“Yavrucuğum! Namazı dosdoğru kıl. İyiliği emret. Kötülükten alıkoy. Başına gelen musibetlere karşı sabırlı ol. Çünkü bunlar kesin olarak emredilmiş işlerdendir.” (Lokman, 17)

İSTİKÂMET SAHİBİ OLABİLMEK İÇİN…

بسم الله الرحمن الرحيم

Rahmân ve Rahîm Olan Allah’ın Adıyla…

 

İslamî kavramları doğru bir şekilde telakki etmek ve onları Allah ve Rasûlünün yüklemiş olduğu anlamlar çerçevesinde değerlendirmek hiç kuşku yok ki, İslam’ın doğru anlaşılmasını sağlayan en önemli faktörlerden birisidir.

Bu gün nice insanın zihinsel anlamda git-geller yaşamasının ve fikrî bakımdan birçok kargaşanın içerisine düşmesinin en büyük nedeni, belki de kavramları yerli yerince kullanamamasından kaynaklanmaktadır. Oysa insan, kavramların içini İslam’ın temel kaynaklarının gösterdiği doğrultuda doldursa ve hangi kavram olursa olsun, her şeyden önce ona İslam’ın nasıl bir anlam yüklediğini araştırsa, yanlışa düşmesi ve zihinsel kargaşalar yaşaması asla söz konusu olmayacaktır.

Ama maalesef bu gün insanlar, bu konuda daha Allah’a ve Rasulüne danışmadan önce falanca zatın ne dediğine, filanca üstadın ne söylediğine baktıkları için onlarla bir nokta da birleşmek ve aynı duyguları paylaşmak mümkün olmamaktadır. Meseleleri aynı bakış açısıyla değerlendirmek ise hayalden öte bir şey değildir. Bundan dolayı da hep ayrılıklar, ihtilaflar ve farklılıklar söz konusu olmaktadır.

Biz bu yazımızda Kur’an ve Sünnette sıkça kullanılan ve hayatımızda büyük bir önem arz eden bir kavramı, yani “İstikâmet” kavramını incelemeye ve bu kavramın bize nasıl mesajlar verdiğini anlamaya çalışacağız.

Bu kavram da maalesef insanların yanlış değerlendirdiği ve hatalı bir şekilde telakki ettiği kavramlardan bir tanesi...

Dinde istikâmet sahibi olmak aslında Allah’ın istediği doğrultuda, şirk ve küfürden uzak, her türlü haramdan soyutlanmış bir halde Allah’ın emirlerini yerine getirmek anlamında iken, kavramlara yüklenen yanlış anlamlardan ötürü küfür içerisinde yüzen, iki kelimesinden birisi şirk kokan ve her türlü sapık inancı rahatlıkla kabul edebilen nice insan, müstakîm bir şahsiyet gibi kabul edilmekte ve yaşadıkları hayat tarzı insanlara model olarak gösterilmektedir.

Bu bariz hata, üstte de vurguladığımız gibi, kavramları yerli yerine koymamaktan ve onları Kur’an ve Sünnet ışığında değerlendirmemekten ileri gelmektedir.

Acaba nedir dinde müstakîm olmak?

Nedir istikâmet üzere bir hayat sürmek?

Nasıl olur?

Ne ile mümkündür?

İşte bu satırlarda bu ve benzeri soruların cevabını aramaya çalışacağız. Gayret bizden, başarı Allah’tandır.

İstikamet, sözlükte: “Doğru, düzgün, dümdüz olma, her işte itidal üzere bulunma, adalet ve doğruluktan ayrılmama” gibi anlamlara gelir.

Şer‘î kullanımda ise: “Bir insanın kalbi, dili ve âzaları ile Allah’ın istediği şekilde hayat sürdürmesi, İslam’ın emir ve yasaklarına riayet ederek dosdoğru bir yol üzere yürümesi” demektir.

Kur’an ve Sünneti gözden geçirdiğimizde insanların istikâmet sahibi olmaya teşvik edildiğini ve müstakîm bir hayat sürdürenlere birçok mükâfatın vaat edildiğini görmekteyiz.

Rabbimiz şöyle buyurur:

فَاسْتَقِمْ كَمَا أُمِرْتَ وَمَنْ تَابَ مَعَكَ وَلَا تَطْغَوْا إِنَّهُ بِمَا تَعْمَلُونَ بَصِيرٌ

Öyle ise emrolunduğun gibi dosdoğru/müstakîm ol. Beraberindeki tövbe edenler de dosdoğru olsunlar. Haddi aşmayın. Şüphesiz O, yaptıklarınızı hakkıyla görür.”  (Hûd Sûresi, 112)

Bu ayetle alakalı bazı hususların düşünülmesi gerekmektedir.

Efendimiz aleyhisselam dosdoğru ve müstakîm bir insan olduğu halde acaba ona neden bir kere daha “emrolunduğun gibi dosdoğru/müstakîm ol” buyruldu?

Âlimlerimizin belirttiğine göre bu emir; Rasûlallah sallallâhu aleyhi ve sellem’in istikâmet üzere sebat etmesini ve müstakîm olmaktan ayrılamamasını tavsiye etmektedir. Yani “Ey Muhammed dosdoğru, müstakîm bir hayat sürdürmeye sabır ve sebatla devam et, bu konuda gevşeklik gösterme, hayatın istikâmet üzere olsun” demektir.

