velâyeti sadece dostluk manasında anlamaya sevk etmektedir. İşte bu nedenle mealler okunurken bu noktaya dikkat edilmeli ve ayetleri anlamada hataya düşülmemelidir.
Müminlerin Birbirlerini Veli Edinmeleri Vaciptir
Allah Teâlâ, Kur’an-ı Kerim’in birçok yerinde müminlerin birbirlerini veli edinmelerini farz kılmıştır. Müminlerin birbirlerini veli edinmeleri; birbirlerini sevmeleri, desteklemeleri, tercih etmeleri ve yardım etmeleri anlamına gelmektedir. Bir kimse “Ben müminim” dediği andan itibaren artık velayetini kendisi gibi inanan kimselerden başkasına veremez. Bu onun imanının bir gereği ve akidesinin bir zorunluluğudur. Şimdi bu konuya ilişkin bazı ayetleri zikredelim. Rabbimiz şöyle buyurur:
“Ey iman edenler! Eğer küfrü imana tercih ederlerse, babalarınızı ve kardeşlerinizi (bile) veli (dost, yardımcı, önder, lider) edinmeyin. İçinizden kim onları veli edinirse, işte onlar, zalimlerin ta kendileridir.” (Tevbe, 23)
“Mü'min erkeklerle mü'min kadınlar birbirlerinin velileri (yardımcıları, destekleyicileri) dirler. İyiliği emrederler, kötülükten menederler; namazı vaktinde kılarlar, zekâtı (yerli yerince) verirler ve Allah'a, Peygamberine itaat ederler. İşte bunları Allah rahmetine eriştirecektir. Şüphesiz ki Allah azizdir, hakîmdir.” (Tevbe, 71)
“İman edip hicret eden ve Allah yolunda mallarıyla, canlarıyla cihad edenler ve (muhacirleri) barındırıp (onlara) yardım edenler var ya, işte onlar birbirlerinin velileridirler…” (Enfâl, 72)
“Sizin veliniz (dost, yardımcı ve destekçiniz), ancak Allah, O'nun Resulü, rükû ediciler olarak namaz kılan ve zekâtı veren müminlerdir.” (Maide, 55)
“Allah’a ve ahiret gününe iman eden bir toplumun; babaları, oğulları, kardeşleri veya yakınları dahi olsa, Allah’a ve Rasûlüne muhalefet eden kimseler için bir sevgi beslediklerini göremezsin. İşte Allah onların kalplerine imanı yazmış ve onları kendi katından bir ruh ile desteklemiştir.” (Mücadele, 22)
Bu ayetlerden açıkça anlaşıldığı üzere, iman eden birisi, ancak kendisi gibi iman eden kimseleri dost, yardımcı, destekçi, sırdaş, önder ve lider edinebilir. Böylesi kimselerin haricindeki kimseleri veli edinmesi iman ilkesi ile bağdaşmayan bir tutumdur.
Müminlerin Kâfirleri Veli Edinmeleri Haramdır
Allah celle celâluhu müminlerin sadece birbirlerini veli edinmelerini vacip kılmıştır. Kendilerinin dışında kalan kimseleri –bu kimseler ister Ehl-i Kitap olsun, ister kâfirler olsun, isterse de münafıklar olsun fark etmez– veli edinmelerini kesin bir dille yasaklamıştır. Rabbimiz şöyle buyurur:
“Ey İman edenler! Benim de düşmanım, sizin de düşmanınız olanları veli (dost, yardımcı, sırdaş) edinmeyin. Siz onlara sevgi gösteriyorsunuz. Hâlbuki onlar size gelen hakkı inkâr ettiler. Rabbiniz olan Allah’a inandınız diye Peygamberi ve sizi yurdunuzdan çıkarıyorlar. Eğer rızamı kazanmak üzere benim yolumda cihad etmek için çıktıysanız (böyle yapmayın).” (Mumtahine, 1)
“Onlardan çoğunun, kâfirlere velayet verdiklerini görürsün. Nefislerinin onlar için önceden hazırladığı şey ne kötüdür. Allah onlara gazap etmiştir ve onlar azap içinde devamlı kalıcıdırlar! Eğer onlar, Allah’a Peygambere ve ona indirilene iman etmiş olsalardı, kâfirlere velayetlerini vermezlerdi. Fakat onların çoğu fasık (imandan çıkmış) kimselerdir.” (Maide, 80,81)
“Ey iman edenler! Yahudi ve Hıristiyanları veli edinmeyiniz. Onlar birbirlerinin dostudurlar. Sizden kim onları veli edinirse o da onlardandır. Şüphesiz ki Allah zulmeden kimseleri doğru yola eriştirmez.” (Maide, 51)
“Mü'minler, mü'minleri bırakıp da kâfirleri veliler edinmesinler. Kim böyle yaparsa onun artık Allah ile bir ilişiği kalmaz…” (Âl-i İmran, 28)
Bir kimse inananları bırakıpta başka akidede olan kimselere velayetini verecek olursa, artık iman ile bir alakası kalmaz. Böylesi bir kimse artık her ne kadar mümin olduğunu iddia etse de, Allah tarafından kabul görmez. Çünkü böylesi bir kimse ayetin açık ifadesiyle “onlardandır.” Yani mümin değil kâfirdir; Müslüman değil mürtetdir. Yine diğer ayetin ifadesine göre “Allah ile bir ilişiği kalmaz.”[2] Bu gerçekten de çok kötü bir akıbettir. Bu akıbete dûçar olmamak için kimlere velayet verdiğimizi iyi gözden geçirmeliyiz.
