“…Biz, bu Kur’ân'ı sana vahyederek en güzel kıssaları anlatıyoruz. Oysa daha önce sen bunlardan habersizdin.” (12/Yûsuf, 1-2)
T |
ürk insanı genel olarak Lâ ilâhe illallâh’ı ve delalet ettiği manaları kabul etmektedir. Ama maalesef ki insanlarımızın bilgisizliği ve ilgisizliği nedeniyle hataya düştüğü birkaç nokta vardır. Bunları şu şekilde özetleyebiliriz:
Birinci Hata: Halkımızın düşmüş olduğu birinci hata Allah’ın “Kanun Koyucu” oluşunda ki hatadır. Allah nasıl ki tek yaratıcı ise, aynı şekilde tek kanun koyucudur da. Yaratan O olduğu gibi yönetende O’dur aynı zamanda. Kur’ân-ı Kerim baştan sona Allah’ın tek hâkim, tek egemen ve tek kanun koyucu olduğundan bahseder. Üstte zikrettiğimiz ayetleri tekrar hatırlatmakta yarar vardır. Rabbimiz şöyle buyurur:
“Dikkat edin! Yaratmakta (yarattıklarına) emretmek (hükmetmek) de Allah’a aittir.” (A’raf Sûresi, 54)
“Egemenlik/hâkimiyet yalnızca Allah’ındır.” (Yusuf Sûresi, 40)
“O, hâkimiyetine hiçbir kimseyi ortak etmez!” (Kehf Sûresi, 26)
Görüldüğü gibi tüm bu ayetler hâkimiyetin, egemenliğin ve kanun koyma hakkının yalnızca Allah’a ait olduğunu ifade etmekte ve bu noktada çok net bir yol çizmektedir.
Şunu hatırımızdan çıkarmamamız gerekmektedir ki, insanoğlu asla kendisi gibi bir insan olan hem cinsleri için hayatlarını ona göre şekillendirecekleri kanunlar koyamaz. Bu kesinlikle Allah’ın hakkıdır. Her kim Allah’ın bu hakkını bir başka merciye verirse kesinlikle Allah’a şirk koşmuş olur.
İnsanoğlu Hiç mi Kanun Koyamaz?
Laf buraya geldiğinde bazı kimseler şöyle bir itiraz getirmektedir:
“Hocam, sen böyle diyorsun ama Kur’ân’ın indiği zamanda bizim yaşadığımız çağın problemi olan bazı şeyler, mesela trafik problemi gibi şeyler yoktu. Şimdi insanoğlu trafikle alakalı kurallar koysa, bununla şirke mi düşmüş olur?”
Ve yine bazıları şöyle demektedir:
“Hocam, sen evinde veya iş yerinde hiç mi kural koymuyorsun?”
Bu itirazlar çok mantıklı ve yerinde itirazlardır. Ama işin aslına bakılırsa bunlar bizim söylediğimiz şeyle farklıdır. Bu itirazlara cevap vereceğim ama önce şunu ifade etmek isterim: Biz mutlak anlamda kanun koyma hakkının Allah’a ait olduğundan bahsediyoruz. Yani bizim anlattığımız şey şudur:
Hayata kim hükmedecek?
Kimin kanunları egemen olacak?
Kim tek otorite kabul edilecek?
İşte bizim ısrarla üzerinde durduğumuz nokta burasıdır ve bu noktada Allah’ın birlenmesi gerekmektedir.
Aksi halde Allah’ın temel kurallarına riayet ederek ve İslam’ın asıllarına bağlı kalarak Allah’ın sukut ettiği konularda içtihat etmek, kural koymak, düzenleme yapmak kesinlikle problem değildir ve Allah, bu noktada insana müsaade etmiştir. Ama burada önemli olan temelde Allah’a muhalefet etmemek, O’nun kuralları ile çelişmemektir. Burası anlaşılırsa, mesele kesinlikle çözüme kavuşacak ve herkes konumunu bilecektir. Ben meselenin biraz daha iyi anlaşılması için yakın dönem âlimlerinden birisi olan Said Havva’nın konuya ilişkin bir değerlendirmesini aktarmak istiyorum. O ‘İslam’ adlı eserinde Lâ ilâhe illallâh’ı bozan ve insanı şirke düşüren maddeleri zikrederken şunları söylemiştir:
“Demokrasi ismiyle anılan idare tarzı da buna (yani insanı şirke düşüren şeylere) girer. Çünkü demokrasi, parlamento veya başka bir meclisle idarenin yürütülmesi ve sözün çoğunluğa ait olmasıdır. Bu meclis, dilediği kanunu çıkartır. Bu hareketi, bazı ülkelerde olduğu gibi ancak anayasa sınırlayabilir. Fakat anayasanın kendisi hazırlanırken yine hiçbir sınır tanımadan çoğunluğun görüş ve düşüncelerine göre hazırlanmaktadır. Bu, kanun koyma, helal ve haramı tayin etme yetkisini insana vermektir ve şirktir. İslam toplumunda bizi bu şirkten koruyan gerçek ifade, bizim şûra meclisimizin olmasıdır. Bu meclisin seçimle gelmesinde bir sakınca yoktur. Ancak meclisin her ferdinin ve bütünün Allah’ın emirlerine bağlı olmaları şarttır. Allah’ın kendilerine izin verdiği konularda ictihad eder, kesin ve açık nass bulunan konularda olduğu gibi nassa uyarlar. Şayet nass zanni ise onlar için bir seçme hakkı vardır. Yani Kur’ân-ı Kerim ve Rasûlullah sallallâhu aleyhi ve sellem’in Sünneti, anayasal parlamenter düzenle idare edilen ülkelerde “anayasa” durumundadır. Seçilen meclis, anayasaya aykırı kanun çıkaramadığı gibi şura meclisi de Kur’ân ve Sünnet’e aykırı düşen kanunları çıkaramaz…”[1]
Görüldüğü gibi üstat burada insanın hangi noktalarda kanun yapabileceğini ve bunun sınırının ne olması gerektiğini anlatmaktadır. Üstadın işaret ettiği şeyler çok önemlidir ve tekrar tekrar okumaya değerdir.
