“(Rasûlüm!) Sakın ha, Allah’ı zalimlerin yaptıklarından habersiz sanma! Ancak, Allah onları (n cezalandırılmasını), korkudan gözlerin dışarı fırlayacağı bir güne erteliyor.” (İbrahim, 42)

KUR’ÂN NİÇİN İNDİRİLMİŞTİR?

 

بسم الله الرحمن الرحيم

Rahmân ve Rahîm Olan Allah’ın Adıyla…

Kur’ân’ın niçin indirildiğini tespit etmeden ondan istifade etmeye kalkışmak bizleri maksadımıza ulaştırmayacaktır. Bu nedenle Kur’ân öncelikle niçin indirildiğini çok iyi tespit etmek gerekmektedir. Rabbimiz celle celaluh bu kitabın indiriliş gayesini şu ayetlerinde şöyle bildirmektedir:

“Bu, Allah'ın izniyle, insanları karanlıklardan aydınlığa, güçlü ve hamde lâyık olan, göklerde ve yerde olanların sahibi Allah'ın yoluna çıkarman için sana indirdiğimiz kitaptır.” (14/İbrahim, 1-2)

Bu Kur’ân; kendisiyle uyarılsınlar, Allahın ancak tek ilâh olduğunu bilsinler ve akıl sahipleri düşünüp öğüt alsınlar diye insanlara bir bildiridir. (14/İbrahim, 52)

Rabbimiz bu ayetlerinde Kur’ân’ın indiriliş gayesini açıklıyor. Bu gayeleri şu şekilde sıralayabiliriz:

  1. İnsanları karanlıklardan aydınlığa çıkarmak,
  2. İnsanların uyarılması,
  3. İnsanların Allah’ın tek bir ilah olduğunu bilmeleri,
  4. Düşünüp öğüt almaları.

“Karanlıklar” ifadesi Kur’ân’ın sapıklık olarak nitelendirdiği tüm yollardır ki, bunların başında şirk ve küfür gelir. Yani Kur’ân’ın indiriliş gayesi her şeyden önce insanların akidesini düzeltmek; onları, hayatlarında var olan şirk ve küfürlerden arındırmaktır. Eğer bu gaye gerçekleşmez ve insanlar şirklerini bırakmadan Kur’ân’dan istifade etme yönüne giderlerse, bu durumda Kur’ân’dan hakkıyla faydalanamayacaklardır. Rabbimiz şöyle buyurur:

“Bu Kitap, hiç şüphesiz muttakiler için rehberdir.” (2/Bakara, 2)

“Bu Kur’ân, insanlara bir açıklama, muttakilere yol gösterme ve bir öğüttür.” (3/Âl-i İmran, 138)

Kur’ân’ın rehberliği ancak muttakiler içindir. Muttaki olmayanlar onun rehberliğinden hakkıyla istifade edemezler. Malum olduğu üzere muttaki olmanın en temel özelliği şirk ve küfürden sakınmaktır. Zira “muttaki” demek sözlük itibariyle “sakınan” demektir. Rabbimiz sadece “sakınanlar” demiş; ama nelerden sakınacaklarını zikretmemiştir. Biz nelerden sakınılması gerektiğini Kur’ân bütünlüğü içerisinde düşündüğümüz zaman sakınılması gereken şeylerin şu üç şey olduğunu görürüz:

1)Şirk.

2)Haramlar.

3)İçerisinde şüphe olan şeyler.

Bir insan bunlardan hakkıyla sakınmadığı sürece asla muttaki olamaz. İşte Allah’ın hidayet kaynağı olan bu kitap ancak bu şeylerden sakınanlar için hidayettir, rahmettir. Kapılarını ancak onlara açar. Sırlarını yalnız onlara verir. Sadece ve sadece onların kulaklarına ince manalarını fısıldar. Ama yukarıda bahsedilen şeylerden kendilerini sakındırmayanların Kur’ân’dan anlamaları yüzeyseldir, sathîdir; istifadeleri hakiki değildir.