Velâ ve Berâ İmanın En Sağlam Kulpudur
Velâ ve berâ, Rasûlullâh sallallâhu aleyhi ve sellem’in ifadesiyle İslam’ın en sağlam kulpudur. Kişi velayetini kimlere verip-vermeyeceğini iyi tayin ettiği ve berâsını kimlere göstereceğinin sınırlarını iyi çizdiği zaman İslam’ın en sağlam kulpuna tutunmuş olur. Bu kulpun kopması mümkün değildir. Kim bu kulpa tutunursa, şirk ve küfür bataklığına düşmekten kurtulur; kim de bu kulpa tutunamazsa şirk ve küfür bataklığına düşmekten kendisini koruyamaz. Rasûlullâh sallallâhu aleyhi ve sellem şöyle buyurur:
“İman kulplarının en sağlamı Allah uğrunda dostluk kurmak (muvâlât), Allah uğrunda düşmanlık etmek, Allah için sevmek ve Allah için buğzetmektir.”[3]
Başka bir hadisinde de şöyle buyurur:
“Kim Allah için sever, Allah için buğz eder, Allah için verir ve Allah için engel olursa imanını kemale erdirmiş olur.”[4]
Velâ ve Berâ Konusunda İnsanların Kısımları
İslam âlimleri velâ ve berâ açısından insanları üç kısma ayırmışlardır:
1-) Her yönüyle (mutlak olarak) sevilmeyi hak edenler:[5]
Bunlar Allah’a ve Rasûlüne iman eden, İslam’ın tüm görevlerini titizlikle tatbik etmeye çalışan, İslam’ın tüm esas ve prensiplerini hem ilmî hem de itikadî bakımdan yerine getirmek için uğraşan; amellerini, fiillerini ve sözlerini Allah için samimi ve ihlâslı bir şekilde ortaya koyan ve Allah’ın emirlerine boyun eğip nehiylerinden kaçınan kimselerdir. Bütün Müslümanların bunları sevmesi, yardım etmesi, nerede ve hangi asırda yaşamış olursa olsunlar bunlara dostluk beslemesi gereklidir. Allah Teâlâ şöyle buyurur:
“Sizin veliniz (dost, yardımcı ve destekçiniz), ancak Allah, O'nun Resulü, rükû ediciler olarak namaz kılan ve zekâtı veren müminlerdir. Kim Allah'ı, Resûlü'nü ve iman edenleri veli edinirse, hiç şüphe yok, galip gelecek olanlar, Allah'ın taraftarlarıdır.” (Maide, 55, 56)
2-) Bir yönden sevgi ve dostluğu hak ettikleri halde
başka bir yönden düşmanlığı hak edenler:
Bunlar da mümin kimselerdir; ancak bunlar ilk grupta anlatılanlar gibi her yönüyle Allah ve Rasûlüne itaat eden kimseler değillerdir. Allah’ın kendilerinden istemiş olduğu bazı şeyleri yaparken, bazılarını da ihmal etmek suretiyle yapmamaktadırlar. Bunlar hakkında hem sevgi hem de düşmanlık duyguları beslenmesi caizdir. İmanın gereği olarak yapmış oldukları salih ameller miktarınca sevilir, işlemiş oldukları günah ve masiyetler ölçüsünce de buğz edilirler. Bize düşen böylesi kimselere nasihat etmektir.
3-) Her bakımdan buğz ve düşmanlık edilmeyi hak edenler:
Bunlar, Allah’ın kendilerinden istemiş olduğu imanı yerine getirmeyen kimselerdir. Yahudiler, Hıristiyanlar, müşrikler, dinsizler ve münafıklar bu gruba dâhildir. İslam’a intisap ettiği halde küfrü gerektiren söylem ve eylemlerde bulunan kimseler için de aynı şey söz konusudur. Mesela Allah’ın indirdiklerine alternatif kanunlar yapan, İslam’ın bu çağa uygun olmadığını söyleyen, beşer ürünü sistemleri benimseyen, ibadet nevilerinden bir tanesini Allah’tan başkasına yapan, kâfirlere velayet vererek onları dost, yardımcı ve sırdaş edinen, Müslümanların aleyhinde onlara yardım eden, Müslümanlarla sırf tevhidlerinden ötürü savaşan ve buna benzer ameller yapan kimseler gibi…
Böylelerine mutlak anlamda buğz etmemiz ve kendilerini düşman bilmemiz Allah ve Rasûlünün bizlere kesin emridir. Böylelerini seven, destekleyen, yardım eden, koruyan, kollayan ve velayet kapsamına giren şeyleri bunlara veren kimselerin Allah ile bir ilişiği kalmaz. Bunlar her ne kadar iman iddiasında bulunsalar da, bu onlardan kabul edilmez; zira imanla küfür bir arada bulunmaz. Bunlar samimi bir tevbe ile tevbe etmedikleri sürece içine düşmüş oldukları küfürden kurtulamazlar.
