"(Ey Muhammed,) Allah'ı sakın zulmedenlerin yapmakta olduklarından habersiz sanma, onları yalnızca gözlerin dehşetle belireceği bir güne ertelemektedir."(İbrahim - 42)
بسم الله الرحمن الرحيم
Rahmân ve Rahîm Olan Allah’ın Adıyla…
İlim, Allah Teâlâ tarafından insanoğluna bahşedilmiş en büyük nimetlerden birisidir. İnsan, onun sayesinde iyiyi-kötüyü, helali-haramı bilir. İnsanın Allah’a olan inancı onun sayesinde artar. Bu nedenle Kur’an-ı Kerim de “Rabbim ilmimi artır! de”[1] buyrulmuştur. Allah Teâlâ Hz. Peygamberden ilim dışında başka bir şeyin artırılması için dua etmesini istememiştir.[2] Bu da ilmin fazilet ve değerini anlatmak için yeterlidir. Ahmed b. Hanbel: “İnsanın ilme olan ihtiyacı, yeme ve içmeye olan ihtiyacından daha fazladır”[3] diyerek, ilmin insan için asıl ihtiyaçlardan biri olduğunu anlatmaya çalışmıştır.
Ali (radıyallahu anh) der ki:
“İlim maldan daha hayırlıdır. İlim seni korur, sen ise malı korursun. İlim harcandıkça artar, mal ise harcandıkça eksilir.”[4]
Muaz b. Cebel (radıyallahu anh) şöyle der:
“İlim öğrenin. Zira ilmi Allah için öğrenmek haşyettir. Onu talep etmek ibadettir. Mütalaasını yapmak tesbihtir. Araştırmasını yapmak cihattır. İlim, yalnızlıkta en samimi dost, halvet halinde gerçek arkadaştır. Dini öğrenmede rehber, iyi ve kötü günde yardımcıdır…”[5]
İlmin fazilet ve değeri, anlatmakla bitmez. Onu talep edip öğrenmek her Müslüman’ın temel görevlerindendir. Rasûlullah (sallallâhu aleyhi ve selem) şöyle buyurur:
“İlim talep etmek her Müslüman erkeğe ve her Müslüman kadına farzdır.”[6]
Lâ İlâhe İllallâh’ın şartlarından birisi ilimdir. Yani, Allah’tan başka hiç bir ilahın olmadığını, gerçek ilahın O olduğunu, O’nun dışında hiç bir varlığın bu niteliğe müstahak olamayacağını bilmek. Evet, Lâ İlâhe İllallâh’ı bilmek... Bu, aklı olan her Müslümana farz olan ilk şeydir. O, olmaksızın iman sahih olmaz. Lâ İlâhe İllallâh’ı bilmek tevhidin sıhhat şartıdır. Bu şartı yerine getirmeyerek cahil kalan kimse, nasıl olurda Lâ İlâhe İllallâh’a, onun anlam ve muhtevasına, bizden ne istediğine inanabilir ki? Onun anlam ve muhtevasını bilmeyen onu itikat edemez. Onu itikat edemeyende mümin olamaz. Mesele bu kadar önemlidir. Üzerimizdeki atâlet elbisesini çıkarmalı ve bir an önce tevhidi öğrenmeye çalışmalıyız.
İlmin Lâ İlâhe İllallâh’ın şartlarından birisi olduğunun birçok delili vardır. Şimdi tek tek bunları ele alalım. Rabbimiz Muhammed Suresinde şöyle buyurur:
“Bil ki, Allah’tan başka hiç bir (hak) ilah yoktur...” (Muhammed/19)
Rabbimiz bu ayetinde “Bil ki” buyurarak Lâ İlâhe İllallâh’ı öğrenmeyi bizlere farz kılmıştır. Bu farzı terk edenler, şirk bataklığında boğulmaya mahkûmdurlar. Allah Teâlâ, Kur’an-ı Kerim’in Allah’tan başka hiç bir ilahın olmadığını bilmeleri için insanlara açık bir bildiri olduğunu bizlere haber vermektedir.
“İşte bu (Kur’an), kendisiyle uyarılsınlar, Allah’ın ancak bir tek ilah olduğunu bilsinler diye insanlara (gönderilmiş) bir bildiridir.” (İbrahim/52)
Kur’an, insanların uyarılıp inzar edilmesi ve Lâ İlâhe İllallâh’ın iyice anlaşılıp öğrenilmesi için indirilmiştir. Bu ayet gerçektende çok önemli bir ayettir ve üzerinde uzun uzun düşünülmeye değerdir.