Bazı hadislerde ifade edildiğine göre bu ayet, Efendimiz aleyhisselam’ın saçlarını ağartan ayettir. Beyhakî’nin rivayet ettiği bir hadiste şöyle geçer:

“Sahabeden birisi Rasûlallah sallallâhu aleyhi ve sellem’e gelerek:

― ‘Ey Allah’ın Rasulü! Bize, senin ‘Hud Suresi saçlarımı ağarttı’ dediğin nakledildi. Acaba saçlarını ağartan şey orada anlatılan peygamber kıssaları ve kavimlerin helaki midir?’ dedi.  Bunun üzerine Rasûlallah sallallâhu aleyhi ve sellem:

― ‘Hayır. Saçlarımı ağartan bunlar değil; lakin Allah’ın: ‘Emrolunduğun gibi dosdoğru/müstakîm ol’ buyruğudur diye karşılık verdi.” (Bkz. “Şuabu’l-Îman”, 2/472)

Bu ayette acaba Rasûlallah sallallâhu aleyhi ve sellem’in saçlarını ağartacak ne vardı?

Yani istikâmet üzere olmak aslında Efendimize ağır gelen bir şey değildi; ama neden bu onun belini bükmüştü?

Bunun cevabı ―Allah yine de en iyisini bilendir― herhalde ayetin devamında saklıdır. Rabbimiz bu ayetin devamında şöyle buyurmaktadır:

“Beraberinde tövbe edenler de dosdoğru/müstakîm olsunlar.”

Efendimiz doğru ve müstakîm olabilirdi; ama yanındakiler nasıl müstakîm olacaktı? İşte bu emir Efendimizin belini büktü ve kendisini zora soktu.

Rasûlallah’ın misyonunu yüklenen İslam davetçilerinin bu noktayı çok iyi tahlil etmeleri gerekmektedir. Çünkü sadece onların doğru olması yetmez; aksine beraberinde bulunan, beraber çalıştıkları, aynı davaya gönül verdikleri insanlarında düzgün, sağlam ve müstakîm olmaları gerekmektedir. Eğer böyle olmazsa onların yaptığı hataların faturaları İslam davetçilerine kesilecektir.

Uhud Savaşını ve orada vuku bulan okçular meselesini düşündüğümüzde bu söylenenin ne kadar doğru olduğunu rahatlıkla anlayabiliriz. O savaşta Efendimiz, her hangi bir günah, hata işlememesine rağmen ashabından bazılarının emrine itaat etmemelerinden dolayı savaşın faturası kendisine kesilmiş ve çok kötü bir şekilde yaralanmıştı.

Yani sadece insanın kedisinin doğru olması yetmemektedir. Aynı zamanda etrafında kendileriyle beraber hareket ettiği insanlarında doğru ve düzgün olmaları gerekmektedir. İşte bunun yükü gerçektende insanın saçlarını ağartır, belini büker.

Sen doğru olabilirsin; ama etrafındaki insanlar doğru olmayabilir.

Sen samimi olabilirsin; ama etrafındaki insanlar samimi olmayabilir.

Sen ihlâsla çalışabilirsin; ama etrafındaki insanlar ihlâslı olmayabilir.

Sen yufka yürekli olabilirsin; ama etrafındaki insanlar katı, kaba ve sert olabilir.

Sen yapıcı olabilirsin; ama etrafındaki insanlar yıkıcı, bozucu olabilir.

İşte bunlardır insanı zora sokan, dizleri üzere çöktüren, saçlarını ağartan…

Gerçektende bunun ne kadar sorumluluk gerektiren bir iş olduğunu düşündüğümüz zaman Efendimizin neden saçlarının ağardığını anlayabiliriz.

Yazımızın sonunda istikâmetle alakalı bazı meselelere dikkat çekerken bu ayete tekrar dönecek ve müstakîm olmanın neden bu kadar zor ve meşakkatli olduğunu orada anlatacağımız şeylerle tekrar vurgulamaya çalışacağız.

İstikametle alakalı birkaç tane daha ayet zikrederek bu konunun ne kadar önemli olduğunu izah etmeye devam edelim. Rabbimiz şöyle buyurur:

إِنَّ الَّذِينَ قَالُوا رَبُّنَا اللَّهُ ثُمَّ اسْتَقَامُوا تَتَنَزَّلُ عَلَيْهِمُ الْمَلَائِكَةُ أَلَّا تَخَافُوا وَلَا تَحْزَنُوا وَأَبْشِرُوا بِالْجَنَّةِ الَّتِي كُنتُمْ تُوعَدُونَ نَحْنُ أَوْلِيَاؤُكُمْ فِي الْحَيَاةِ الدُّنْيَا وَفِي الْآخِرَةِ وَلَكُمْ فِيهَا مَا تَشْتَهِي أَنفُسُكُمْ وَلَكُمْ فِيهَا مَا تَدَّعُونَ نُزُلًا مِّنْ غَفُورٍ رَّحِيمٍ