Bu taksimatı verdikten sonra İbn-i Teymiyye’nin şu güzel cümlelerini buraya aktarmadan edemeyeceğiz. O “Mecmuu’l-Fetâvâ” adlı eserinde şöyle der:
“Bilinmelidir ki, sana haksızlık edip saldırsa da müminle dost olmak gerekir. Sana verse ve iyilik yapsa da kâfir birisine düşman olmak gerekir. Çünkü din tamamen Allah’ın olsun da Allah’ın dostları sevilsin, düşmanlarına buğz edilsin, dostlarına saygı gösterilsin, düşmanları aşağılansın, sevap dostlarının, ceza da düşmanlarının olsun diye Allah Teâlâ peygamberlerini göndermiş ve kitaplarını indirmiştir. Bir adamda hem hayır hem şer, hem isyan hem taat, hem sünnet hem bid‘at bir arada bulunduğu zaman kendisindeki hayır ve iyilik miktarınca dostluğu ve sevabı hak eder; kendisindeki şer ve kötülük miktarınca da düşmanlığı ve cezayı hak eder. Bir adamda kendisine hem iyilik yapılmasını hem de hakareti gerektiren şeyler bir arada bulunabilir. Mesela fakir bir hırsızın hırsızlık yaptığı için hem eli kesilir hem de Beytülmalden ihtiyacını karşılayacak kadar bir şeyler verilir. Ehl-i Sünnet’in üzerinde görüş birliği sağladığı, Haricîler, Mutezile ve onlarla aynı görüşü paylaşanların karşı çıktıkları esas budur.”[6]
Allah İçin Dost Olmanın (Velânın) Gerektirdikleri
Allah için dost olmanın ve velâyeti Müslümanlara vermenin bir takım gereklilikleri ve sorumlulukları vardır. Bunlardan bazıları şunlardır:
1-) Meşru bir gerekçe olmadığı sürece küfür diyarlarından Müslümanların diyarlarına hicret etmek.
2-) Müslümanların cemaatine katılmak, onlardan ayrılmamak.
3-) Kendisi için istediği iyilikleri Müslümanlara da istemek, kendisi için istemediği kötülükleri onlar için de istememek.
4-) Onların kusur ve yanlışlıklarını araştırmamak, gizliliklerini düşmanlara haber vermemek ve onlara zarar vermekten uzak durmak.
5-) Düşmanları karşısında Müslümanlara destek vermek, onları yalnız bırakmamak, canla-başla onlara yardım etmek.
6-) Onlardan hasta olanları ziyaret etmek, cenazelerine katılmak, nazik davranmak, dua etmek, bağışlanmalarını dilemek, zayıflarına yardım etmek, selam vermek, muâmelatta onları aldatmamak, mallarını haksız yere yememek ve üç günden fazla küs durmamak.
7-) Onların mukaddesâtına ilişmemek. Örneğin; onların mallarına, canlarına ve ırzlarına dokunmak ve zulmetmekten, sövmekten, gıybet yapmaktan, laf taşımaktan ve su-i zanda bulunmaktan uzak durmak gibi.
Allah İçin Düşman Olmanın (Berânın) Gerektirdikleri
Allah için dost olmanın nasıl ki bir takım yükümlülükleri varsa, aynı şekilde Allah için düşman olmanın da bir takım sorumluluk ve yükümlülükleri vardır. Müslüman bunlara riayet etiği zaman kendisini küfür ve şirkten muhafaza etmiş olur. Bunlardan bazısı şunlardır:
1-) Muvahhidlerin babası İbrahim aleyhisselâm gibi şirkten, küfürden, kâfir ve müşriklerden nefret etmek, onlara karşı düşmanlık beslemek; onların bizzat kendilerinden, küfür, şirk ve inançlarından, kanunlarından, şirke dayalı sistemlerinden, ilahlarından ve Allah’tan başka tapmış oldukları mabutlardan beri olduğunu ve bunların hiçbirisinden razı olmadığını ilan etmek.[7]
2-) Küfre girmiş insanları dost, yardımcı, önder, lider, yönetici edinmemek; onlara sevgi beslememek ve onlardan uzak olmak.
3-) Dini yayma ve İslam’ı tebliğ etme gibi şer‘î bir maslahat söz konusu olmadığı sürece küfrün hâkim olduğu diyarları terk etmek, kâfirlerin sayısını çok göstermemek. Aksi halde Rasûlullâh sallallâhu aleyhi ve sellem’in şu ağır sözüne muhatap olabiliriz:
“Ben müşriklerin arasında ikamet eden her Müslümandan beriyim!”[8]
4-) Dinî ve dünyevî yönden onlara benzememek.
Dinî yönden onlara benzemek şu şekilde olur:
* Dinî şiarlarda ve ibadet yöntemlerinde onlara benzemek,
* Kitaplarını tercüme etmek ve okunmasını kolaylaştırmak
* Şer‘î süzgeçten geçirmeksizin onların ilimlerini almak, yönetimde ve eğitimde onların kanunlarını almak ve uygulamak.
Dünyevî İşlerde onlara benzemek ise şu şekilde olur:
* Yeme, içme gibi hususlarda onlara benzemek,
* Giyim, kuşam gibi hususlarda onlara benzemek,
* Onların isim ve künyelerini kullanmak,
* Âdet ve geleneklerini Müslümanlar arasında yaygın hale getirmek…
5-) Kâfirlere yardım etmemek, onları övmemek, onların üstünlük ve yardımlarının propagandasını yapmamak, Müslümanlar aleyhinde onlara yardım etmemek, Müslümanların sırlarını onlara vermemek, onları sırdaş edinmemek, mecbur kalmadıkça onlardan yardım istememek, onların sohbetlerine ve meclislerine katılmamak.
6-) Kâfirlerin bayram ve törenlerine katılmamak ve böylesi günler münasebetiyle tebrikte bulunmamak, söz ve fiil ile onları tebcîl etmemek, “efendimiz, liderimiz, seyyidimiz” gibi lafızlarla onlara iltifatta bulunmamak.