Bilmemiz gerekir ki, insanoğluna verilen yetki, sadece ve sadece Allah’ın sukut ettiği, kural koymadığı ve hüküm belirtmediği meselelerde düzenleme yapmaktır. Bunun haricinde bize verilen bir hak yoktur. Allah’ın kural koyduğu, hüküm belirttiği ve net olarak söz söylediği yerlerde kanun yapmaya girişmek ise kesinlikle hâkimiyetinde O’nunla karşı karşıya gelmektir ki, bu da şirktir ve insanı dinden çıkaran bir husustur.
Şimdi birkaç örnekle bunu izah etmeye çalışalım. Mesela Rabbimiz Nisa Sûresi 11. ayette şöyle buyurur:
“Allah size, çocuklarınız hakkında, erkeğe, kadının payının iki misli (miras vermenizi) emreder…”
Görüldüğü gibi ayet erkeğin mirastan iki, kadının bir pay alması gerektiğini hükme bağlamış. Bu Allah’ın koymuş olduğu ve İslam tarihi boyunca uygulana gelen bir kuraldır. Şimdi birisi çıksa ve Allah’ın bu hükmüne rağmen “Mirasta kadın-erkek eşittir” şeklinde bir kanun koysa durum ne olur?
Hiç kuşku yok ki, böylesi birisi Allah ile karşı karşıya geldiği için dinden çıkmış ve kâfir olmuş olur.
Yine Rabbimiz bir ayetinde şöyle buyurur:
“Yaptıklarına bir karşılık ve Allah’tan caydırıcı bir müeyyide olmak üzere hırsız erkek ile hırsız kadının ellerini kesin. Allah, mutlak güç sahibidir, hüküm ve hikmet sahibidir.” (Maide Sûresi, 38)
Bu ayette de Rabbimiz net bir hüküm koymakta ve hırsıza verilecek cezayı belirlemektedir. Bu da Allah’ın koymuş olduğu ve İslam tarihi boyunca uygulana gelen bir kuraldır. Şimdi birisi çıksa ve Allah’ın bu hükmüne rağmen “Hırsızın cezası şu kadar ay hapistir” şeklinde bir kanun koysa hüküm ne olur?
Hiç şüphe yok ki, böylesi birisi Allah’ın bu kesin hükmüne rağmen hüküm koyduğu için dinden çıkmış ve küfre düşmüş olur.
Bir örnek daha verelim. Rabbimiz buyurur ki:
“Zina eden (bekâr) kadın ve zina eden (bekâr) erkekten her birine yüzer değnek vurun. Allah’a ve ahiret gününe inanıyorsanız, Allah’ın koymuş olduğu hükmü uygulama konusunda onlara acıyacağınız tutmasın. Mü’minlerden bir topluluk da onların cezalandırılmasına şahit olsun.” (Nur Sûresi, 2)
Bu ayette de Rabbimiz, net bir hüküm koymakta ve zina eden bekârlara verilecek cezayı bildirmektedir. Bu da Allah’ın koymuş olduğu kesin ve kat’î bir kanundur. Şimdi birisi çıksa ve Allah’ın bu hükmüne rağmen “Zina serbesttir, suç değildir” dese ve bu şekilde bir kanun çıkarsa hüküm ne olur? Bu adam Allah’la karşı karşıya gelmiş olmaz mı? Hiç şüphe yok ki böylesi birisi Allah’ın bu kesin hükmüne rağmen hüküm koyduğu ve Allah’ın bir yasağını serbest bıraktığı için dinden çıkmış ve kâfir olmuş olur.