Bu gün kendilerini İslam’a nispet eden insanlar hayatlarında birçok şirk veya şirk bulantısı olduğu halde Kur’ân’a yöneliyor ve ondan istifade etmeye çalışıyorlar. Oysa Kur’ân’ın temel hedefi şirki ve şirk amellerini yok ederek insanları aydınlığa, yani şirksiz bir hayata sevk etmektir.

Sahabe Kur’ân’a yönelmeden önce imanı öğreniyor, hangi şeylerin imana zarar verdiğini iyice idrak ettikten sonra Kur’ân üzerinde yoğunlaşıyorlardı.

Cündüb b. Abdillah şöyle der:

“Bizler ergenlik çağında iken üç-beş genç olarak Peygamber (sallallâhu aleyhi ve sellem) ile beraber bulunduk. Biz Kur’ân’ı öğ­renmeden önce imanı öğrendik. Ondan sonra Kur’ân’ı öğrendik. Bu sayede de imanımız arttı.”[1]

Abdullah İbn-i Ömer (radıyallâhu anh)’ın üstte nakledilen rivayeti destekler nitelikteki şu mükemmel tespitini çok iyi düşünmek gerekir:

“Uzun bir ömür sürdüm. Bizim her birimize Kur’ân’dan önce iman veriliyordu. Sonra öyle insanlar gördüm ki, onlara imandan önce Kur’ân veriliyor, o da Fatiha’dan sonuna kadar onu okuyor, ama ne emrettiğini, neleri yasakladığını ve nelerin bellenmesi gerektiğini bilmiyor.”[2]

Sahabe böyle idi. Kur’ân okyanusuna dalmadan önce imanı ve imanla alakalı meseleleri güzelce öğrenir, sonra Kur’ân okyanusuna dalarak onun derin manaları içerisinde yüzerlerdi. Bu nedenle bir insanın Kur’ân’a yönelmeden önce “Acaba benim hayatımda şirk var mı? Allah’ın razı olmadığı bir inanışa sahip miyim?” diye kendisini iyiden iyiye hesaba çekmesi gerekmektedir. Bunu yaptığında Allah onu mutlaka doğruya iletecek ve kendisine −şayet varsa− şirklerini göstererek tevbe etme imkânı verecektir.

“Allah dilediğini kendisine seçer ve kendisine yöneleni doğru yola iletir.” (42/Şûrâ, 13)

Bu yapılmadan Kur’ân’dan hakkı ile istifade etmek beyhudedir.

Yaşadığımız coğrafya itibariyle söyleyecek olursak, insanlarımız maalesef hakkı arama ve bulma gayretini neredeyse kaybetmiş durumdadır. “Yaptığım doğru mu, yoksa yanlış mı?” muhasebesi yapmadan bazı ameller işlemektedirler. Oysa her yaptığı işin Allah katındaki hükmünü bilmesi ve neticesinde nasıl hesap vereceğini düşünerek amel etmesi gerekmektedir insanların.

Bir insanın hidayet bulabilmesi ve Allah’ın rızasını kazanabilmesi için “din adına” kendisine anlatılan her şeyi red veya kabul etmeden önce onu mutlaka Kur’ân ve Sünnet süzgecinden geçirmesi ve anlatılan şeylerin delillerini incelemesi gerekmektedir. “Ya anlatılan doğruysa, ben ne derim Rabbim’e?” diyerek hakkı bulma arzusu her şeyin önünde tutulmalıdır.

