“Doğrusu her kim Allah’a şirk koşarsa Allah ona cenneti haram kılmıştır…” (Maide Suresi, 72)
بسم الله الرحمن الرحيم
Rahmân ve Rahîm Olan Allah’ın Adıyla…
Lâ İlâhe İllallâh’ın sıhhat şartlarından birisi de bu kelimeyi, bu kelimenin gerektirdiği şeyleri ve kendisini bu kelimeye nispet eden Ehl-i tevhidi sevmek; buna paralel olarak da bu kelimeye muhalefet edenleri, onu kerih görerek buğzedenleri ve onların ortaya attıkları şirk ve küfrü sevmemektir.
Kişi, “Lâ İlâhe İllallâh” demesine rağmen, Allah’ı, Rasulünü ve sevilmesi dinî bir zorunluluk olan şeyleri sevmiyorsa veya bu kelimeye düşmanlık eden kimselere muhabbet gösteriyorsa, böylesi bir şahsın imanı sahih olmadığı gibi, söylediği kelimenin de kendisine herhangi bir faydası yoktur.
Kişinin Lâ İlâhe İllallâh’ın şartı olan muhabbeti gerçekleştirebilmesinin şekli, Allah’ı ve Rasulünü her şeyden ve herkesten daha fazla sevmekle olur; aynı zamanda zatı için sevilenin de sadece Allah olması, onun dışındaki mahlûkatın ―konumu ne olursa olsun― onun için ve onun uğrunda sevilmesi gerekir.
Kişi bir şeyi seviyorsa, o şey Allah’ın buğzedip, kerih gördüğü bir şey olmamalıdır. Veya kişi bir şeye buğzedip onu kerih görüyorsa, o şeyin Allah’ın sevdiği bir şey olmaması gerekir. Aksi durumda sevgide Allah’a ortak koşulmuş olur.
Kişinin Allah için sevip, Allah için buğzetmesi imanın zirve noktasıdır. İmanını kemal seviyesine ulaştırmış müminlerin ortak özelliği, sevdiklerini Allah için sevmeleri, buğzettiklerine de Allah için buğzetmeleridir. Bu hakikati Efendimiz (sallallâhu aleyhi ve sellem) şöyle dile getirmiştir:
* “Kim Allah için sever, Allah için buğzeder; Allah için verir ve Allah için vermez (mani olursa) imanını kemale erdirmiş olur.”[1]
* “İmanın en sağlam kulpu, Allah için dost olmak, Allah için düşmanlık etmek, Allah için sevmek ve Allah için buğzetmektir.”[2]
Abdu’l Mun’im, bu hadisi şerh ederken şöyle der:
“İmanın ve tevhidin en sağlam kulpu Allah için dostluk gösterip, Allah için düşmanlık etmek ve Allah için sevip Allah için buğzetmek olduğuna göre, hadisin mefhum-u muhalifi, küfrün ve şirkin en sağlam kulpunun bir mahlûk için dostluk kurmak, bir mahlûk için düşmanlık etmek ve onun için sevip onun için buğzetmek olduğunu gerektirir…”[3]
Başka bir hadisinde Peygamberimiz (sallallâhu aleyhi ve sellem) şöyle buyurur:
“Sizden biriniz, ben kendisine çocuğundan, babasından ve tüm insanlardan daha sevimli olmadıkça iman etmiş olmaz.”[4]
Zatı için sevilmesi gerekenin, Allah olduğunu söylemiştik. Her kim, uğrunda dostluk ve düşmanlık yapmak sureti ile veya sırf onun için sevip buğzederek bir mahlûka zatından dolayı muhabbet gösterirse, bu mahlûku Allah’a eş tutmuş olur; çünkü uğruna dostluk ve düşmanlık gösterilmesi gereken ve sırf zatı için sevilen yalnız Allah’tır. Rabbimiz Kur’an-ı Kerimde şöyle buyurur:
“İnsanlar içinde Allah’tan başkasını (Allah’a) eş tutan kimseler vardır. Onlar onları Allah’ı sever gibi severler. İman edenlerin Allah’a olan sevgisi ise çok daha fazladır...” (Bakara/165)
Şeyhu’l İslâm İbn-i Teymiyye (rahimehullah) der ki:
“Varlık âlemi içerisinde Allah Teâlâ dışında hiç bir şeyin zatı için sevilmesi caiz değildir. Âlem içerisinde sevgi beslenen her varlığa, zatı için değil başka bir şey için sevgi beslenmesi caizdir. Zatı için sevilmesi gerekli olan yalnız Allah’tır(...) Bir şeyi zatı için sevmek şirktir. Allah’ın dışında hiçbir şey zatı için sevilemez. Bu, O’nun ulûhiyetinin gereklerindendir...”[5]
Burada şöyle bir hususu dile getirmenin faydalı olacağı kanısındayız ki, kişinin Lâ İlâhe İllallâh’ın bu şartını okuyup ta aklına şu sorunun takılmaması mümkün değildir. Soru şudur: Allah’tan başka birisini zatından dolayı sevmek şirk ise, o zaman kâfir ve müşrik olan ana-babalarını, akrabalarını, dostlarını veya kâfir olan güzel bir kadını seven kimsenin durumu nedir? Böyle birisi, sırf bu sevgisi nedeniyle dinden çıkmış olur mu?