Bak değerli kardeşim; burada vermiş olduğumuz örnekler Allah’ın kesin ve net kurallarıdır. İnsanoğluna bu noktada kanun koyması, yasa çıkarması veya bu hükümleri iptal etmesi gibi bir hak verilmemiştir. İnsan ne zaman bu hükümleri iptal ederse Allah ile karşı karşıya gelir. Allah’ın bir hakkında Allah ile karşı karşıya gelmek ise insanı ebedî cehennemlik yapan bir ameldir. Rabbimiz şöyle buyurur:
“İnsanlar hâlâ şu gerçeği bilmezler mi: Kim Allah ve Rasûlü ile sınır mücadelesi yaparsa, ona içinde ebedî olarak kalacağı cehennem vardır. İşte bu en büyük rüsvaylık budur.” (Tevbe Sûresi, 63)
Bu ayette Rabbimiz kendisi ile sınır mücadelesi yapan, ortaya koyduğu hükümlerine rağmen hükümler koyarak kendisi ile karşı karşıya gelen kimselerin ebedî cehenneme gideceğini bildirmektedir.
Acaba ebedî cehenneme kim gider?
Elbette ki kâfirler değil mi?
İşte Allah’ın çizdiği sınırın yanına yeniden sınır çizmek, Allah’ın belirlediği hududun yanına yeniden hudud koymak bu kadar tehlikelidir.
Allah, kendi kitabında bir sınır çizmiş ve bu sınırda içkiyi, kumarı, zinayı, faizi ve benzeri günahları haram kılmıştır. Şimdi sen çıkar da bu sınırın yanına bir sınır daha çizer ve bu sınırda içki serbesttir, kumar serbesttir, zina serbesttir, faiz serbesttir, dersen Allah ile karşı karşıya gelmiş ve O’nunla sınır mücadelesine girişmiş olursun. Böyle yaptığında gideceğin yer ayetin net hükmü ile ebedî cehennemdir.
Yine aynı şekilde Allah Kur’ân’ında bir sınır çizmiş ve bu sınırda tesettürü, birden fazla evliliği ve cihadı emretmiş veya serbest bırakmıştır. Şimdi sen çıkar da bu sınırın yanına bir sınır daha çizer ve bu sınırda tesettürü, birden fazla evliliği veya cihadı yasaklarsan, bunları yapanlara ceza verirsen bu durumda Allah ile karşı karşıya gelmiş ve O’nunla sınır mücadelesine girişmiş olursun. Böyle yaptığında da gideceğin yer ayetin kesin ifadesi ile ebedî cehennemdir.
İşte mesele bu kadar tehlikeli ve dikkat edilmeye değerdir. Bu nedenle üzerinde iyi düşünmek ve iki konu arasındaki ayırımı, yani Allah’ın hükmü olmayan bir meselede Kur’ânla çelişmeyen kural koymak ile Allah’ın kesin kanunu olan bir meselede ona aykırı kural koymanın arasındaki farkı iyi tespit etmek gerekir. Aksi halde her an dinimizi kaybederek şirke düşmüş olabiliriz.
Şimdi sana benim cümlelerime benzer cümlelerle meseleyi izah eden bir âlimin sözlerini nakledeyim:
“Lâ ilâhe illallâh diyen, namaz kılan ve oruç tutan bir kimse Allah’ın kanunlarının dışında başka kanunlar koyduğu veya o kanunlarla hükmettiği zaman onun kâfir olacağı konusunda endişe eden zihinlere şu misali veririz: Akşam namazı dört rekâttır, diyen bir kimsenin hükmü nedir? Şüphesiz bu kimse kâfirdir ve İslam dininden çıkmıştır. Herhangi bir Müslüman bu kimsenin küfründe şüphe eder mi? İşte ‘Akşam namazı dört rekâttır’ diyen kimse ile ‘Hırsızın cezası iki ay hapistir’ diyen kimse arasında hiçbir fark yoktur. Çünkü her iki emir de yüce Rab tarafından buyrulmuştur ve bu Yüce Allah’ın indirdiği hükümleri değiştirmektedir.”[2]
Şu ayeti hiç düşündün mü? Eğer düşünmemişsen gel, beraberce düşünelim. Rabbimiz buyurur ki:
“Yoksa onların Allah’ın izin vermediği şeyleri dinde kendilerine kanuna yapan ortakları mı vardır?” (Şûra Sûresi, 21)
Ayet o kadar açık ve o kadar nettir ki, başka söz söylemeye gerek yoktur. Bu ayet bizlere şunları anlatmaktadır:
1- Allah’ın izin vermediği şeyleri yasa yapmak, Allah’a ortak olmak iddiası ile eş anlamlıdır. (Soruyorum: Acaba Allah zinaya, içkiye, kumara izin vermiş midir?)
2- Allah’ın izin vermediği şeyleri kanun yapma yetkisine sahip oldukları kabul edilenler, Allah’a ortak koşulmaktadırlar.
3- Allah’tan başkaları tarafından Allah’ın izin vermediği şeylerin kanunlaştırıldığı düzenler şirk düzenleridir.[3]
İşte bu ayet bizlere bunları anlatmaktadır.
Üstte demiştik ki: Bir insan ‘Lâ ilâhe illallâh’ dediğinde aynı zamanda ‘Allah’tan başka hiçbir kanun koyucu kabul etmiyorum’ demiş olur. Şimdi soruyorum: Bir kimse hem böyle diyecek hem de Allah’tan başka kanun koyan ve insanların hayatlarını düzenleme adına yasalar belirleyen mercileri kabul edecek? Bu ikisi hiçbir arada bulunabilir mi?