7-) Onlar için bağışlanma ve istiğfarda bulunmamak.
8-) Onlara yağcılık, dalkavukluk ve yaltaklık yapmamak, onların batıllarına ve kötü fiillerine sessiz kalmamak.
9-) Onların hakemliğine müracaat etmemek, onların hükümlerine rıza göstermemek, onlara tâbi olmamak ve peşlerinden gitmemek.
10-) Onların emir ve yasaklarına uymamak.
11-) Kendileri ile karşılaştığımız zaman İslam’ın selamı ile onları selamlamamak.[9]
Kâfirlere Düşmanlık Etmek ile Onlara İyi
Davranmak Arasındaki Fark
Burada çok önemli bir hususa dikkat çekmek istiyoruz: Bazı Müslümanlar berâ akidesi ile su-i muameleyi birbirine karıştırmak suretiyle Allah’ın bizlerden istemiş olduğu iyilik ve ihsan ilkesini ihlal ediyorlar. Kâfirlere karşı berâ sınırını muhafaza etmek ile onlara kötü ahlakla davranmak tamamen birbirinden farklı şeylerdir. Bizler her ortamda ve herkese karşı edebimizi muhafaza etmeliyiz. Karşımızdaki dünyanın en kâfir ve facir insanı bile olsa, ona karşı edep ve ahlakta asla kusur etmemeliyiz. Karşımızdaki kimseyi tahkir etmek, onun şahsını kötülemek, ona karşı etik olmayan bir takım kelimeler sarf etmek asla bizim menhecimiz olmamalıdır. Bizler, önderimiz Muhammed Mustafa gibi ahlak prensiplerinden asla taviz vermemeliyiz. Ahlakı muhafaza etmek farklı bir şey, kâfirlere düşmanlık etmek farklı bir şeydir. Bu böyle bilinmelidir.
İkinci bir husus ise kâfirlerle bizim ilişkilerimizin temelini oluşturan şu Kur’an ayetlerini kendimize menhec edinmeliyiz. Rabbimiz şöyle buyurur:
“Allah, din uğrunda sizinle savaşmayan, sizi yurdunuzdan çıkarmayan kimselere iyilik yapmanızı ve onlara karşı adil davranmanızı yasak kılmaz; doğrusu Allah adil olanları sever. Allah, ancak sizinle din uğrunda savaşanları, sizi yurtlarınızdan çıkaranları ve çıkarılmanıza yardım edenleri dost edinmenizi yasak eder; kim onları dost edinirse, işte onlar zalimdir.” (Mumtahine, 8, 9)
Bizimle dinimizden ötürü savaşmayan, bizleri yurdumuzdan çıkarmayan ve yurdumuzdan çıkarmak için çaba harcamayan kimselerle iyi ilişkiler içerisinde olmamız ve adaletin gereği hususları onlara uygulamamız asla İslam tarafından yasaklanmış değildir. Aksine yasak olan; bize düşmanlık eden, bizimle savaşmayı tercih eden, bizi yurdumuzdan çıkaran veya çıkarılmamıza yardım edenlere velayetlerimizi vermemiz, onları sevmemiz ve onlara dostluk göstermemizdir. Bu iki şeyi birbirine karıştırmamamız gerekir.
Kâfirlerle Dost Olmanın Dereceleri
Geçen sayfalarda şirk ve küfür kavramlarından söz ederken, onların büyük ve küçük olmak üzere ikiye ayrıldığından bahsetmiş ve birisinin dinden çıkardığını, diğerinin ise dinden çıkarmadığını söylemiştik. İslam âlimlerinin görüş ve istidlallerinden hareketle bu kavramda da aynı ayırıma gidecek ve her kısmın kısaca delilini izah etmeye gayret edeceğiz. İslam âlimlerinin belirttiğine göre muvâlât, “dinden çıkaran” ve “dinden çıkarmayan” olmak üzere iki kısma ayrılır. Bazıları buna “Muvâlât-ı Kübra” (büyük muvâlât) ve “Muvâlât-ı Suğra” (küçük muvâlât) da demiştir.
1-) Muvâlât-ı Kübrâ
Muvâlâtın bu kısmı, sahibini dinden çıkardığı gibi aynı zamanda onun ebedi olarak cehennemde kalmasına da yol açar. Bu, kâfirlere yardım etmek, Müslümanlar aleyhinde onlarla ittifak kurmak veya Müslümanları fitne ve azaba duçar etmek için onlara destek vermek suretiyle olur. Keza, kâfirleri ve onları sevenleri sevmek, onları sevmeyip düşmanlık edenleri sevmemek; dostluk ve düşmanlığı, kâfirlere dost ve düşman olma ilkesine göre değerlendirmek, dolayısıyla kâfirleri dost edinenleri dost edinmek, onlara düşman olanlara düşmanlık etmek de aynı kategoriye girmektedir. İşte müşriklerle böylesi bir velâ ilişkisine girmek büyük küfürdür, imanı bozan maddelerin en tehlikelilerinden kabul edilir. Bunun delillerine gelince; bunlar sayılamayacak kadar çoktur.[10]
1-) Allah Teâlâ’nın şu buyruğu:
“Ey iman edenler! Yahudi ve Hıristiyanları veli edinmeyiniz. Onlar birbirlerinin dostudurlar. Sizden kim onları veli edinirse o da onlardandır. Şüphesiz ki Allah zulmeden kimseleri doğru yola eriştirmez.” (Maide, 51)
Ayet-i kerîmede zikri geçen velâyet ile –sebeb-i nüzûlün de delalet ettiği gibi– “yardımlaşma ve ittifak kurma” velayeti kastedilmektedir; ircâ ehlinin zannettiği gibi “inanç ve din” velayeti kastedilmemektedir. İrcâ ehli, kişiyi dinden çıkaran muvâlâtın sadece din ve inanç hususunda kâfirleri veli edinmeye has olduğunu söylemekte, bunun dışında kalan muvâlâtın ise kişiyi dinden çıkarmayan amelî muvâlât olduğunu iddia etmektedir! Onların bu iddiaları haktan ne kadar da uzaktır!