Cevap: Sorunun cevabına geçmeden önce hemen ifade edelim ki, İslam âlimleri sevgiyi “ihtiyarî” ve “ıdtırarî” olmak üzere iki kısma ayırmışlardır. İhtiyarî sevgi; “kişinin duygularına sahip olma imkânı olduğu halde, kendi tercihini kullanarak bile bile bir şeyi sevmesine” denir. Kişi burada kendi inisiyatifini kullanarak sevdiği için sevgisinden mesuldür. Asıl itibari ile sevgiden kastedilen de budur. Idtırarî (elde olmayan) sevgi ise, kişinin istememesine rağmen kalbine söz geçiremediğinden dolayı bir şeyi sevmesidir. Sevginin bu kısmının bizim konumuzla alakası yoktur zira bu, kişinin güç yetiremeyeceği bir şeyle sorumlu tutulması demektir ki, zaten Allah, böyle bir şeyle bizi mükellef kılmamıştır.
Allah ve Rasulü’nü Sevmek
“Lâ İlâhe İllallâh” diyen bir kulun bu iddiasında samimi olup olmadığı, onun Allah ve Rasulüne olan sevgisine göre ortaya çıkar. Bu mübarek kelimeyi telaffuz eden bir kul, bu kelimenin bir gereği olarak Allah ve Rasulünü sevmek zorundadır. Aksi halde bu kelimenin ona herhangi bir faydası olmayacaktır.
Allah ve Rasulünü seven bir kimse, imanın tat ve lezzetini alır. Rasûlullah (sallallâhu aleyhi ve sellem) şöyle buyurur:
“Üç şey vardır ki, kimde bulunursa o kimse bunlar sebebiyle imanın tadını alır.
Allah’ı sevmek, Rasûlullah (sallallâhu aleyhi ve sellem)’e ittiba etmeyi gerektirir. Rabbimiz şöyle buyurur:
“De ki: Eğer Allah’ı seviyorsanız bana uyun ki, Allah da sizi sevsin ve günahlarınızı bağışlasın.” (Al-i İmran/31)
Allah’ı sevdiğini iddia ettiği halde Rasûlullah (sallallâhu aleyhi ve sellem)’e uymayan, O’nun getirdiği hidayet nuru ile aydınlanmayan, O’nun sünnetini ve hayat tarzını “bedevilik” ile niteleyen veya O’nu adeta bir “postacı” kabul edenler, aslında Allah’a olan sevgi iddialarında da yalancıdırlar. Çünkü sevgi, ittiba etmeyi gerektirir. İttiba etmeden sevgiden söz edenler bu iddialarında samimi değildirler.
Tevhid Ehlini Sevmek
Kelime-i Tevhid diye adlandırılan “Lâ İlâhe İllallâh Muhammedün Rasûlullah” cümlesi, kendi ehli olan herkesi sevmeyi zorunlu kılar. Bu kelimeye inandığını iddia ettiği halde, ona inanan diğer insanları sevmeyen, onlara dostluk ve kardeşlik göstermeyen kimseler, aslında bu kelimenin manasını anlamamış insanlardır. Onlar bu kelimenin mâna ve muhtevasını şayet anlamış olsalardı, kendisiyle aynı inancı paylaşan diğer insanları sevmiş olurlardı. Onlara karşı sevgi ve dostluk göstermemeleri bu kelimeyi hakkıyla anlamadıklarına işaret etmektedir.