İnanın, bu iki şeyin olabileceğini söylemesi hem gündüzün hem de gecenin aynı anda bir araya gelebileceğini söylemesi kadar abes bir şeydir.
İşte halkımız —maalesef— Lâ ilâhe illallâh’ın bu kısmında hata etmekte ve yanlışa düşmektedir. Allah bir an önce kendilerine şuur versin ve onları içerisine düşmüş oldukları bu yanlıştan kurtarsın.
İkinci Hata: Türk insanının ‘Lâ ilâhe illallâh’ konusunda düşmüş olduğu ikinci hata Allah’tan başkasına duâ etme, dilek ve isteklerini Allah’tan başkasına arz etme noktasındaki hatadır. Oysa Lâ ilâhe illallâh demek, aynı zamanda “Allah’tan Başka Duâlara Karşılık Veren Yoktur” demektir. Bir insan Lâ ilâhe illallâh dediğinde, “Ya Rabbi! Ben senden başkasına duâ etmem, senden başkasından istemem, senden başkasından talepte bulunmam. Benim isteklerime cevap verecek olan sadece sensin. Sensin duâ ve dileklerime karşılık verecek olan” demiş olur. Rabbimiz şöyle buyurur:
“Bana duâ edin, size karşılık vereyim.” (Mü’min Sûresi, 60)
“O’ndan başka duâ ettikleri onlara hiç bir şeyle karşılık veremezler.” (Ra’d Sûresi, 14)
Türk insanının bazısı —ki bu bazı tasavvuf camialarında daha yaygındır— din noktasındaki bilgisizlikleri veya ilgisizlikleri nedeniyle kimi zaman kabir ve türbelere giderek oralarda yatan zatlardan çocuk istemekte, zengin olmayı dilemekte, medet beklemekte, dilekte bulunmakta, sıkıntılarının def edilmesini talep etmekte ve buna benzer bir takım şeylerle onlara yönelmektedir.
Hatta Konya’da Tavus Baba adındaki bir yatırın türbesinin duvarlarına “Ey Tavus Baba! Bana iki çocuk ver!” şeklinde ki bir yazıyı kendi gözlerimle okumuştum. Bundan daha ilginci ve acısı ise İstanbul’da Göbek Baba adındaki bir yatırın türbesinin yanı başında yapılanlardı. Kabrin başına gelen başörtülü, kapalı, sözüm ona dindar kadınlar tıpkı cafe ve barlardaki kötü kadınlar gibi göbek atıyor ve kabirdeki zattan çocuk istiyorlardı. Hem de “Al sana bi göbek, ver bana bi bebek” diyerek!
Subhânallâh. Estağfirullâh. Allah’ım, dalaletten sana sığınırız. Sen bizlere merhamet etmeseydin biz de bunlar gibi şaşkın hallere düşenlerden olurduk.
İşte kardeşim, sana Türkiye’nin farklı bölgelerinden hem acı hem de ilginç manzaralar. “Böyle insanlar da var mıymış?” deme sakın; üzülerek söyleyeyim ki halkın tabanı hep böyle. İnanmazsan sen de yakınındaki bir türbeye git ve orada yaşananları kendi gözlerinle müşahede et. O zaman benim ne kadar haklı olduğumu göreceksin.
Aslına bakılırsa kardeşim, yardım ve medet ancak Allah’tan istenir. Bir insan her ne zaman bu kuralı ihlal ederse, Lâ ilâhe illallâh’ı bozmuş ve aslen bu kelimeyi hiç dememiş olur.
Bizler kesin olarak biliyor ve inanıyoruz ki, sadece ve sadece Allah’ın güç yetirebileceği bir konuda mahlûktan yardım ve medet istemek, Lâ ilâhe illallâh ilkesi ile çelişen bir durumdur ve kişiyi dinden çıkaran şirk amellerindendir. Şunu hiç aklımızdan çıkarmamamız gerekir ki, kişinin yardım dilemesi ve medet beklemesi ibâdet niteliği taşıyan bir eylemdir; ibâdet niteliği taşıyan bir eylemi de Allah’tan başkasına sarf etmek küfürdür. Rasûlullah sallallâhu aleyhi ve sellem şöyle buyurur: “Duâ ibâdetin ta kendisidir.”[4]
Bir insan Allah’tan başkasına secde etse, onun için namaz kılıp oruç tutsa ne olur? Dinden çıkmış olur değil mi? Peki, bir adam Allah’tan başkasına namaz kılıp secde edince dinden çıkmış oluyorsa, aynı bunlar gibi ibâdet olan duâyı Allah’tan başkasına yapınca neden dinden çıkmış olmasın?
Allah için bu noktayı bir düşün.
Kendisi ile ticaret yaptığım bir zat vardı. Bu zat kendince çok dindar ve gayretli birisi idi. Bir seferinde yolu bizim oralara düştüğü için evime gelmişti. Konuştuk, dertleştik en sonunda bir noktaya geldik ki, söylemiş olduğu sözler beni dehşete düşürdü. Diyordu ki:
“Yola çıkmadan bizim oradaki türbeye gittim ve ondan yol izni aldım!”