Diğer bir ayette de Allah Teâlâ şöyle buyurur:
“Ancak kendileri bilerek hakka şahitlik edenler başka.” (Zuhruf/86)
Bu ayette geçen “hakka şahitlik edenler” den maksat, hâkimiyetin kayıtsız-şartsız Allah’a ait olduğunu bilen ve böylece Lâ İlâhe İllallâh (Allah’tan başka ilah yoktur) diye şahitlikte bulunanlardır.[7]
İmam Müslim’in “sahih” olarak rivayet ettiği bir hadiste Efendimiz (sallallâhu aleyhi ve sellem) şöyle buyurur:
“Kim Lâ İlâhe İllallâh’ı (Allah’tan başka hiç bir ilah olmadığını) bilerek ölürse cennete girer.”[8]
Hz. Peyamber (sallallâhu aleyhi ve sellem), cennete girebilmeyi, Lâ İlâhe İllallâh’ı bilmeye bağlamıştır. Dolayısıyla gerçek manada bir imanın meydana gelebilmesi, ancak bu kelimenin olumlu-olumsuz tüm anlamlarını bilmeye ve nelerin reddedilip nelerin kabul edileceğini öğrenmeye bağlıdır. Hadisin mefhum-u muhalifinden Lâ İlâhe İllallâh’ı bilmeyenlerin cennete giremeyeceği anlaşılır.[9]
Lâ İlâhe İllallâh’ı bilmek, onunla amel etmekten önce gelir. İmam Buharî, Sahîhinde: “İlim, söz ve amelden öncedir” derken bu hakikate vurgu yapmıştır. Tevhid ilmi diğer tüm ilimlerden önce öğrenilmelidir. Bu sahabenin izlediği bir yoldur. Onlar önce tevhidi sonra diğer ilimleri öğreniyorlardı. Bu konuda Cündüb b. Abdillah (radıyallahu anh) der ki:
“Bizler genç iken Rasûlullah ile beraber idik. Kur’an’dan önce imanı (tevhidi) öğrendik. Sonra Kur’an’ı öğrenerek imanımızı artırdık.”[10]
Abdullah İbn-i Ömer (radıyallahu anhuma)’da şöyle der:
“Uzun bir ömür sürdüm. Bizim her birimize Kur’ân’dan önce iman veriliyordu. Sonra öyle insanlar gördüm ki, onlara imandan önce Kur’ân veriliyor, o da Fatiha’dan sonuna kadar onu okuyor, ama ne emrettiğini, neleri yasakladığını ve nelerin bellenmesi gerektiğini bilmiyor.”[11]
Bu gün davetçi konumunda olan nice insan, kendilerini İslam’a çağırdıkları şahıslara imandan, tevhitten ve akideden önce Kur’an’ı ve Kur’an ilimlerini öğretmeye çalışmakta, onlara imanî meseleleri anlatmamaktadırlar. Bu uygulama Allah Rasûlü’nün ashabına öğretilmiş olduğu yönteme aykırıdır. Bu muhalefetten kurtulabilmek için davet yaptığımız kişilere önce imanı ve akideyi anlatmalı, sonrada onları Kur’an’a yönlendirmeliyiz.
Hz. Peygamberin hiç terk etmediği uygulamalardan biride; ashabından bir şahsı İslam’a davet için bir yere gönderdiğinde onları her şeyden önce tevhide davet etmesini emretmesiydi. Tarih, siyer ve hadis kitaplarının tamamı, Allah Rasulü’nün uygulamasının hep bu şekilde olduğunu bildirmektedirler. Buna, Rasûlullah (sallallâhu aleyhi ve sellem)’in Muaz b. Cebel’i Yemen’e gönderilirken söylediği şu ifadeleri örnek olarak gösterebiliriz. Rasûlullah (sallallâhu aleyhi ve sellem) şöyle buyurur:
“Ey Muaz! Şüphesiz ki sen Ehl-i Kitap olan bir topluluğa gidiyorsun. Onları davet edeceğin ilk şey “Lâ İlâhe İllallâh Muhammedün Rasûlullah” şehadeti olsun. Onlar eğer Allah’ı tanırlarsa, Allah’ın gece ve gündüz beş vakit namazı kendilerine farz kıldığını bildir.”[12]
Üstat AbdulMun’im, bu hadisin şerhinde der ki:
“Onlar eğer Allah’ı tanırlarsa…” Yani Allah’ı, isimleri, sıfatları ve özellikleriyle bilir, onlar üzerindeki tevhid ve ibadette birlenme hakkını tanır ve bu konuda sana itaat ederlerse, bundan sonra Allah’ın gece ve gündüz içerisinde kendilerine beş vakit namazı (ve hadiste zikredilen diğer ibadetleri) kendilerine farz kıldığını haber ver. Bu, günümüzdeki birçok davetçinin üzerinde durduğu metot ile çelişmektedir. Sen o davetçilerin insanları halis tevhide çağırmadan ve onlara tevhidin manasını anlatmadan önce namaza, oruca ve zekâta davet ettiklerini görürsün…”[13]