Müslümanların birbirini sevmeleri gerektiğini ifade eden onlarca delil vardır. Bunlardan bazıları şöyledir:
Rasûlullah (sallallâhu aleyhi ve sellem) Yüce Allah’ın şöyle buyurduğunu söyler:
“Benim sevgimi, benden dolayı birbirlerini sevenler hak etmiştir. Benim sevgimi, benden dolayı birbirlerini ziyaret edemler hak etmiştir. Benim sevgimi, benden dolayı birbirlerine yardım edenler hak etmiştir. Benim sevgimi, benden dolayı birbirlerini candan sevenler ve birbirlerine ilgi gösterenler hak etmiştir. Benim sevgimi, benden dolayı birbirlerine bol bol verenler hak etmiştir.”[7]
Rasûlullah (sallallâhu aleyhi ve sellem) şöyle buyurmuştur:
“Gerçekten yüce Allah kıyamet günü şöyle buyu racaktır: “Birbirlerini benim sonsuz büyüklüğüm adına sevenler bugün neredeler? Benim sahip olduğum gölgeden başka hiç bir gölgenin olmadığı bu günde onları ben bu göl gelerde gölgelendireceğim.”[8]
Tevhidi Kerih Görmek İmanla Çelişir
Sevgi ve muhabbet, kerih görmeye ve buğza muhalif olduğu gibi, kerih görme ve buğzetme de sevgi ve muhabbete muhaliftir. Tevhidi ve ehlini seven birisi tevhitle çelişen şeylere buğzetmek ve onu kerih görmek zorundadır. Bu imanın ve akidenin bir gereğidir. Tevhidi kerih görmek ve ona buğzetmek kişiyi dinden çıkaran amellerdendir. Rabbimiz şöyle buyurur:
“Kâfirlere gelince; yüzleri üzere düşüp helak olsunlar! (Allah) amellerini de boşa çıkartmıştır. Bu böyledir; çünkü onlar Allah’ın indirdiğini kerih gördüler, Allah bundan dolayı amellerini boşa çıkarttı.” (Muhammed/8-9)
Ayette onların amellerinin boşa çıkarılması, Allah’ın indirdiğini kerih görmelerine bağlanmıştır. Malum olduğu üzere kişinin ameli ancak şirk ve küfürle iptal edilip, boşa çıkar. Bu da gösteriyor ki, Allah’ın indirdiğinden hoşlanmayan birisi dinden çıkmakta ve kâfir olmaktadır. Allah’ın kullarına indirmiş olduğu en önemli şey tevhittir. O, tüm peygamberlerin ortak çağrısı ve müşterek davetidir. Onu kerih gören, onun gerektirdiği hayat tarzını, yaşam biçimini ve insanlara zorunlu kıldığı öğretileri beğenmeyen, nefretle karşılayan, hoşlanmayan veya tiksinen birisi ayetin açık ifadesiyle ameli boşa giden bir kâfirdir. Bu nedenle kâfir birisi nasıl ki tevhidi hoş görmezse, mümin biriside aynı şekilde küfrü ve şirki hoş göremez.
Rabbimiz, cehennemden çıkmak için yardım isteyen kâfirlerin durumunu şöyle anlatır:
“Onlar: ‘Ey Mâlik! Haydi, rabbin işimizi bitiriversin!’ diye seslenirler. Mâlik: ‘Siz böyle kalacaksınız!’ der. Andolsun biz size hakkı getirdik, fakat çoğunuz hakkı kerih görüyordu.” (Zuhruf/77, 78)
Allah Teâlâ onların cehennemde kalış nedenini, rableri katından kendilerine gelen hakkı kerih görmelerine bağladı. Onlara gelen en büyük gerçek Kelime-i tevhid olan “Lâ İlâhe İllallâh”tır ki, onlar onu kerih görmekte idi. Bu nedenle azaba ve cehennemde ebediyen kalmaya müstahak oldular.[9]
Bu konuda delilleri çoğaltmak mümkündür. Yeterli olacağına kanaat getirdiğimiz için bu kadarıyla iktifa ediyoruz.