Subhânallâh! Bu nasıl bir anlayış, nasıl bir inanç! Sana yol izni verecek, kötülüklerden koruyacak ve musibetleri giderecek olan Allah mı, yoksa o zat mı?
Bu söz Peygamber Efendimiz zamanındaki Mekkeli müşriklerin sözlerine ne kadarda benziyordu. Onlardan birisi bir yere yolculuğa çıkacağında putların yanına gelir ve yola çıkıp-çıkmamasının kendisi için iyi olup-olmayacağını sorar ve fal okları sayesinde oradan aldığı sonuca göre hareket ederdi.
Soruyorum şimdi: Acaba “Yola çıkmadan bizim oradaki türbeye gidip ondan yol izni aldım!” diyen bir kimse ile şu anlatılan Mekkeli müşrikler arasında ne gibi bir fark vardır?
Mantık aynı değil mi?
Bakış açısı aynı değil mi?
İnanç aynı değil mi?
İşte bu tür şeyler putperest ve İslam’ı baltalamak isteyen insanların, saf ve masumane görünümlü bir takım şekillerle dinimize katmış olduğu bâtıl inançlardandır. Onlar bunu yaparken elbette ki türbede yatan zatın Allah katında çok muhterem ve değerli olduğunu, Allah’ın ona tasarruf yetkisi verdiğini, dilediği şekilde dilediğini yapmasına müsaade ettiğini söyleyeceklerdi. Aksi halde insanlar inanır mıydı?
Üzülerek söyleyeyim ki, böylesi güzel kılıflarla insanları Allah’tan başkalarına duâ ettirdiler. Allah hepimizi bu tür yanlışlıklardan muhafaza buyursun.
Şimdi yıllar önce yazmış olduğum bir kitaptan sana bir nakilde bulunmak istiyorum, umarım faydalı olur:
“Kişilerin Allah’a daha yakın olma maksadıyla Allah’tan başkalarına yönelmeleri, onlara duâ etmeleri, kendileri ile Allah arasında vasıta tayin etmeleri, dilek ve isteklerini Allah’a değil de bu vasıtalara yöneltmeleri bugün karşılaştığımız bariz şirk çeşitlerindendir. Bu gün kimi insanlar kabir ve türbelere giderek oralardan dilekte bulunmakta; zengin olmak, iş kurmak, okul kazanmak, çocuk sahibi olmak veya hastalıklardan kurtulmak için isteklerini o türbe ve kabir de yatanlara sunmaktadırlar. Kimileri de zorda kaldığında ‘Yetiş ya Rab!’ diyecekleri yerde: ‘Yetiş ya şeyh! Yardım ya fulan!’ demekte, sıkıntı ve maruzatlarını onlara arz etmektedirler. Bizler, sünnet namazlarını da hesaba katarak günde tam kırk kez ‘İyyâke na‘budu ve iyyâke nesta‘în’ demekteyiz. Yani ‘Allah’ım! İbadetlerimin tümü sanadır. Namazım, orucum, secdem, kıyamım, duâ ve isteklerim hepsi senin içindir. Senden başkası bunları hak edemez. Yardımı ancak senden dileriz. Zaten senden başkası da buna güç yetiremez’ demekteyiz. İşte Fatiha Sûresini okurken tam ‘kırk defa’ Allah’a böyle yakarıyoruz. Günde kırk kez böyle deyip sonra da O’ndan başkasından yardım ve medet bekleyenler acaba yalan söylemiş olmazlar mı?”
Yine o kitapta İbn-i Kayyım ismindeki büyük bir İslam âliminden şu çok önemli sözleri nakletmiştim:
“Şirk çeşitlerinden biri de, ölüden bir şeyler istemek, ona sığınmak ve ona yönelmektir. Ölmüş kimsenin ameli kesilmiştir. O, kendine zarar veya fayda veremediği gibi kendisine sığınan ya da kendisinden Allah katında şefaat isteyen kimseye de yardım edemez.[5]
İşte bu gibi nakiller, halkımızın Allah’tan başkasından bir şeyler istemek sûretiyle içerisine düşmüş olduğu hatayı ve bunun ne kadar tehlikeli olduğunu bir kere daha gözler önüne sermektedir.
Birde şu hususa dikkat etmek gerekir: Ölmüş insanların bizlerin duâlarına karşılık verme ve kâinatta tasarruf sahibi olma gibi özellikleri yoktur. Kur’ân, bu tür yanlışları yok etmek ve insanların düşüncelerini düzeltmek için öylesine net ifadeler kullanmıştır ki, okuyucunun hayret etmemesi mümkün değildir. Şimdi sana bazı ayet mealleri vereyim, bunlar üzerinde bir düşün.