“Rabbimiz Allah’tır deyip sonra da müstakîm olanlara melekler gelerek: ‘Korkmayın, üzülmeyin, size vadedilen cennetle sevinin. Biz, dünya hayatında da âhirette de sizlere dostuz. Esirgeyip bağışlayan Allah’ın ikrâmı olarak (cennette) canınızın çektiği ve dilediğiniz her şey sizindir’ derler.”  (Fussilet Sûresi, 30-32)

Bir diğer ayette ise şöyle buyrulur:

إِنَّ الَّذِينَ قَالُوا رَبُّنَا اللَّهُ ثُمَّ اسْتَقَامُوا فَلَا خَوْفٌ عَلَيْهِمْ وَلَا هُمْ يَحْزَنُونَ أُوْلَئِكَ أَصْحَابُ الْجَنَّةِ خَالِدِينَ فِيهَا جَزَاء بِمَا كَانُوا يَعْمَلُونَ

“Rabbimiz Allah’tır diyenler sonra da dosdoğru olanlar için ne korku vardır ne de hüzün. Onlar cennetliktir. İşlediklerinin karşılığı olarak cennette temelli kalacaklardır.” (Ahkâf Sûresi, 13-14)

Bu ayetlerde ise “Rabbimiz Allah’tır, biz O’ndan başkasını ‘rab’  kabul edemeyiz, hayatımıza ondan başkasını karıştıramayız”  diyen ve bu doğrultuda müstakîm olarak hayat sürenlere vaat edilen mükâfatlardan söz edilmektedir. Melekler böylesi insanlara cennet vaad etmektedirler.

Demek ki müstakîm olmak, insanı her türlü korkudan ve endişeden emin kılan bir ameldir.

Sen müstakîm ol, kabir azabından korkma.

Sen müstakîm ol, kıyamet gününün dehşetinden endişe etme.

Sen müstakîm ol, cehennemin ateşinden dolayı bir korku duyma.

Çünkü Allah, dünyada iken müstakîm olan kullarına bunlardan yana güven içerisinde olacaklarını vaat etmiştir. Allah vaadinden asla caymaz. Asla verdiği sözden dönmez.

Ayeti tekrar tekrar okumak ve üzerinde uzun uzun düşünmek gerekir:

“Rabbimiz Allah’tır diyenler sonra da dosdoğru olanlar için ne korku vardır ne de hüzün. Onlar cennetliktir. İşlediklerinin karşılığı olarak cennette temelli kalacaklardır.” (Ahkâf Sûresi, 13-14)

Sen müstakîm olunca, senin için ne bir korku olacak ne bir endişe. Tüm korkulardan emin olacaksın. Allahu Ekber! Bu ne büyük bir ödül, ne büyük bir mükâfat!

O halde gelin hep beraber müstakîm olmaya çalışalım ve hep beraber Allah’ın istediği doğrultuda bir hayat sürelim ki bu mükâfatlara hak kazanalım.

Söz istikâmetten açıldığında şu hadisi zikretmemek olmaz.

Sahabeden Süfyân b. Abdillah radıyallahu anh, Rasûlallah sallallâhu aleyhi ve sellem’e gelerek:

- Yâ Rasûlallah! Bana İslâm hakkında öyle bir söz söyle ki, (bana İslam’ı öylesine tanıt ki) onu bir daha senden başkası hiç kimseye sorma ihtiyacı hissetmeyeyim, dedi. Bunun üzerine Resûlullah sallallahu aleyhi ve sellem:

- “Allah’a iman ettim de, sonra da müstakîm ol!” buyurdu. (Müslim, İmân 62.)

Bu hadis de gerçekten üzerinde uzun uzun düşünmeye değer hadislerden bir tanesidir. Efendimize gelen bu sahabî öyle bir nasihat istiyor ki, onun hakkında artık hiçbir kimseye soru sormak istemiyor? Acaba bu kadar özlü ve hayat boyu insana kifayet edecek olan nasihat neydi?

Bu soruya Efendimiz tarafından verilen cevaba baktığımızda çok kısa ve belki de bize göre çok basit bir cevap verildiğini görüyoruz.

“Allah’a iman ettim de, sonra da müstakîm ol!”

Ne demek Allah’a iman ettiğimizi söylemek?

Ne demek müstakîm olmak?

Rasûlallah sallallahu aleyhi ve sellem’e göre bu iki cümle, insanın hayatında kendisine yetecek ve bir daha nasihat istemeye ihtiyaç bırakmayacak kadar önemli cümlelerdi.

Efendimiz aleyhisselam, işin aslına bakılırsa bu iki cümleyle aslında İslam’ın tamamını özetlemiş oluyordu. Çünkü hayat Efendimiz’e göre iman ve istikâmetti; hayat iman ve istikâmetten ibaretti.

İman ve istikâmetin ne olduğunu anlatmaya geçmeden önce yeri gelmişken çok kısa bir şekilde Efendimizin bir özelliğinden söz edelim.