Hadis-i şerifte yer alan “Onlar eğer Allah’ı tanırlarsa” ifadesi önemlidir. Bu, onların tevhide davet edilmelerinden sonradır. Yani onlar Allah’tan başka hiç bir ilah olmadığını bilir ve öğrenirlerse, işte bundan sonra İslam’ın şartları gündeme gelecektir. Lâ İlâhe İllallâh’ı anlamadan onun muhtevasını öğrenmeden İslam’ın amelî meselelerini insanlara aktarmak büyük bir yanlışa kapı aralayacaktır. Çünkü insanlar bu mübarek kelimenin kendilerinden ne istediğini bilmeden namaz, oruç ve hac gibi bir takım ameli meseleleri tatbik ederek kendilerini avutacaklardır. Tevhidin ve şirkin netleşmediği ve açıklık kazanmadığı bir kalpte amelin önemi nedir ki? Böylesi bir kalbin örneği, temeli sağlam zemine yerleştirilmemiş bir evi süslemeye benzer. Sen evi ne kadar süslersen süsle, o ev, temelindeki zafiyetten dolayı ufak bir sallantıda yıkılmaya ve param parça olmaya mahkûmdur. Bu nedenle insanları amelî bir takım davranışlara yönlendirmeden önce tevhide davet etmeliyiz. Tevhid binası sağlam olduktan sonra dilediğin kadar onu süsleyebilirsin.
Lâ İlâhe İllallâh cümlesinin şartlarından birincisi “ilimdir” demiştik. Buradaki ilimden kasıt kalpleri harekete geçirmeyen, sahibine yakinî bir iman kazandırmayan teorik bilgi birikintisi değildir. Bizim ilimden kastımız; sahibinin imanını artıran, dinin yücelmesi için onu harekete geçiren, onu Allah için sevip, Allah için buğzetmeye, Allah için dostluk kurup, Allah için düşmanlık beslemeye sevk eden, tevhid ehline ünsiyet kurdurup, şirk ehline kin beslettiren, tevhidin anlam ve muhtevasını, içerik ve muktezasını fehmettiren, amele ve yaşantıya götüren ilimdir. Sahibini, bu saydığımız olgulara iletmeyen bir ilim, sahibi için, yüktür; onun günah ve cürümünü artırmaktan başka bir işe yaramaz.
“Tevrat’la yükümlü tutulup da onunla amle etmeyenlerin durumu, ciltler dolusu kitap taşıyan eşeğin durumu gibidir.” (Cuma/5)
Bu nedenle öğrendiğimiz ilmin kaynağı Kur’an ve Sünnet olmalı ve bizleri amele sevk etmelidir.
Konuyu tamamlamadan önce sıkça sorulan bir soruya kısaca değinmek istiyorum. Allah’a hiç iman etmeyen ve tevhidin anlamını bilmeyen bir insan İslam’a girmek istediğinde Lâ İlâhe İllallâh’ın tüm anlam ve şartlarını bilmek zorunda mıdır?
Bu soruya kısaca şöyle cevap verilmiştir:
Kişi İslam’a girmek istediğinde Kelim-i tevhidi ikrar etmesi yeterlidir. O anda tevhidin tüm anlam ve şartlarını bilmesi gerekmez. En kısa zamanda üzerine farz olan bu görevi yerine getirmelidir. Kelime-i tevhidi ikrar ettiği andan itibaren kendisini şirke ve küfre düşürecek tüm eylem ve söylemlerden uzak durmalıdır. Bu şartlar çerçevesinde Müslümanlara uygulanan hukuk kendisi içinde cari olur. Önemine binaen bu meseleye Lâ İlâhe İllallâh’ın tüm şartlarını zikrettikten sonra yeniden döneceğiz inşaallah.
Tevhidi Bilmeyen Kimsenin Durumu ve Hükmü
Bu mesele, birçok insanın karıştırdığı ve hataya düştüğü meselelerden birisidir. Kimi insanlar bu mesele hakkında aşırıya kaçarken kimileride olması gerekenin çok gerisinde kalmıştır. Mesele, detayı gerektiren bir içeriğe haiz olduğundan ötürü “cehalet hiç bir şekilde mazeret değildir” demek nasıl yanlışsa “cehalet her halükarda mazerettir” demekte bir o kadar yanlıştır. İfrat ve tefrit sınırlarından kurtulabilmek için vasat çizgiyi yakalamış olan ulemanın tahkikleri çerçevesinde meseleyi ele alarak çözümlemeye ve hakkı bulmaya çalışalım. Her şeyi en iyi bilen Allah’tır.