“Allah'ı bırakıp da, kıyamet gününe kadar kendilerine cevap veremeyecek kimselere duâ edenden daha sapık kim vardır? Oysa duâ ettikleri o varlıklar onların duâlarından habersizdirler. Kıyamet günü insanlar toplandığında, onlar, onlara düşman olacak ve (kendilerine yaptıkları) ibâdetleri inkâr edeceklerdir.” (Ahkâf Sûresi, 5, 6)
Ayet-i Kerime’yi dikkatlice düşündüğümüzde dehşet verici bir tabloyla karşılaşırız. Allah celle celaluhu, kıyamet gününe kadar kendilerine cevap veremeyecek kimselere duâ edenleri, yeryüzünün en sapık ve en azgın kişileri olarak takdim etmektedir. Şimdi soruyorum: Kabirlerde yatan zatlar –ne kadar büyük ve muhterem olurlarsa olsunlar− kıyamet gününe kadar kendilerine duâ eden, kendilerinden çocuk, iş, aş ve benzeri ihtiyaçları isteyen kimselere karşılık verebilmekte midirler?
Bu sorunun cevabını sana bırakıyorum.
Ayette vurgulanan ve çok önemli olan bir diğer husus da şudur: Kendilerinden bir takım ihtiyaçların talep edildiği o muhterem zatlar, yarın kıyamet kopup insanlar diriltildiğinde kendilerine duâ eden insanların yapmış olduğu bu şeyi inkâr edeceklerdir. Yani şöyle diyeceklerdir: Rabbimiz! Bu insanlar seni bırakıp bize yöneldiler. Duâlarını bize yaptılar. İsteklerini bize arz ettiler. Oysa biz buna layık değildik. Sen bize böyle bir yetki vermemiştin. Biz bunların bu yaptıklarından beriyiz, uzağız. Sen bunlara, senden başkalarına ibâdet ettikleri için kat kat azap ver; cezalandır. Bunlar seni tanıyamamışlar ya Rabb!
Bu ne dehşetli bir şey, değil mi? Sen bir insanı Allah’a yakındır diye yüceltecek, onu farklı bir makama oturtacak ve bir takım isteklerin kendisine sunacaksın, o ise seni Allah’a şikâyet ederek senin bu yüceltmeni inkâr edecek!
Allahu ekber! Sana sığınır, senden bağışlanma dileriz ey Rabbim! Bizleri bu zümreden eyleme!
Bu konuyla alakalı bir diğer ayet daha zikredeceğim ki, bu da bir önceki kadar dehşetli ve ürpertici. Rabbimiz şöyle buyurur:
“…İşte bu, Rabbiniz olan Allah'tır, hâkimiyet O’nundur. O’nu bırakıp da duâ etikleriniz, bir çekirdek kabuğuna bile sahip değildirler. Onlara duâ etseniz, duânızı işitmezler; işitmiş olsalar bile size cevap veremezler; ama kıyamet günü sizin bu şirkinizi inkar edeceklerdir. Herşeyden haberdar olan Allah gibi, sana kimse haber vermez.” (Fâtır Sûresi, 13, 14)
Bu ayet de gerçekten çok dehşet verici ayetlerden bir tanesidir. Allah celle celaluhu bu ayetinde kendilerine duâ edilen zevatın bu duâlardan habersiz olduklarını bildiriyor. Sonra bir farz-ı misal ile meseleyi açıklıyor. Haydi diyelim ki duâ ettikleriniz o duâları işittiler, bunun neticesinde size karşılık verebilir, isteklerinizi cevaplandırabilirler mi? Hayır! Onlar buna kadir değildirler. Sonra Allah kıyamet günü onların vereceği cevabı ve tepkiyi şimdiden bize bildiriyor: “Kıyamet günü sizin bu şirkinizi inkâr edeceklerdir.” Subhânallâh! Allah birilerinin bazı zatlara duâ etmesini bizzat “şirk” olarak adlandırıyor ve kıyamet günü duâ edilen o zatların da bunu inkâr edeceğini, kabul etmeyeceklerini söylüyor.
Bu kadar net, kesin ve korkutucu ifadeler varken neden hâlâ birileri kabirlerde yatan kimselere gidip duâ eder, onlardan bir şeyler dilenir anlamak mümkün değil.