Efendimiz aleyhisselam, diğer peygamberlere verilmeyen bazı özelliklere sahipti. Bunlar, sahih hadislerin bize bildirdiğine göre altı şeyden ibarettir. Nitekim Ebu Hureyre radıyallahu anh’ın rivayet ettiği bir hadiste Efendimiz sallallahu aleyhi ve sellem şöyle buyurmuştur:

قَالَ فُضِّلْتُ عَلَى الْأَنْبِيَاءِ بِسِتٍّ أُعْطِيتُ جَوَامِعَ الْكَلِمِ وَنُصِرْتُ بِالرُّعْبِ وَأُحِلَّتْ لِيَ الْغَنَائِمُ وَجُعِلَتْ لِيَ الْأَرْضُ مَسْجِدًا وَطَهُورًا وَأُرْسِلْتُ إِلَى الْخَلْقِ كَافَّةً وَخُتِمَ بِيَ النَّبِيُّونَ

“Bana diğer peygamberlere verilmeyen altı şey verildi:

  1. Bana “Cevamiu’l-Kelim” (az sözle engin mânâlar dile getirme sanatı) verildi.
  2. Düşmana korku vermekle yardım olundum.
  3. Ganimetler bana helal kılındı.
  4. Yeryüzü benim için mescid ve temizleyici hale getirildi.
  5. (Diğer peygamberler sadece kavimlerine gönderilirken) ben bütün insanlığa peygamber olarak gönderildim.
  6. Benimle peygamberlik son buldu.” (Müslim, Mesacid, 1)

Bu sayılan özellikler diğer peygamberlere verilmemişti. Bu özelliklerden bir tanesi hadisin ilk cümlesinde ifade edilen “Cevamiu’l-Kelim” özelliği. Bu özelliği “Az sözle engin mânâlar dile getirebilme yeteneği” diye tanımlayabiliriz. Gerçektende Rasûlallah sallallahu aleyhi ve sellem’in hadislerine baktığımızda bu özelliğin çok bariz bir şekilde öne çıktığını görüyoruz. Birçok hadisinde birkaç kelimeyle onlarca manayı ifade edebilen cümleler kurmuş, çok basit kelimelerle engin manalar ifade etmiş. Bu yetenek diğer peygamberlere verilmemiş.

İşte izah etmeye çalıştığımız bu hadiste “cevamiu’l-kelim”den, yani çok anlama gelen özlü ifadelerinden bir tanesi.

Üstte de vurgulamaya çalıştığımız gibi, acaba iman ettim deyip müstakîm olmak nasıl oluyor da başka bir nasihate ihtiyaç bırakmıyor?

Huzura gelen sahabî bu nasihati aldıktan sonra bir daha hiçbir kimseye İslam hakkında soru sormayacağını söylüyor.

Acaba bu ifade ne anlama geliyor ki, o sahabîye bu sözü söylettiriyor?

Evet, şimdi bu soruları irdelemeye ve müstakîm olmanın ne anlama geldiğini izah etmeye çalışacağız. Eğer bu cümlenin üzerinde durmazsak, o zaman ne istikâmeti, ne müstakîm olmayı ne de bu nasihatin önemini anlayabiliriz. Ama bunun üzerinde biraz durur ve bu kelimelerin bizler için ne ifade ettiğini az da olsa açmaya çalışırsak, o zaman hadisi doğru anlar ve inşâallah müstakîm olma yolunda ciddi bir adım atmış oluruz.

Müstakîm olmak İslam âlimlerinin ifade ettiğine göre ancak üç şeyle mümkün olur:

1- Kalbin müstakîm olmasıyla,

2- Dilin müstakîm olmasıyla,

3- Âzalarımızın müstakîm olmasıyla,

Şimdi sırasıyla bunların ne anlama geldiğini ve bizler için ne ifade ettiğini izah etmeye çalışalım.

1- Kalbin Müstakîm Olması

Bir insanın müstakîm olabilmesi ve hayatını Allah’ın istediği bir doğrultuda sürdürebilmesi için her şeyden önce kalbini ıslah etmesi ve kalbi ile istikâmeti yakalaması gerekmektedir. Kalp ile istikâmeti, “Kalp için yasaklanan şeyleri terk etmek ve ona emredilenleri yapmak” şeklinde ikiye ayırabiliriz. Yani kalp ile müstakîm olabilmenin iki boyutu vardır:

Birincisi: Yasaklanan şeyleri terk etme boyutu.

İkincisi: Emredilenleri yapma boyutu.

Bunları bihakkın anlayabilmemiz için “Acaba kalp için yasaklanan ve emredilen şeyler nelerdir?” sorusunun cevabını bulmamız gerekmektedir.

Kalp için yasaklanan şeylerin ilki, hiç şüphe yok ki, kalbin şirk, küfür ve nifak gibi sahibini dinden çıkaran şeylere düşmesidir.

İnsanın; Allah, melekler, kitaplar, peygamberler ve ahiret hayatı gibi iman etmesi zorunlu olan şeyler hakkında şek ve şüpheye kapılması, bunlar hakkında kalbinde yalanlamanın ve inkârın bulunması kalp için yasaklanmış ve “kalbin şirki” olarak kabul edilmiş şeylerdendir.

 Aynı şekilde Allah’ın haram kıldığı içki, zina, faiz ve kumar gibi şeyler hakkında insanın “Bunlar neden haram olsun ki?” gibi bazı düşüncelere kapılması da kalbin şirklerindendir.