Sevginin Alâmetleri
Sevgi boş bir iddiadan ibaret değildir. Onun doğru ve yalan olduğunu ispat edecek birçok belirtisi vardır; bu belirtiler sayesinde kişinin sevgisinde samimi olup olmadığı hemen açığa çıkar. Kişi oturduğu yerden hiç bir sıkıntıyla karşılaşmaksızın Allah’ı, Rasulünü, tevhidi ve tevhid ehlini sevdiğini iddia edebilir. Ama onun bu iddiasını doğru çıkaracak bir takım delillerin varlığına ihtiyaç vardır. Bu deliller olmaksızın bir kişinin Allah’ı, Rasulünü ve tevhid ehli Müslümanları sevdiğine hüküm verilemez. İslâm âlimlerinin belirttiğine göre bu alâmetlerin en belirginleri şöyledir:
Konunun giriş kısmında Rasûlullah (sallallâhu aleyhi ve sellem)’e itaat etmenin gerekliliğinden bahsetmiş ve kısa bir izahta bulunmuştuk. Burada bu meselenin mihenk taşı mesabesinde olan Âl-i İmran 31. Ayet üzerinde İslam âlimlerinin yorumlarını nakle derek meseleyi biraz daha izah etmeye çalışacağız. Rabbimiz Al-i İmran suresinde şöyle buyuruyordu:
“De ki: “Eğer Allah’ı seviyorsanız bana uyun ki, Allah da sizi sevsin ve günahlarınızı bağışlasın...” (Al-i İmran/31)
İbn-i Kesîr der ki:
“Bu ayetin hükmüne göre, Allah Teâlâ’yı sevdiğini iddia ettiği halde, Hz. Muhammed (sallallâhu aleyhi ve sellem)’in yolu üzere olmayan kişi, Hz. Muhammed’in yoluna ve getirdiği dine, bütün söz ve fiilleriyle uymadıkça, bu iddiasında yalancıdır.”[10]
İbn-i Teymiyye der ki:
“Allah’ı sevdiğini iddia edipte Rasûlullah (sallallâhu aleyhi ve sellem)’e uymayan her kimse kuşkusuz yalan söylemiştir.”[11]
Ezherî der ki:
“Kulun Allah’ı ve Rasulü’nü sevmesi, onlara itaat etmesi ve emirlerini yerine getirmesi ile olur.”[12]
Seyyid Kutup şöyle der:
“Şüphe yok ki, Allah’ı sevmek kuru laflarla olmaz; vicdanî bir aşkla da gerçekleşmez. Bu dava sadece Allah’ın Rasulü’ne tabi olmak, O’nun hidayeti üzere yaşamak ve hayatta O’nun nizamını gerçekleştirmekle olur.”[13]
Abdurrahman es-Sa’di der ki:
“Kişinin Allah’ı sevmesindeki doğruluk alâmeti, her durumda, tüm söz ve davranışlarında, dinin usul ve furuunda, zahiren ve batınen Allah’ın peygamberlerine uymaktan geçer. Kim Rasûlullah (sallallâhu aleyhi ve sellem)’e ittiba etmezse Allah’ı seviyor değildir. Halbu ki Allah’ı sevmek Rsulullah (sallallâhu aleyhi ve sellem)’e ittiba etmeyi gerektirir. Rasûlullah (sallallâhu aleyhi ve sellem)’e ittiba olmadığında bu, Allah’ı sevme iddiasının da olmadığını gösterir.”[14]
Yaptığımız bu nakillerden anlaşıldığına göre, bir insanın Allah’ı sevme iddiası boş bir iddiadan ibaret değildir. Bunun bir takım nişaneleri vardır. Bu nişanelerin başında da Rasûlullah (sallallâhu aleyhi ve sellem)’e hayatın her alanında uymak ve ittiba etmek gelir. Bunun aksini iddia eden veya Rasûlullah (sallallâhu aleyhi ve sellem)’e tabi olmayan birisi her ne kadar Allah’ı sevdiğini iddia etse de, onun bu iddiası boş bir lakırdıdan öteye geçmez. Çünkü her iddiayı haklı çıkaracak alamet ve işaretler vardır. Allah’ı sevme iddiasını haklı çıkaracak alâmet ise, Rasûlullah (sallallâhu aleyhi ve sellem)’e uymak ve onun yoluna tabi olmaktır. Bu nedenle, Allah’ın bizi sevmesinin tek bir yolu vardır; o da Rasûlullah’a tabi olmaktır. Şayet Allah’ın bizleri sevmesini istiyorsak O’na uymalı ve O’nun yolunu yol etmeliyiz.