Sen bunları boş ver kardeşim. Sen, Rabbinin ayetlerine teslim ol, tüm ihtiyaçlarını O’ndan iste, bir şeyler dilenecek ve talep edeceksen O’nun kapısına git. Zira O, duâları işiten, kabul eden ve kapısına gelenleri boş çevirmeyendir. Rabbimizin şu ayetlerine bir bak:
“(Ey Muhammed!) Kullarım sana Beni sorarlarsa (bilsinler ki) Ben, şüphesiz onlara yakınım. Bana duâ edenin, duâ ettiğinde duâsını kabul ederim. Artık onlar da davetimi kabul edip Bana iman etsinler ki, doğru yolu bulalar!” (Bakara Sûresi, 186)
“Rabbiniz şöyle buyurmuştur: Bana duâ edin ki duânıza icabet edeyim. Bana kulluk etmeyi büyüklüklerine yediremeyenler, alçaltılmış olarak cehenneme gireceklerdir.” (Mümin Sûresi, 60)
Üçüncü Hata: Lâ ilâhe illallâh konusunda halkımızın düştüğü bir diğer yanlışta Allah’tan başkalarından veya Allah’tan başka nesnelerden fayda veya zarar beklemektir. Oysa Kur’ân’ın birçok yerinde fayda ve zararın yalnız Allah’tan geldiği, Allah’tan başka hiçbir kimsenin bu noktada yetkili olmadığı defaatle ve ısrarla vurgulanır. Mesela Rabbimiz şöyle buyurur:
“Eğer Allah sana bir sıkıntı dokundurursa, onu O’ndan başka hiçbir kimse gideremez. Şâyet sana bir hayır dilerse O’nun lutfunu geri çevirecek hiç kimse yoktur. O bunu kullarından dilediğine eriştirir. O Ğafûr’dur, Rahîm’dir.” (Yunus Sûresi, 107)
“(Onlar mı hayırlı) yoksa darda kalana kendine yalvardığı zaman karşılık veren ve (başındaki) sıkıntıyı gideren, sizi yeryüzünün hâkimleri kılan mı? Allah’tan başka bir ilah mı var! Ne kadar da kıt düşünüyorsunuz!” (Neml Sûresi, 62)
“De ki: Onu (Allah’ı) bırakıp da O’na yakın olduğunu zannettiğiniz kimselere duâ edin bakalım (ne yapacaklar? Oysa) onlar, ne başınızdaki sıkıntıyı kaldırmaya, ne de değiştirmeye güç yetirebilirler.” (İsra Sûresi, 56)
“Denizde size bir zorluk dokunduğunda, O’nun dışındaki tüm duâ ettikleriniz ortadan kaybolur, gider. Fakat O, sizi kurtarıp karaya çıkarınca hemen yüz çevirirsiniz. İnsan gerçekten çok nankördür.” (İsra Sûresi, 67)
Fayda ve zararın yalnız Allah’tan geldiğini ortaya koyan ayetler saymakla bitmeyecek kadar çoktur; zira bu, imanın ve tevhidin en temel meselelerindendir. Allah bu kadar ayetinde bu hakikati vurgulamış olmasına rağmen üzülerek söylemek gerekir ki insanlar hâlâ Allah’tan başkalarından fayda ve zarar beklemekte, onların kendilerine bir iyilik veya bir kötülük dokunduracağını itikat etmektedirler. Bazıları kabirlerdeki yatırlardan, bazıları bağlı oldukları şeyhlerden, bazıları nazar boncuğu, tılsım ve muska gibi eşyadan, bazıları da kâinattaki kimi varlıklardan fayda veya zarar bekler; bunların kendilerine başlı başına iyilik veya kötülük dokunduracağına inanırlar.
Kimi zaman evlerin giriş kapılarında asılı duran inek kafaları, at nalları veya bazı hayvan kalıntıları hep bu bâtıl inancın yansımalarındandır. Bazılarının kesilen hayvanların kanlarını alın bölgesine sürerek bunun kendilerini koruduğunu iddia etmeleri de bu sapkın inancın diğer bir yansımasıdır.
Hatta bu hususta öylesine aşırıya kaçanlar vardır ki, karganın veya baykuşun ötmesinden şer umarlar, bir kötlüğe sebep olacağını düşünürler.
Yine öyleleri vardır ki, şeyhlerinin fotoğraflarının kendilerini koruduğunu, başlarından belaları def ettiğini söylerler. Eğer o fotoğrafları yanlarından uzaklaştırır veya evinde asılı olduğu yerden indirirlerse başlarına bela geleceğini zannederler!
Şaşırmayın, garipsemeyin, “Böyleleri de var mıymış?” demeyin. Siz de birazcık halkla iç içe olun bunları ve daha fazlasını rahatlıkla görürsünüz.
İşin aslına bakılırsa İslam’ın ilk yıllarında Mekke’deki kimseler de böyle inanıyordu. Onlar da putlarının kendilerine fayda ve zarar vereceğini, başlarından belaları kaldıracağını söylüyorlardı. Ama Allah onların bu bâtıl ve asılsız inançlarını yok etmek için sürekli ayetler gönderdi ve fayda ve zararı yalnız kendisinin vereceğini ifade etti.
Onlardan bazıları da, tıpkı günümüzdeki kimi insanlar gibi kabirlerden fayda ve zarar beklerlerdi. “Biz onları râzı edersek, onlar bizden sıkıntıları def eder” düşüncesi ile kimi zaman onlara adakta bulunur, kimi zamanda ibâdet ederlerdi. Peygamber Efendimizin ashabı da cahiliyenin içinden geldikleri için bu tür bâtıl inançlardan etkilenmişti. Onların bu yanlış anlayışını yok etmek ve tevhidi muhafaza etmek için Peygamber Efendimiz sallallâhu aleyhi ve sellem daha ilk yıllarda kabirlere gitmeyi komple yasakladı. Ama daha sonraları Ashab-ı Kiram fayda ve zararın yalnızca Allah’tan geldiğini içlerinde hakkıyla pekiştirdiklerinde bu yasağı kaldırdı ve kabir ziyaretine müsaade etti. Rasûlullah sallallâhu aleyhi ve sellem bu konuyla alakalı olarak bir hadisinde şöyle buyurmuştur:
“Şüphesiz ki ben, kabirleri ziyaret etmenizi yasaklamıştım. Ama artık ziyaret edebilirsiniz.”[6]
Başka bir rivayette de şöyle demiştir:
“Kabirleri ziyaret etmek isteyen ziyaret etsin. Çünkü kabir ziyareti bize âhireti hatırlatır”[7]
İşte kardeşim, tevhid konusunda Allah Rasulü’nün hassasiyeti bu! Acaba biz de aynı hassasiyeti gösterebiliyor muyuz?