Yine bunun gibi, insanın Allah’ın hâkimiyetinde, kanun koyuculuğunda ve şeriatının mükemmelliğinde şüpheye veya inkâra kapılması; insanoğlunun da mutlak anlamda egemenlik sahibi olabileceğine inanması, onlarında mutlak anlamda kanun koyabileceğini kabul etmesi ve Allah’tan başka birilerinin helal ve haram belirleme yetkilerinin olabileceğini iddia etmesi de kalbin şirklerindendir.

Şeriat karşıtı sistemlerin –ki adının kapitalizm, emperyalizm, komünizm, demokrasi veya başka bir şey olması fark etmez– kabul edilmesi, sevilmesi ve benimsenmesi de bu kapsamda değerlendirilir.

İşte bir insanın istikâmet sahibi bir Müslüman olabilmesi için her şeyden önce bu noktada kendisini ıslah etmesi ve düzeltmesi gerekmektedir. İşe buradan başlamalıdır. Çünkü kalp müstakîm olursa vücudun diğer âzaları da müstakîm olur; eğer o bozuk olursa diğer âzalarda bozuk olacaktır. Nitekim bir hadiste şöyle buyrulur:

ألاَ وَإنَّ فِي الجَسَدِ مُضْغَةً إِذَا صَلَحَت صَلَحَ الْجَسَدُ كُلُّهُ، وَإِذَا فَسَدَتْ فَسَدَ الْجَسَدُ كُلُّهُ، ألاَ وَهِيَ القَلْبُ

“Dikkat edin! Bedende bir et parçası vardır ki, o düzgün olduğunda bütün beden düzgün olur; o bozuk olduğunda bütün beden bozuk olur. Dikkat edin! O et parçası kalptir.” (Buharî ve Müslim rivayet etmiştir.)

İşte bu nedenle işe, kalbin adam edilmesi ve her türlü şirk, küfür, nifak gibi amellerden arındırılarak doğru yola getirilmesi ile başlanmalıdır.

Kişi bunu becerdikten sonra kalp için yasaklanmış olan diğer amellerden kalbini arındırmaya koyulmalıdır.

Şirk ve küfürden sonra kalp için yasaklanan ameller bir hayli çoktur.

Allah’tan başka bir amaç için amel işleme ve gösteriş yapma anlamına gelen “riya”yı, insanları çekememe ve onlara verilen şeyleri hazmedememe anlamında ki “haset”i, kendini beğenme anlamındaki “ucub”u ve başkalarını beğenmeme, kendisini üstün görme anlamında ki “kibir”i buna örnek olarak gösterebiliriz.

İşte bir insanın müstakîm olabilmesi için tüm bu sayılan kötü amellerden kalbini arındırması gerekmektedir. Bunlardan arınmadan kalbin istikâmetinden söz etmek asla mümkün değildir.

Muâviye b. Hayde radıyallahu anh, der ki: “Rasulullah sallallahu aleyhi ve sellem’e:

− ‘Ya Rasulallah! Rabbin seni bizlere ne ile gönderdi?’ diye sordum. Rasulullah sallallahu aleyhi ve sellem:

− ‘İslam ile gönderdi’ buyurdu. Ben:

− ‘İslam’ın alâmetleri nedir?’ dedim. Rasulullah sallallahu aleyhi ve sellem:

− ‘Yüzümü (irade ve benliğimi) Allah’a teslim ettim ve (şirkten, küfürden, tağutlardan ve Allah’ın razı olmadığı her türlü şeyden) «arındım, beri oldum» demen, namaz kılman ve zekât vermendir.” buyurdu.” (Sahihu Süneni’n-Nesâi, 2407.)

Bu hadis, gerçektende çok önemlidir. Bir insanın bu sayılan şeylerden arınmadan, beri olmadan İslam iddiasında bulunması sadece boş bir temenniden ibarettir. Her şeyden önce kalbini arındırması gerekmektedir.

Bu zikretmiş olduklarımız, kalp için yasaklanan şeylerden bazılarıdır.

Kalp için emredilen şeylere gelince; bunlarda tıpkı yasaklanan şeyler gibi, bir hayli çoktur. Bunların ilki elbette ki Allah’ın kalp ile tevhid edilmesi, birlenmesidir. Yani bir insanın öncelikle kalbinden Allah’ın tek ilah ve tek rab olduğunu kabul etmesi gerekmektedir.

Peki, bu nasıl olur?

* Allah’ın yegâne hâkim, tek kanun koyucu ve gerçek söz sahibi olduğunu kabul etmekle,

* Kullarının hayatına haram ve helal sınırlarını çizenin yalnızca Allah olduğunu itiraf etmekle,

* Yaratanın, rızık verenin, yaşatan ve öldürenin O olduğuna iman etmekle,

* İbadete yalnızca O’nun hak sahibi olduğunu ikrâr etmekle…

İnsan, işte bu ve benzeri konularda kalben Allah’ı kabul eder ve O’na bu anlamda hiçbir şeyi ortak koşmazsa, o zaman kalbini tevhidî anlamda müstakîm kılmış olur.

Kalbin istikâmeti için emredilen başka şeylerde vardır:

* İbadetleri ihlâs içerisinde yalnız Allah için yapmak,

* Allah’tan haşyet duymak,

* O’na Tevekkül etmek,

* Allah’ın emrettiği şeyleri ve kişileri sevmek…

Bu ve benzeri konularda insan, kalbini Allah’ın emrettiği kıvama getirirse, o zaman bütünüyle onu müstakîm kılmış olur.