Allah’ı ve Rasulü’nü sevdiğini söylemesine rağmen, hayatın seyri içerisinde karşılaşmış olduğu meselelerde ve ihtilaflı durumlarda Allah ve Rasulü’nü hakem seçmeyen veya ihtilafın çözümlenmesi için olara başvurmayan kimse sevgisinde yalancıdır. Sevginin belirti ve alâmetleri vardır. Bu belirti ve alâmetlerin başında da Allah ve Rasulü’nün, ihtilaf anında tercih edilmesi gelir. Menfaatinin gerektirdiği şekilde İslam’a bağlananlar, aslında onu anlayamamış kimselerdir. Toplumumuzda kendisini İslam’a nispet eden, her zaman ve zeminde İslam’dan söz eden ve halk arasında bu nitelikleriyle meşhur olan nice insanlar, kendi menfaatleriyle Allah’ın hükümleri çeliştiği zaman, İslam’ın hükümlerini üç kuruşluk dünyevi menfaat karşılığında arkalarına atarak heva ve heveslerinin peşinde giderler, sonra da Allah’ın sevgisinden, Rasûlullah’ın muhabbetinden bahsederler. Örneğin, böyle birisinin mirasla alâkalı bir meselesi olsa, o çok sevdiği (!) Allah’ın kendisi için takdir etmiş olduğu payı beğenmeyerek üç kuruş daha fazla veriyor diye hemen beşeri mahkemelere koşar ve onların yapmış olduğu taksimata rıza gösterir. İşte onların Allah ve Rasulü’ne beslemiş oldukları sevgi bu kadardır. Yani menfaatleri ile çatışana kadar.
Müminler ise, kendi aleyhlerinde olduğunu bilseler bile hayatlarının her alanından Allah’ı ve Rasulü’nü tercih ederler. Zaten sevginin hakikati de budur. Menfaati gereği herkes sevgi gösterir. Asıl sevgi ise ihtilaf halinde, menfaatinin söz konusu olmadığı yerdedir.
“Aralarında hükmetmek üzere Allah’a ve Rasulü’ne davet olunduklarında, müminlerin sözleri ancak “işittik ve itaat ettik” demektir.” (Nur/51)
Müminler “işittik” ve “itaat ettik” diyerek aleyhlerinde bile olsa Allah’ın hükmüne boyun eğerler.
Münafıklar ise Allah’a ve Rasulü’ne çağrıldıkları zaman ya yüz çevirerek İslam’ın hükmünü reddederler, ya da bu hükümden rahatsızlık duyarlar. Ama hak kendi lehlerinde ise o zaman koşa koşa İslam’ın hükmüne gelirler.
“Aralarında hükmetmek için olar Allah’a ve Rasulü’ne çağrıldıkları zaman, onlardan bir kısmı yüz çevirir. Eğer hak kendilerinin ise, ona süratle ve boyun eğerek gelirler. Acaba kalplerinde hastalık mı var bunların? Yoksa şüpheye mi düştüler? Yahut Allah ve Rasulü’nün kendilerine haksızlık edeceğinden mi korkuyorlar? Hayır, onlar zulmedenlerin ta kendileridir.” (Nur/48-50)
İhtilaf halinde Allah ve Rasulü’nü seçmeyenler sadece sevgilerinde değil imanlarında da samimi değillerdir. Çünkü ihtilaf vukuu bulduğunda Allah’ın hükmünü tercih etmeyenlerin imanı, sadece bir zandan ibarettir; asla hakikati yoktur.
“Hayır, Rabbine andolsun ki, aralarında çıkan ihtilaflarda seni hakem yapıp sonrada verdiğin hükümden dolayı içlerinde hiç bir sıkıntı duymadan tam bir teslimiyetle teslim olmadıkça iman etmiş olmazlar.” (Nisa/65)
Allah’ı, Rasulünü ve din-i İslam’ı sevdiğimizi iddia ediyorsak, bunun ispatı olarak karşılaştığımız meseleleri bu mercilere götürmeliyiz. Aksi halde, sevgimizde yalancı olmuş oluruz.
Samimi sevginin diğer bir alâmeti de, kişinin Allah ve Rasulü’ne itaat ile başka şeylerin itaati arasında muhayyer bırakıldığında Allah ve Rasulü’nü onların önüne geçirmesi ve tercih etmesidir.