İbn-i Kesir rahmetullahi aleyh’in tefsirinde zikredildiği üzere ayetin sebeb-i nüzûlü şu olaydır:
Kaynuka oğulları, Rasûlullâh sallallâhu aleyhi ve sellem ile savaşa tutuşunca Abdullah İbn-i Ubeyy İbn-i Selûl onların işleriyle ilgilendi ve onları savunmaya koyuldu. Bunun üzerine Ubâde b. Samit, hemen Rasûlullâh sallallâhu aleyhi ve sellem’ın huzuruna vardı. O, Hazrec kabilesinden bir kişi idi. Onun da Kaynuka oğullarıyla tıpkı Abdullah İbn-i Ubeyy gibi bir antlaşması vardı. Sonra Ubade radıyallahu anh, onlarla olan antlaşmasından Allah ve Rasûlü için beri olduğunu bildidi ve “Ben kâfirlerin antlaşma ve velayetinden teberri ediyor, Allah’ı Rasûlünü ve müminleri veli ediniyorum” dedi. İşte bu sebeple bu ayetler onun ve Abdullah İbn-i Ubeyy’in hakkında nazil olmuştur.[11]
Seyyid Kutub der ki:
“Allah Teâlâ’nın iman edenlerle Yahudi ve Hıristiyanlar arasında meydana gelmesini yasakladığı velayet, (Müslümanlar aleyhinde) yardımlaşma ve işbirliği yapma manasına gelen velayettir. Onlara dinlerinde uyma manasına gelen velayet değildir. Zaten Müslümanlar içerisinde din hususunda Yahudi ve Hıristiyanlara meyledecek kimselerin olması gerçekten çok uzak bir ihtimaldir. Buradaki dostluk ancak (Müslümanlar aleyhinde) yardımlaşma ve işbirliği yapma manasına gelen dostluktur.”[12]
Ayet-i kerimenin son tarafında yer alan “Sizden kim onları veli edinirse o da onlardandır” buyruğu hakkında imam Şevkânî der ki:
“Yani sizden her kim onları veli edinirse o da onların birliğinden ve cemaatindendir. Bu gerçekten de büyük bir tehdittir. “Şüphesiz ki Allah zulmeden kimseleri doğru yola eriştirmez.” Allah Teâlâ’nın bu buyruğu, önceki cümlenin gerekçesidir. Yani, onların küfre düşmeleri Allah’ın, kâfirleri veli edinmek gibi küfrü mucip ameller işlemelerinden dolayı nefsine zulmedenleri hidayete erdirmemesi sebebiyledir.”[13]
2-) Allah Teâlâ’nın şu buyruğu:
“Onlardan çoğunun, kâfirlere velayet verdiklerini görürsün… Eğer onlar, Allah’a Peygambere ve ona indirilene iman etmiş olsalardı, kâfirlere velayetlerini vermezlerdi…” (Maide, 80,81)
Bu ayet-i kerime bu konuda çok açık ve net bir hüküm ortaya koyuyor. Kâfirlere velayet veren, yani Müslümanlar aleyhinde onlara yardım eden, onları destekleyen, onlara sır götüren, onları malı, canı ve koruma vesilelerinin tümü ile koruyan, onları seven ve onlara sempati duyan her kim olursa olsun Allah’a, Peygambere ve o’na indirilen Kur’an’a iman etmiş değildir. Çünkü böyleleri şayet iman etmiş olsalardı, onlara velayetlerini vermezlerdi. Velayetlerini verdiklerine göre iman etmiş değillerdir. Bunu, ayetin mefhum-u muhâlifinden anlıyoruz. İbn-i Teymiyye der ki:
“Ayette zikri geçen iman, onları veli edinmekten alıkoyar. Çünkü iman ile onları veli edinmek bir kalpte bulunamaz. Bu ayetin bir benzeri şu ayettir:
“Ey iman edenler! Yahudi ve Hıristiyanları veli edinmeyiniz. Onlar birbirlerinin dostudurlar. Sizden kim onları veli edinirse o da onlardandır.” (Maide, 51)
Allah Teâlâ önceki ayet-i kerimede kâfirleri veli edinenlerin mümin olamayacaklarını haber verdi. Burada ise onları veli edinenlerin onlardan olacağını bildirdi. Gerçekten de Kur’an ayetleri birbirini doğrulamaktadır.”[14]
3-) Allah Teâlâ’nın şu buyruğu:
“Mü'minler, mü'minleri bırakıp da kâfirleri veliler edinmesinler. Kim böyle yaparsa onun artık Allah ile bir ilişiği kalmaz…” (Âl-i İmran, 28)
İmam Şevkânî der ki: “Kim böyle yaparsa onun artık Allah ile bir ilişiği kalmaz…” Yani Allah’ın velayeti/dostluğu ile bir ilişiği kalmaz, böyle birisi bundan tamamen sıyrılıp çıkmıştır.”[15]
Malum olduğu üzere Allah’ın velâyeti tamamıyla ancak kâfir ve mücrimlerden sıyrılıp çıkar. Nitekim bir ayette şöyle buyrulur:
“Onlar Mescid-i Haram’dan alıkoyup dururken Allah onlara niye azap etmesin ki? Zaten onlar onun[16] velileri de değillerdir. Onun velileri ancak muttakilerdir.” (Enfal, 34)
Yani Allah’ın velisi ancak şirkten sakınanlar, diğer bir ifadeyle muttaki olanlardır. Şirkten sakınmayanlar O’nun velisi olamazlar.