2- Dilin Müstakîm Olması

Dilin müstakîm olması, tıpkı kalbin müstakîm olması gibidir. Bunun da aynı şekilde iki boyutu vardır:

Birincisi: Yasaklanan şeyleri terk etme boyutu.

İkincisi: Emredilenleri yapma boyutu.

Kur’an ve Sünnette insanın dilini sakındırması emredilen birçok konu vardır. Bunların ilki hiç kuşkusuz kendisini küfre ve şirke düşüren sözlerden uzak durmasıdır. Bu gün nice insan, bu konuda şirke düşmekte ve İslam’ın küfür kabul ettiği birçok şeyi telaffuz ederek ebedî cennetlerini kaybetmektedirler.

Bir insan küfrü gerektiren sarih bir sözü ikrah altında olmaksızın telaffuz ederse niyetine bakılmaksızın tüm ulemaya göre dinden çıkar ve -Allah korusun- kâfir olur. Şu ayetler bu noktada ki en açık delillerdendir:

“Andolsun, onlara (Tebük gazvesine giderken söyledikleri o alaylı sözleri) soracak olsan, elbette şöyle diyeceklerdir: “Biz sadece eğlenip şakalaşıyorduk.” De ki: “Allah ile O’nun ayetleri ile ve Rasûlü ile mi alay ediyorsunuz? Özür dilemeyin. Siz iman ettikten sonra gerçekten kâfir oldunuz…” (Tevbe Suresi, 65, 66)

(Ey Muhammed! O sözleri) söylemediklerine dair Allah’a yemin ediyorlar. Hâlbuki o küfür sözünü elbette söylediler ve Müslüman olduktan sonra kâfir oldular.” (Tevbe Suresi, 74)

Bu iki ayette Rabbimiz söylemiş oldukları bir takım sözler nedeniyle küfre düşen bir grup insandan bahsetmektedir. Bu insanların küfre düşüş nedenleri inançları değil, sırf ağızlarından çıkan sözlerdir. Onlar Rasûlullâh ve ashabı hakkında ileri geri bir takım uygunsuz şeyler söylemişler ve bu nedenle Allah tarafından bu ağır hitaba maruz kalmışlardır.

65 ve 66. ayetlerin sebebi nuzûlleri şu şekildedir:

Tebük Gazvesinde bir adam:

− Bizim şu Kur’an okuyanlarımız kadar midelerine düşkün, dilleri yalancı ve düşmanla karşılaşma esnasında korkak kimseleri görmedim, dedi. O mecliste bulunan bir adam:

− Yalan söylüyorsun. Sen bir münafıksın. Seni Rasûlullâh’a haber vereceğim, dedi. Bu Rasûlullâh sallallâhu aleyhi ve sellem’e ulaştı ve bunun üzerine bu ayetler indi.” (Tefsiru’t-Taberî, 6/172 vd.)

74. ayetin iniş sebebi ise şu olaydır:

“Cüheyne kabilesinden birisi ile Ensâr’dan birisi tartışmış ve Cüheyneli Ensarîye galip gelmişti. Bunun üzerine Abdullah İbn-i Übeyy, Ensâra: “Kardeşinize yardım etmeyecek misiniz? Allah’a yemin olsun ki bizimle Muhammed’in durumu “Besle kargayı oysun gözünü”[1] diyen kimsenin sözü gibidir” dedi. Bir de: “Medi­ne’ye dönersek muhakkak ki aziz olan zelil olanı oradan çıkaracaktır” demişti. Müslümanlardan birisi koşup bunu Hz. Peygamber sallallâhu aleyhi ve sellem’e ha­ber verdi. Hz. Peygamber Abdullah’a birini gönderip çağırttı ve ona işin hakikatini sordu. Bunun üzerine Abdullah, bu sözü söylemediğine dair Allah adına yemin etmeye başladı. Allah Teâlâ’da onun hakkında bu ayeti indirdi.” (Tefsiru’l-Kur’ani’l-Azîm, 2/489.)

Dikkat edilirse ayetlerin iniş sebebi olarak nakledilen rivayetlerin hepsinde kişiyi dinden çıkaracak bir takım sözler yer almaktadır. Allah celle celâluhu: “Siz iman ettikten sonra gerçekten kâfir oldunuz…” derken ve: “O küfür sözünü elbette söylediler ve Müslüman olduktan sonra kâfir oldular” buyururken onların dinden çıkıp kâfir olmalarını inançlarına değil, sadece ağızlarından çıkan o sözlere bağladı. Bu da göstermektedir ki, küfür kelimesini söyleyen kimse sırf bu sebeple küfre düşer ve niyetine bakılmaz.

Rabbimiz diğer bir ayette şöyle buyurur:

“Meryem oğlu Mesih; gerçekten Allah'ın kendisidir, diyenler hiç kuşkusuz kâfir olmuşlardır.” (Maide Suresi, 72)

 “Şüphesiz ki, Allah, üçün üçüncüsüdür, diyenler kesinlikle kâfir olmuşlardır.” (Maide Suresi, 73)

Allah Teâlâ, sırf söylemiş oldukları bu söz nedeniyle Hıristiyanları tekfir etmiş ve küfre giriş nedenlerini onların söylemiş olduğu bu söze bağlamıştır. İmam Kurtubî der ki:

“Allah, söylemiş oldukları bu söz sebebiyle onları tekfir etmiştir.” (el-Camiu li Ahkâmi’l-Kur’ân, 3/149.)