“De ki: “Eğer babalarınız, oğullarınız, kardeşleriniz, eşleriniz, aşiretiniz (soy ve sopunuz), elde ettiğiniz mallar, durgunluğa uğramasından korktuğunuz ticaret ve hoşunuza giden meskenler size Allah’tan, Rasulü’nden ve O’nun yolunda cihad etmekten daha sevimli ise, o halde Allah’ın emri gelinceye kadar bekleyin. Allah fasıklar topluluğunu hidayete erdirmez.” (Tevbe/24)
Allah’ı ve Rasulü’nü sevdiğini iddia eden birisi, ayette zikri geçen veya kendine cazibeli gelen bir şey ile Allah ve Rasulü arasında tercih yapma durumunda kaldığı zaman kesinlikle Allah’ı ve Rasulû’nü onlar dışındaki her şeye tercih etmeli ve hiçbir şeyi onların önüne geçirmemelidir. İmanın ve sevginin gereği budur. İbn-i Kayyim der ki:
“Ayette zikri geçenlerden birisinin itaatini, Allah ve Rasulü’nün itaatinin önüne geçiren veya onlardan birisinin sözünü Allah ve Rasulü’nün sözü önüne alan ya da onlardan birisinin rızasını, korkusunu, ümidini ve tevekkülünü, Allah ve Rasulü’nün rızası, korkusu, ümidi ve tevekkülü üzerine takdim eden birisi, Allah ve Rasulü’nün kendisine başkalarından daha sevimli olduğu kimselerden değildir. Dili ile bunu söylese bile bu, ondan sadır olan bir yalandır ve üzerinde bulunduğu durumun aksini haber vermektir. Herhangi birisinin hükmünü, Allah ve Rasulü’nün hükmünün önüne geçiren kimselerin durumu da böyledir. Hükmünü öne aldıkları bu kimse onlara Allah ve Rasulü’nden daha sevimlidir.”[15]
Hucurat Suresinin başında bu hakikat şöyle vurgulanmıştır:
“Ey iman edenler! (hiçbir şeyi) Allah ve Rasulü’nün önüne geçirmeyin. Ve Allah’tan korkun. Muhakkak ki Allah çok iyi işiten, çok iyi bilendir.” (Hucurat/1)
Ayetin başında yer alan “La tukaddimu” (öne geçirmeyin) fiilinin mefulü hazfe gitmiştir. Yani neyi öne geçirmeyeceğimiz belirtilmemiştir. Bu da Allah ve Rasulü’nün önüne geçirilmesi mümkün olan her şeyi kapsamaktadır. Yani sevgide, hükümde, rızada, tevekkülde, talepte, emirde, nehiyde, kısacası öne geçirilmesi mümkün olan her şeyde, Allah ve Rasulü’nün önüne hiç bir şeyi takdim etmemek gerekir. Aksi halde imandan da sevgiden de söz etmek mümkün değildir.
İmanın en belirgin alâmetlerinden birisi, başa gelen sıkıntı ve musibetlere karşı sabır göstermektir. Allah, iman iddiasında bulunan bir kulun davasında samimi olup olmadığını ortaya çıkarmak için mutlaka onu imtihana tabi tutar; eğer bu imtihanı kazanırsa, Allah ve Rasulü’ne olan sevgisini ispatlamış olur. Şayet bu imtihanlara sabır göstermiyor ve isyana kaçıyorsa, o zaman sevgi iddiasında samimi değil demektir. İman iddiasında bulunan kimselerin sınanacağını ifade eden ayetlerden bazıları şunlardır:
“Andolsun ki, sizi biraz korku, biraz açlık, mallardan, canlardan ve ürünlerden yana eksiltmekle imtihan edeceğiz; sabredenleri müjdele.” (Bakara/155)
“Andolsun ki siz mallarınız ve canlarınızla imtihan edileceksiniz, Muhakkak sizden önce kendilerine kitap verilen (Yahudi ve Hıristiyanlar)’dan ve Allah’a şirk koşan kimselerden çok eziyet (verici şeyler) işiteceksiniz. Eğer sabreder ve sakınırsanız, işte bu azme değer işlerdendir.” (Âl-i İmran/186)
“İnsanlar (yalnızca) “iman ettik” demeleri ile bırakılıvereceklerini ve imtihana tabi tutulmayacaklarını mı sandılar? Andolsun onlardan önce geçenleri biz imtihan etmişizdir. Allah elbette doğru/ sadık olanları da bilir, yalancı olanları da bilir.” (Ankebut/2-3)
Bu ayetlerde Allah’ın insanları mutlaka imtihan edeceği anlatılmakta ve sabredenlere mükâfatlar vaat edilmektedir. Aşağıdaki ayetlerde ise imtihan yolunda dökülenlere ve onların kötü akıbetlerine işaret edilmektedir.