4-) Allah Teâlâ’nın şu buyruğu:
“Kendilerine zulmetmiş kimseler olarak, meleklerin canlarını aldıkları kimseler, ‘biz herhangi bir kötülük yapmamıştık’ diyerek teslim olurlar. Hayır! Allah, sizin ne yapmış olduğunuzu elbette bilmektedir. Bu nedenle, içinde ebedî kalacağınız cehennemin kapılarından girin. Kibirlenenlerin kalacağı bu yer ne kötüdür!” (Nahl, 28, 29)
İkrime radıyallahu anh der ki: “Bu ayet, Mekke’de Müslüman olup da hicret etmeyen kimseler hakkında inmiştir. Kureyş onları istemedikleri halde Bedir savaşına çıkarmış ve orada öldürülmüşlerdir.”[17]
Bunun benzeri şu ayet-i kerimedir:
“Melekler kendi nefislerine zulmedenlerin hayatına son verecekleri zaman derler ki: ‘Nerede idiniz?’ Onlar: ‘Biz, yeryüzünde zayıf bırakılmışlar (mustaz'aflar) idik.’ derler. (Melekler de:) ‘Hicret etmeniz için Allah'ın arzı geniş değil miydi?’ derler. İşte onların barınma yeri cehennemdir. Ne kötü yataktır o! Ancak erkeklerden, kadınlardan ve çocuklardan mustaz'aflar olup, hiç bir çareye güç yetiremeyenler ve bir yol (çıkış) bulamayanlar başka... Umulur ki Allah bunları affeder. Allah affedicidir, bağışlayıcıdır.” (Nisa, 97-99)
İmam Buhari’nin rivayet ettiğine göre bu ayet, Mekke’de hicret etmeyen ve Bedir’de müşriklerle beraber savaşa çıkan, onların sayısını çok gösteren, savaş sırasında ölen bazı kimseler hakkında nazil olmuştur.[18]
Abdulmun‘im Mustafa der ki:
“İlim ehlinin ve tefsircilerin belirttiğine göre meleklerin hayatlarına son verdiği bu kimseler, Müslümanlar aleyhinde müşriklere yardım ettikleri için küfür ve şirk üzere ölmüşlerdir. Ayetler de bunu göstermektedir. Bu görüşü destekleyen delillerden birisi de Rasûlullâh’ın amcası Abbas’ın durumudur. Abbas radıyallahu anh Bedir günü müşriklerden esir alınanlarla birlikte esir alınmıştı. Abbas radıyallahu anh Müslüman olduğunu söylemesine rağmen Rasûlullâh ve Müslümanlar aleyhinde müşriklere yardım ettiği için müşriklerle aynı muameleye tâbi tutulmuş ve kendisinden fidye vermesi istenmişti. Abbas radıyallahu anh’ın konumu diğer müşrik esirlerle aynı idi. Abbas radıyallahu anh’ın Müslümanlarla savaşmak için müşrikler tarafından zorla getirildiği şeklindeki mazereti de kabul edilmedi; çünkü o, hicrete güç yetiren, yol bulabilen ve bu ikrah haline düşmeden önce müşriklerin otoritesinden ayrılmaya imkânı olan kimselerdendi, ama bunu yapmadı. (Bundan dolayı da ona müşrik muamelesi yapıldı.)[19]
Diğer bir rivayette ise şöyle geçer: Müslümanlar Hz. Abbas’ı esir alınınca Abbas radıyallahu anh hemen Rasûlullâh sallallâhu aleyhi ve sellem’in yanına geldi ve:
―Ey Allah’ın Rasûlü! Ben ikrah altında (zorlanarak) buraya getirildim ve ben Müslüman olmuştum, dedi.