Bu noktada Ehl-i Sünnet âlimlerinden bazı nakiller yapmanın faydalı olacağı kanısındayım:

1- İmam Kurtubî, Kadı Ebu Bekir İbnu’l-Arabî’nin şöyle dediğini nakleder: “Küfür (lafızlarıyla) şaka yapmak küfürdür. Bu konuda ümmet arasında hiçbir ihtilaf yoktur.” (el-Cami‘ li Ahkami’l-Kur’an, 8/197.)

2- İbn-i Nuceym el-Hanefî der ki: “Kim, gerek şaka yere gerekse ciddi olarak küfür kelimesini söylerse, tüm âlimlere göre kâfir olur; bu konuda niyetinin hiçbir geçerliliği yoktur.” (el-Bahru’r-Râik”, 5/134.)

3- İman Âlusi şöyle der: “Bazı âlimler bu ayet ile küfür kelimesini söyleme hususunda şaka yapmanın ve ciddi olmanın eşit olduğuna delil getirmişlerdir ki, bu hususta (zaten) ümmet arasında hiçbir ihtilaf yoktur.” (Tefsiru Ruhi’l-Meâni, 6 /190.)

4- İmam Keşmirî şöyle der: “Kısacası, kim, gerek alay ederek gerekse şaka yere küfür kelimesini söylerse ittifakla kâfir olur ve bu konuda itikadına (niyetine) itibar edilmez…” (İkfaru’l-Mulhidîn, Sf. 59.)

5- İbn-i Hacer el-Heysemî, Hanefi imamlarından şu cümleleri nakleder: “Kim küfür kelimesini telaffuz ederse, onun küfür olduğunu itikat etmese bile kâfir olur. Birisi ona gülse veya yaptığını hoş görse ya da buna rıza gösterse, o da kâfir olur…” (el-İ‘lâm bi Kavâti‘i’l-İslam, sf. 40.)

6- “Mecmau’l-Enhur” adlı meşhur Hanefî Fıkıh kitabında şöyle geçer: “Kişi içeriğine inanmadığı halde (ikrah olmaksızın) kendi tercihiyle küfür kelimesini telaffuz etse tüm ulemaya göre kâfir olur.” (Mecmau’l-Enhur Şerhu Multeka’l-Ebhur, sf. 696.)

Tüm bu nakiller bize gösteriyor ki, insan bazen içeriğine inanmadığı veya şaka yaptığı halde bir söz söyleyerek dinden çıkabilir. Dolayısıyla dili muhafaza etmek, istikâmet için şarttır ve olmazsa olmazlardandır. Bu nedenle istikâmet sahibi olmak isteyen bir kişinin, böylesi sözlerden kendisini uzak tutması ve dünyası bile gitse bu tür lakırdılara asla yanaşmaması gerekmektedir.

İstikameti bozan sözler, sadece küfür sözleri ile sınırlı değildir. Küfür olmayan başka sözlerde insanın dilinin müstakîm olmasına engeldir. Bu nedenle bir insanın müstakîm bir dile sahip olabilmesi için hem küfür sözlerinden hem de küfür derecesine ulaşmayan haram sözlerden kendisini koruması gerekmektedir.

Peki, bu sözler nelerdir?

Bu sözlerden bazısını şu şekilde sıralayabiliriz:

* gıybet etmek,

* yalan söylemek,

* iftira atmak,

* sövmek,

* hakaret etmek…

Tüm bu sözler, dindeki istikâmeti bozan ve sahibini harama sokan sözlerdir. Bir insanın bu sözlerden kendisini muhafaza etmesi farzdır ve müstakîm olabilmek için şarttır.

Dilin ile müstakîm olmayı mı istiyorsun o zaman yalan söylemeyeceksin, gıybet etmeyeceksin, yalancı şahitlikte bulunmayacaksın, anne babana kötü söz söylemeyeceksin, sövüp saymayacaksın…

İşte sen bu ve benzeri kötülüklerden kendini muhafaza edebilirsen, o zaman dili ile müstakîm olan bir şahsiyet olursun.

Dil ile müstakîm olabilmenin iki boyutu olduğunu söylemiştik. Bunların ilki günah olan sözlerden uzak durmakla olurdu ki, bunu izah ettik İkincisi ise emredilen şeyleri söylemek ve dile getirmekle olur.

Bizlere, söylememiz ve dile getirmemiz emredilen ilk şey; Allah’ın dışındaki tüm ilahları reddetme anlamına gelen “La İlâhe İllallâh” sözüdür. Biz “La İlâhe İllallâh” diyerek Allah’ın dışında kendisini ilahlaştıran her türlü varlığı reddetmiş ve ibadete yalnızca Allah’ın hak sahibi olduğunu ilan etmiş oluruz. İşte biz bu sözü söylediğimizde Rabbimizin bizden istediği ilk şeyi yerine getirmiş sayılırız.