Bak, şimdi sana Efendimizin fayda ve zararın yalnız Allah’tan geldiğini insanlara öğretme noktasında nasıl bir hassasiyete sahip olduğunu ortaya koyan bir başka örnek vereceğim. Efendimizin amcaoğlusu İbn-i Abbas anlatır:
Bir gün Rasûlullah sallallâhu aleyhi ve sellem ’in terkisinde idim. Bana dedi ki:
“Ey genç! Sana birtakım (çok önemli) sözler öğreteceğim (bu nedenle iyi dinle). Allah’ın sınırlarını koru ki, Allah da seni korusun. Allah’ın emirlerini muhafaza et ki, onun yardımını karşında bulasın. Bir şey istediğin zaman sadece Allah’tan iste. Yardımı da ancak Allah’tan bekle. Bilesin ki bütün insanlık sana fayda vermek için bir araya gelse, Allah’ın sana takdir ettiği şeyden başka fayda veremez. Eğer sana zarar vermek için toplansalar, ancak Allah’ın dilediği kadar sana zarar verebilirler. Kalemler kaldırılmış, sahifelerin mürekkebi kurumuştur.”[8]
Unutma ki, kendisine bu sözlerin söylendiği çocuk, yani İbn-i Abbas Rasûlullah sallallâhu aleyhi ve selem vefat ettiğinde 10 yaşları civarında idi. Haliyle bu nasihat kendisine edildiği zaman yaşı daha ufaktı. Daha küçücük bir çocuğa bile Peygamber Efendimiz fayda ve zararın yalnız Allah’tan geldiğini öğretiyorsa, bu onun, tevhid konusunda ne kadar hassas olduğunu gösterir. İşte Efendimiz bu şekilde Lâ ilâhe illallâh akidesini ashabının gönlüne nakşediyordu.
Laf tam buraya geldiğinde “Acaba bizim insanımız Peygamber Efendimizin zamanında küçücük çocuklara yapılan bu nasihatin neresinde? Bu çocuk kadar fayda ve zararın yalnız Allah’tan geldiğini biliyor mu?” diye sormamak mümkün değil. Herhalde sen de takdir edersin ki, halkımızın bu seviyeye gelmesi için daha çoook yol kat etmesi gerek. Allah bizlere ve onlara şuur versin.
İşte kardeşim buraya kadar anlattığım şeyler, ana hatlarıyla Türk halkının Lâ ilâhe illallâh hususunda düşmüş olduğu hatalardan bazıları. Bu hatalar sadece bunlarla sınırlı değil elbette. Zira bizim insanımızdan kimisi rızık konusunda, kimisi tevekkül noktasında, kimisi de gaybı bilme meselesinde hataya düşerek Lâ ilâhe illallâh şehadetini bozmaktadır. Fakat zikrettiğim üç hata, halkın birçoğunun içerisine düşmüş olduğu en bariz hatadır. Bu nedenle ben onları özellikle zikrettim. Eğer sen de bu hatalardan birisine düşmüş isen hiç geciktirmeden hemen Rabbine yönel, O’ndan af dile ve yeniden Lâ ilâhe illallâh diyerek tevhid inancını düzelt. Aksi halde ölüm seni bu haldeyken ansızın yakalarsa, ebedî hayatını perişan etmiş ve cennetini kaybetmiş olursun. Bu kötü akıbetten Allah beni, seni ve tüm inananları muhafaza buyursun. Allahumme âmîn.
Faruk Furkan
(Lâ İlâhe İllallâh Ne Demek Biliyor musun?
adlı eserden alıntılanmıştır.)
[1] el-İslâm, Sf. 104. Tekin Kitabevi Yayınları.
[2] Abdullah Azzam, Cihat Dersleri, 1/297 vd. Buruç Yayınları.
[3] İman ve Tavır, sf. 222 vd. Daha iyi anlaşılması için bazı kelimeler değiştirilerek alıntılanmıştır. Kaynağın aslına müracaat edilebilir.
[4] Kenzu’l-Ummâl, 3113.
[5] Bkz: Kelime-i Tevhid'in Anlam ve Şartları, sf. 198. 7. Baskı.
[6] Müslim, Cenâiz 106.
[7] Tirmizî, Cenâiz 60.
[8] Tirmizî rivayet etmiştir, hadis “sahih” tir.