Bunu duyan Rasûlullâh sallallâhu aleyhi ve sellem:
―Ey amca! Senin zâhirin bizim aleyhimizdeydi. Senin Müslümanlığına gelince; (eğer iddianda samimi isen) Allah senin mükâfatını verecektir. (Ben ise sadece zâhire göre hüküm veririm).[20]
Abbas radıyallahu anh Bedir’de müşriklerle beraber savaşa katılmış ancak esir düşmüştür. Rasûlullâh sallallâhu aleyhi ve sellem “Kendin ve kardeşin için fidye ver!” deyince o “Ey Allah'ın Rasûlü! Senin kıblene dönüp namaz kılmadık mı? Senin hak nebi olduğuna şahitlik etmedik mi?” demiştir. Bunun üzerine Rasûlullâh sallallâhu aleyhi ve sellem “Ey Abbas! Siz hasımlaştınız ve size hasım olundu” demiş ve bu ayeti okumuştur.[21]
Suddî der ki: “Bu ayet indiği zaman Müslüman olduğu halde hicret etmeyen kimseler kâfir sayılıyordu. Daha sonra bu hükümden hicret etmeye çaresi olmayan, yol bulamayan, hicret etmeye yetecek kadar malı olmayanlar istisna tutuldu.”[22]
Rivayetlerden anlaşıldığına göre Hz. Abbas radıyallahu anh gerçekten de Mekke’de iman etmiş ve tevhide boyun eğmişti. Bedir savaşı vuku bulduğunda Mekkeli müşrikler Mekke’de kim var kim yoksa hepsini savaşa çıkarmış ve Müslümanlarla karşı karşıya gelmeleri için onları zorlamışlardı. O an için imanını gizleyen Abbas radıyallahu anh ve emsali Müslümanlar müşriklerin bu zorlamasına karşı gelememiş ve onlarla birlikte savaşa katılmışlardı. Onlar, savaşta Müslümanlara karşı silah kullanmamış ve onlarla savaşmaktan hep geri kalmışlardı. Ama buna rağmen Müslümanlar onların zahirlerinden hareketle kendilerini öldürmüşler ve zahire göre hüküm verdikleri için kendilerine müşrik muamelesi yapmışlardı. Abbas radıyallahu anh gibi bir şahsiyet bile, sırf müşriklerin ordusunu kalabalık gösterdiği ve onların arasında yer aldığı için müşrik muamelesine tabi tutuluyorsa, acaba bu gün konumları Hz. Abbas’tan daha iyi olmayan insanlara nasıl muamele edilir? Abbas gibi bir şahsiyet bile hukuk karşısında hak ettiği hükmü alıyorsa, bu gün Müslüman olduklarını iddia ettikleri halde kâfirlerin ordularında Müslümanlara karşı savaşan, onların sayılarını çok gösteren, onları sırf dinlerinden ötürü zindanlara dolduran kimselerin hali nice olur?!
Elbette onlar hak ettikleri hükmü almaya daha hak sahibidirler…
Zikretmiş olduğumuz bu dört ayet ve ona ilişkin diğer delillerden anlaşıldığına göre; müşriklere mutlak manada velâyetlerini veren kimseler niyetlerinin iyi olduğuna bakılmaksızın kâfir kabul edilirler. Bu, Ehl-i Sünnetin üzerinde ittifak ettiği görüşlerden birisidir.
Muvâlâtın bu kısmını izah ettikten sonra şimdi ikinci kısmını izah etmeye geçebiliriz.
2-) Muvâlât-ı Suğrâ
Muvâlâtın bu kısmı ise, sahibini dinden çıkarmadığı gibi ebedî cehennemde kalmasına da yol açmaz. Günahı miktarı cezasını gördükten sonra Allah’ın rahmeti ile cennete girer. Muvâlâtın bu kısmı şu şekilde olur: Kişi kalben İslam’dan en ufak bir kuşkuya kapılmaksızın bir takım dünyevi ve nefsi amaçlar uğruna kâfirlere meyletmesi, yağcılıkta bulunması ya da kavmiyetçilik duygularının ön plana çıkmasından ötürü onları savunması gibi… Böylesi bir şey kişiyi her ne kadar kâfir yapmasa da, onu harama sokar ve helakin eşiğine getirir. İfk hadisesinde sahabe arasında cereyan eden şu olayı bunun bir delili olarak değerlendirebiliriz. İmam Buhârî, bu olayı “Kitabu’l-Meğâzî”de uzunca anlatmıştır.[23] Olayın bir kısmı şu şekildedir:
Hz. Aişe’ye iftira atılınca, bu olay Rasûlullâh’a çok ağır geldi. Rasûlullâh sallallâhu aleyhi ve sellem minbere çıkıp:
―Ey müslümanlar topluluğu! Ev halkım hususunda bana ezası ulaşan bir şahıstan dolayı bana kim yardım eder? Vallahi ben ehlim hakkında hayırdan başka bir şey bilmiş değilim. Bu iftiracılar, bir adamın da ismini ortaya koydular ki, bu zat hakkında da ben hayırdan başka bir şey bilmiyorum. Bu ismi söyleyen kimse şimdiye kadar ben olmaksızın ailemin yanına da girmiş değildir, dedi.
Hz. Âişe der ki:
Bunun üzerine Ensâr’ın Evs kabilesinden Abdu’l-Eşhel Oğulları’nın kardeşi Sa‘d b. Muâz ayağa kalktı ve:
―Ya Rasûlallah! O kimseye karşı Sana ben yardım edeceğim. Eğer bu iftirayı çıkaran Evs Kabilesi’nden ise, ben onun boynunu vuracağım. Eğer Hazreçli kardeşlerimizden ise, yapılacak işi Sen bize emredersin, biz de emrini yerine getiririz, dedi.
Hz. Âişe devamla; Bu defa Hazreç Kabilesinden Sa‘d b. Ubâde ayağa kalktı. O, bu olaydan önce de iyi bir adamdı; fakat bu defa kabile asabiyeti onu Sa‘d b. Muâz’ın sözlerinden dolayı öfkeye sürükledi ve Sa'd b. Muâz’a karşı:
―Yalan söyledin. Allah'ın ebedîliğine yemin ederim ki, sen onu (yani Abdullah İbn-i Ubeyy’i) öldüremezsin ve onu öldürmeğe muktedir olamazsın. O, senin cemaatinden biri olmuş olaydı, sen onun öldürülmesini istemezdin, dedi.