Bununla birlikte bizlerin söylemesi gereken bazı sözler daha vardır:

* Doğru söz söylemek,

* güzel söz söylemek,

* iyiliği emreden söz söylemek,

* kötülükten men eden söz söylemek…

Bu zikredilen şeyleri dile getiren bir insan, dili ile istikâmeti yakalamış ve müstakîm olmuş olur.

Rabbimiz şöyle buyurur:

وَقُلْ لِعِبَادِي يَقُولُوا الَّتِي هِيَ أَحْسَنُ إِنَّ الشَّيْطَانَ يَنْزَغُ بَيْنَهُمْ إِنَّ الشَّيْطَانَ كَانَ لِلْإِنْسَانِ عَدُوًّا مُبِينًا

“Kullarıma söyle, sözün en güzelini söylesinler. Sonra şeytan aralarını bozar. Çünkü şeytan, insanın apaçık düşmanıdır.” (İsrâ Suresi, 53)

وَقُولُوا لِلنَّاسِ حُسْنًا

“…İnsanlara güzel söz söyleyin…” (Bakara Suresi, 83)

Burada Müslüman-kâfir ayrımı yapılmamış ve genel anlamda insanlara güzel sözler söylemek emredilmiştir.

Bir diğer ayette ise şöyle buyrulur:

“…Allah'tan sakınsınlar ve doğru söz söylesinler.” (Nisâ Suresi, 9)

Bu ayette de Rabbimiz doğru söz söylemeyi emretmiştir.

İşte bu anlatılanları değerlendirmek ve dilimizi Allah’ın istediği doğrultuda düzeltmek zorundayız. Böyle yaparsak müstakîm olmanın ikinci şartını da yerine getirmiş oluruz.

3- Âzalarımızın Müstakîm Olması

Âzaların müstakîm olması da, tıpkı kalbin ve dilin müstakîm olması gibidir. Bunun da aynı şekilde iki boyutu vardır:

Birincisi: Yasaklanan şeyleri terk etme boyutu.

İkincisi: Emredilenleri yapma boyutu.

Kişi; içki, kumar, zina, faiz ve adam öldürme gibi Allah’ın yasakladığı şeyleri terk ederek; namaz, oruç, zekât, hac ve cihad gibi emrettiklerini yerine getirerek âzalarını müstakîm kılmış olur. Eğer yasaklardan kaçınır; ama emirleri yerine getirmezse, âzalarla müstakîm olmuş olmaz. Aynı şekilde emredilenleri yapar; ama yasaklardan sakınmaz ise, yine müstakîm olmuş sayılmaz. Müstakîm olabilmek için bunların hepsini bir arada yapmak gerekmektedir.

Şimdi bu taksimattan sonra Süfyân b. Abdillah radıyallahu anh’ın: “Yâ Rasûlallah! Bana İslâm hakkında öyle bir söz söyle ki, onu bir daha senden başkası hiç kimseye sorma ihtiyacı hissetmeyeyim.” sözünü Rasûlallah sallallâhu aleyhi ve sellem’in de böylesi önemli ve özlü bir soruya “Allah’a iman ettim de, sonra da müstakîm ol!” şeklindeki cevabının ne anlama geldiğini daha iyi anlamış oluyoruz.

Eğer gerçektende müstakîm olmak öyle sanıldığı gibi basit ve kolay bir şey olsaydı, Rasûlallah sallallâhu aleyhi ve sellem, böylesi önemli bir soruya bu şekilde bir cevap verir miydi?

Demek ki müstakîm olmak öyle basit bir şey değilmiş. Bunun içindir ki Rasûlallah sallallâhu aleyhi ve sellem kendisine soru soran sahabîsine böyle bir cevap vermiştir.

Eğer kalbin doğru olur, dilin doğru söyler, âzalarında düzgün amel işlerse, işte o zaman senin bir başkasından nasihat istemeye ihtiyacın kalmaz ve bu söz gerçektende din ve dünyan hususunda sana kifayet eder.

Şimdi anlıyor muyuz Rasûlallah’ın saçları neden ağardı? Neden Hud Suresi 112. ayet onu kocattı?

Tüm bu anlatılanları ciddi bir şekilde düşündüğümüzde Efendimizin neden saçlarının ağardığını ve neden kocadığını rahatlıkla idrak edebiliriz.

Hem kendisinden hem de ashabından müstakîm olmaları isteniyordu. Kendisi müstakîm olabilirdi; ama yanındaki sahabesinin de kendisi gibi olması isteniyordu. Bu nasıl olacaktı?

İşte bundan dolayı Efendimizin saçları ağarmış ve kendisinde yaşlılık alametleri gözükmeye başlamıştı.

Rabbim hepimize dinde gerçek anlamda istikâmet nasip etsin ve bizleri kalben, lisanen ve amelen müstakîm olan kullarından eylesin. (Allahumme Âmîn)

 

Faruk Furkan

 



[1] Aslında bu ibarenin orijinalinde  “Besle köpeği, yesin seni” şeklinde bir ifade geçmektedir. Biz bunun daha iyi anlaşılması için Türkçede ki karşılığı ile tercüme etmeyi uygun gördük.

Okunma Sayısı:5836