“İnsanlardan bazıları (dinin) bir tarafından Allah’a ibadet eder. Eğer ona hayır isabet ederse onunla mutmain olur. Şayet ona bir bela isabet ederse gerisin geri yüzü üzere döner (mürted olur). Dünyayı da ahreti de kaybetmiştir. İşte bu, apaçık hüsranın ta kendisidir.” (Hac/11)
“İnsanlardan kimisi “Biz Allah’a iman ettik” der. Allah yolunda eziyete uğradığında ise insanların eziyet ve işkencesini Allah’ın azabı gibi sayar.” (Ankebut/10)
Kul, imanı, takvası ve dine olan bağlılığı oranında imtihan edilir. Eğer inancı ve dine bağlılığı güçlü ise o zaman imtihanı zor ve çetin olur. İnancı ve dine bağlılığı zayıf ise, imtihanı da o ölçüdedir. Bu Rasûlullah (sallallâhu aleyhi ve sellem)’in anlatmış olduğu bir hakikattir. O, şöyle buyurur:
“Kul, dinine olan bağlılığı derecesinde imtihan edilir. Eğer dinine şiddetle bağlı ise bela ve imtihanı artar. Şayet dine olan bağlılığı zayıf ise, dinine bağlılığı miktarında imtihan edilir. Kul, yeryüzünde günahsız olarak yürüyene kadar bela ona indikçe iner.”[16]
* “İman etmiş bir erkeğe ve iman etmiş bir kadına günahsız olarak Allah’la karşılaşana dek canında çocuğunda ve malında mutlaka bela iner.”[17]
* “İnsanların en çok bela göreni, peygamberler sonra da sırasıyla ona (yaşantı olarak) yakın olanlardır.”[18]
* “Allah kimin hayrını dilerse ona musibet verir.”[19]
İbn-i Teymiyye der ki:
“Yüce Allah kime acı takdir eder ve ona zorluk, sıkıntı ve bela verirse bu onu alçaltmak için değil, bilakis sınamak ve denemek içindir. Bu hususta Allah’a itaat ederse mutlu, isyan ederse bedbaht olur. Nitekim belalar peygamberler ve müminler için saadet sebebi olmuşken, kâfirler ve günahkârlar için de bedbahtlık sebebi olmuştur.”[20]
Bu nakillerden sonra şunu rahatlıkla söyleyebiliriz ki, Allah, kendisine iman eden bir kulu imanı ölçüsünde mutlaka deneyecektir. Kul eğer bu iddiasında samimi ise imtihanı geçecek, samimi değilse imtihanı kaybedecektir. Allah ve Rasulü’nü sevdiğini iddia eden birisi bu sevginin karşılığı olarak başına gelen sıkıntılara sabır göstermelidir. Aksi halde sevgi iddiası geçerli olmayacaktır.
Faruk Furkan
[1] Ebu Dâvut, 4681. Hadis “sahih”tir.
[2] el-Camiu’s-Sağir, 2778. Hadis “sahih”tir.
[3] Şurutu La İlahe İllallah, sf. 71.
[4] Buhari, İman 9; Müslin, İman 70.
[5] Mecmuu’l-Fetâva, 10/267.
[6] Buhari, İman 9; Müslim, İman 67.
[7] Kitabu’z-Zühd ve’r-Rekâik, Abdullah İbn-i Mübarek, 716.
[8] Darimi, 2760.
[9] Şurutu La İlahe İllallah, sf. 72.
[10] İbn-i Kesir, 1/477.
[11] Mecmuu’l-Fetâva, 8/360.
[12] el-Camiu li Ahkâmi’l-Kur’an, İmam Kurtubi, 2/380.
[13] Fi Zilali’l-Kur’an, 2/258.
[14] Teysiru’l-Kerimi’r-Rahman, sf. 111. Daru İbn-i Hazm.
[15] Medaricu’s-Sâlikin, 1/100.
[16] Tirmizi, 2398.
[17] Tirmizi, 2399.
[18] Tirmizi, 2398.
[19] Buhari, Kitabu’l Merda, 1.
[20] Kaidetün fi’l Mahabbeti, sf. 163.