“İnsanlarımızın hakkı bulamamadaki en büyük problemi nedir?” diye bir soru sorsak buna verilecek cevap herhalde: “Yaptıkları işleri Allah’a ve Rasulü’ne sormadan yapmaya başlamalarıdır” olacaktır. Kişi bir işe gireceğinde, bir görev alacağında veya her hangi bir iş icra edeceğinde etrafındaki hocaların sözlerine itibar etmekte, kendisini uyaran Müslümanların sözlerine ise kulak asmamaktadır. Oysa Allah’tan korkan bir insandan beklenen tavır böyle olmamalıdır. Kendisine fetva veren kim olursa olsun Allah’ın ve Rasulü’nün böylesi bir işten razı olup olmadığını araştırmadan o işe başlamaması veya o şeyi yapmaması gerekmektedir. Hakkı söyleyen bir sapık bile olsa ~söylediği eğer hak ise~ ona dört elle sarılması gerekir müslümanın. “Söyleyene değil, söylenene bak” düsturu kişinin asla kulak ardı etmemesi gereken bir hakikat olduğu halde, taassup ve ön yargının hüküm sürdüğü bu belde insanı her ne kadar hak üzere olursan ol, belirli mühürlerle seni damgalamakta ve söylediklerinin hak ölçüsüne uyup-uymadığını asla muhakeme etmemektedirler.

Örneğin; onlara Allah Teâlâ’nın şu ayetlerini hatırlatıp hakka boyun eğmeyen, Allah’ın şeriatını kabul etmeyen ve hakikatte İslam’a ve Müslümanlara düşman olan bir sisteme itaat etmemeleri gerektiğini söylediğinde sana dua edecekleri yerde, hemen seni tekfircilik veya haricîlik gibi vasıflarla damgalar ve söylediklerinin doğrulu olup-olmadığını araştırmadan hemen seni tekzip ederler.

“O halde, yalanlayanlara itaat etme!” (68/Kalem, 8)

“Ve itaat etme çok yemin edene, âdî fikirli olana. Daima kusur arayana, lâf götürüp getirene, hayırdan engellemeye çalışıp durana, haddi tecavüz edene ve çok günahkâr olana...” (68/Kalem, 10, 12)

Ey Peygamber! Allah’a karşı gelmekten sakın. Kâfirlere ve münafıklara itaat etme. Şüphesiz Allah hakkıyla bilendir, hüküm ve hikmet sahibidir.” (33/Ahzab, 1)

Kalbini bizi anmaktan gafil kıldığımız, boş arzularına uymuş ve işi hep aşırılık olmuş kimselere boyun eğme.” (18/Kehf, 28)

Acaba sakındırdığımız bu sistemin sahiplerinde bu vasıflar hiç mi yok? Yani onların itaat edilmemesi için ille de “Allah yok, Peygamber yok” mu demeleri gerek? Yalan söylemeleri, fazla yemin etmeleri ve günah işlemeleri onlara itaatten vazgeçilmesi için yeterli değil mi? Böylelerinin Allah’ın hükümleri ile hükmetmemeleri günah olarak onlara yetmez mi?

Allah’ım bizlere şuur ver.

Temas ettiğimiz bu vasıflara sahip olan bir kişi Allah’ın tertemiz ve pak kelamından nasıl istifade edebilir ki?

İşte, Rabbimizin bizler için gönderdiği bu mükemmel kitaptan istifade edebilmek için önyargılarımızı, taassuplarımızı ve “falancalar şöyle demişti, filancalar şöyle fetva vermişti” gibi insanların ilahî kelama alternatif olarak söyledikleri sözleri bir kenara atmak gerekir. İşte o zaman Rabbimiz, kitabının inceliklerini bizlere açacak ve bizleri o mübarek kitabın rehberliğinde hidayet üzere baki bırakacaktır. Aksi halde dalalet kaçınılmazdır.

Bu girişimizden sonra Rabbimizin bizleri cennete ulaştırmak için göndermiş olduğu bu mübarek kitabı nasıl okumamız gerektiğini, ona karşı nasıl bir programımızın olmasını ve hem Rasulullah’ın hem de güzide ashabının bu kitabı nasıl okuduklarını örnekleriyle anlatmaya çalışacağız. Rabbim şimdiden nasibimizi almayı ve Kur’ân’ı ilk nesil gibi anlayıp hayatımıza tatbik etmeyi nasip ve müyesser eylesin.

 

İbrahim Gadban

 



[1] İbn-i Mâce, hadis no: 61. Hadis ‘sahih’tir.

[2] Hadislerle Müslümanlık, 3/512.

Okunma Sayısı:17642