Bu defa da Sa’d b. Muâz’ın amcasının oğlu Useyd b. Hudayr ayağa kalkarak, Sa‘d b. Ubâde’ye karşı:
―Allah’ın ebedîliğine yemin ediyorum ki, sen yalan söylüyorsun. Vallahi biz onu elbette öldürürüz. Sen muhakkak ki münafıkları savunan bir münafıksın, dedi…
Olay bu şekilde devam etmektedir... Burada bizi ilgilendiren kısım ise Sa‘d b. Ubade’nin konumudur. O, –Hz. Aişe’nin de belirttiği gibi– sırf milliyetçilik duygularından dolayı aynı kabileye mensup olduğu münafıkların başı Abdullah İbn-i Ubeyy’in öldürülmesine karşı çıkmış ve onu savunma yoluna gitmişti. Onun bu tavrı bir nevi muvâlâttır; ancak bu muvâlât, –âlimlerimizin de belirttiği gibi– kişiyi dinden çıkarmayan küçük muvâlât kapsamındadır. Ama burada bir hususa dikkat etmek gerekir: Muvâlâtın bu kapsamda kalmasının şartı, Müslümanlara karşı kâfir ve münafıklara yardım etmemektir. Kişi eğer kâfir ve münafıklara yardım eder, onlara destek olur ve onlarla beraber aynı safta yer alırsa, o zaman onun bu tavrı muvâlât-ı kübrâ kapsamında değerlendirilir ve sahibini dinden çıkarır. Sa‘d b. Ubade’nin yaptığı ise, sadece kavmiyetçilik duygularının galeyana gelmesi sonucu bir savunma niteliğindedir. Onun böylesi bir tavır sergilemesi bile sahabe arasında hemen nifakla suçlanmasına neden olmuştur. Ama onun yaptığı hakikatte küfür değil, haramdır. Eğer yaptığı küfür olsaydı, o zaman kendisine irtidat cezası uygulanırdı. Bunun olmamasından anlıyoruz ki, Sa‘d’ın yaptığı muvâlât-ı suğrâ kapsamında bir velayettir. Allahu a‘lem.[24]
Faruk Furkan
[1] Bkz. “Lisânu’l Arab”, “ve-le-ye” maddesi. 15/405.
[2] İmam Taberî bu ayetin tefsirinde şöyle der: “Kim böyle yaparsa onun artık Allah ile bir ilişiği kalmaz…” Yani, dininden irtidat edip küfre girdiği için Allah’tan uzaklaşmış, Allah da ondan uzaklaşmış olur.” Bkz. 6/313.
[3] “Silsiletü’l-Ehâdîsi’s-Sahîha”, 998.
[4] Ebu Davud, 4681.
[5] Bu taksimat için bkz. “el-Velâu ve’l-Berâu fi’l-İslâm”, Kahtânî, 1/109; “el-Îmân, Hakikatuhu, Havarimuhu, Nevakiduhu”, Abdullah el-Eserî, “velâ” maddesi.
[6] 28/ 208, 209.
[7] Nitekim Rabbimiz şöyle buyurmaktadır: “İbrahim ve onunla beraber olanlarda, sizin için uyulacak güzel bir örnek vardır. Hani onlar kavimlerine şöyle demişlerdi: ‘Biz sizden ve Allah'tan başka taptıklarınızdan uzağız; biz sizi tekfir ediyoruz/sizi tanımıyoruz; bizimle sizin aranızda bir olan Allah’a iman edene dek ebedi düşmanlık ve öfke baş göstermiştir.” (Mumtahine, 4)
[8] Tirmizî, 1604.
[9] Bu bölüm bazı ilave ve çıkarmalarla “el-Îmân, Hakikatuhu, Havarimuhu, Nevakiduhu” adlı eserden alınmıştır. Bkz. “velâ” maddesi.
[10] “Kava‘id fi’t-Tekfîr”, sf. 38.
[11] “Tefsîru’l-Kur’ani’l-Azîm”, 2/96.
[12] “Fi Zilâli’l-Kur’an”, 2/909.
[13] “Fethu’l Kadîr”, 2/321.
[14] “Mecmuu’l-Fetâvâ”, 7/17.
[15] “Fethu’l-Kadîr”, 1/452.
[16] Burada ki “onun” ifadesindeki zamirin mercii hakkında müfessirler ihtilaf etmişlerdir. Onlardan kimisi zamiri Mescid-i Haram’a döndürürken; kimisi de Lafza-i Celâl’e döndürmüştür. Birincisi cumhurun görüşüdür. Buna göre mana şöyle olur: Zaten onlar Mescid-i Haram’ın velileri (bakıcı ve gözetleyicileri) de değillerdir. Onun bakıcı ve gözetleyicileri ancak muttakilerdir.”
[17] Bkz. Taberî, 17/195.
[18] Kitabu-t-Tefsir, 19. Hadis no: 4596.
[19] “Kava‘id fi’t-Tekfîr”, Abdulmun‘im Mustafa Halime, sf. 40, 41.
[20] “es-Siyretu’n-Nebevîyye”, İbn-i Kesîr, 2/462; “el-Bidâye ve’n-Nihâye”, 3/365.
[21] “Tefsîru’l-Kur’ani’l-Azîm”, 1/721; “Tefsiru’t-Taberî”, 9/106.
[22] “Tefsiru’t-Taberî”, 9/106.
[23] Bkz. Buhârî, 4141 numaralı hadis.
[24] Daha geniş bilgi isteyenler Abdulmun‘im Mustafa Halime’nin, “Kava‘id fi’t-Tekfîr” adlı eserinin 42. sayfası ve devamına bakabilirler.