İslam âlimleri, tevhidi bilmeyen kimseleri iki başlık altında incelemişlerdir.
Aslî kâfirleri de, cehaleti sebebiyle mazur görülenler ve görülmeyenler olmak üzere ikiye ayırmışlardır. Bizde bu taksimatı baz alarak meseleyi izah etmeye çalışacağız.
1 ) Cehaleti Sebebiyle Mazur Görülen Kâfirler:
Bunlar, hiç bir şekilde kendilerine peygamberlerin davet ve tebliğleri ulaşmamış ve onların davetlerini içlerinde bulundukları zor şartlardan dolayı duyma imkânı bulamamış kimselerdir. Böylelerinin ahiretteki konumları ulema arasında tartışılmıştır. Kimileri Rasûlullâh (sallallâhu aleyhi ve sellem)’den nakledilen bazı hadislere dayanarak[14] bunların ahirette yeniden imtihana tabi tutulacağını ve mazur görülmelerinin mümkün olduğunu iddia etmiş, kimileri de ahretin imtihan yeri olmadığını, dünyada iken imtihan işleminin sona erdiğini öne sürerek Allah’a büyük şirk koşan herkesin mutlak anlamda kâfir olacağını ve bunlar arasında dünya ve ahiret ayırımı yapılmayacağını belirtmiştir. Ala külli hal, her iki taifeye göre de böylesi insanlar dünyevî hükümler açısından kesinlikle kâfirdir ve kâfirlere uygulanan muamele tamamıyla kendilerine uygulanır. Yani kendisine davetin ulaşmadığı bir insanın öldüğüne şahit olsak onun cenazesini kılamaz, Müslümanların kabristanına defnedemez ve Müslümanlara uygulanan diğer ahkâmı onlara uygulayamayız. Onlar her ne kadar davete muhatap olamamışlarsa da ahkâm açısından diğer kâfirlerden bir farkları yoktur.
2 ) Cehaleti Sebebiyle Mazur Görülmeyen Kâfirler:
Bunlar, kendilerine davet ulaştığı halde ona aldırış etmeyen davetin doğruluğu veya yanlışlığı hakkında hiç bir çaba harcamayan ve bu uğurda uğraşıp didinmeyen insanlardır. Bunlar cahil olmalarına rağmen mazur görülmezler. Dünyada da ahirette de kâfir olduklarına ve ebedi cehennemi hak ettiklerine hükmedilir. Birinci gruptakilerle tamamen farklıdırlar. Bunlar def etme imkânları olduğu halde içine düşmüş oldukları cehaletten kurtulmaya çalışmamış ve bu sebeple de küfre düşmüşlerdir. Bunlara dünya ve ahirette kâfir muamelesi yapıldığı gibi ebediyen cehennemlik olduklarına hükmedilme noktasında da tereddüt edilmez.
Kendisini İslam’a Nispet Eden Kıble Ehli Kimseler:
İslam âlimleri, İslam’a girdiği halde tevhidin bazı konularını bilmeyerek muhalefete düşen insanları dört kısma ayırmışlardır. Bizim konumuzun medarı da aslında bu insanlardır; zira bir önceki başlıkta incelemeye çalıştığımız aslen kâfir olan insanlar yaşadığımız bölgede pek bulunmamaktadırlar. Varsa da azınlığı teşkil ettikleri için bizi ilk aşamada fazla ilgilendirmemektedirler. Bizi ilgilendiren toplumumuzun genelinde görülen durumdur ki, bu da onların kendilerini İslam’a nispet etmeleridir.
İşte işin kilitlendiği nokta burasıdır. Şimdi onların cehaletleri mazeret midir? Tevhidin aslını bozarak şirke düşenlerin mazeret iddiaları geçerli midir? Ya da birilerinin onları savunma adına ortaya atmış oldukları mazeret eksenli şüphelerin hakikatle uyumu nedir? İşte bu ve benzeri sorular yıllardır bizleri ve İslamî camiayı bir çıkmazın içine sokmuştur. Burada ―asıl konumuz bu olmadığı için― bu sorunu tamamıyla halletmek gibi bir durumumuz yoktur; ama en azından bu noktadaki temelleri hatırlatarak kardeşlerimize bir ışık tutabilmeye gayret göstereceğiz. Şimdi bu dört grubu tek tek ele alalım.
Böyleleri, boşa harcadıkları vaktin çok azını İslam’ı öğrenmeye ve tevhidin hakikatlerini bilmeye ayırsalardı, düşmüş oldukları cehalet bataklığından kurtulurlardı. Onlar cehaleti ilme, sapıklığı hidayete tercih ederek sapıtıp gitmişlerdir. Hâlbuki ilim her halükârda cehaletten daha hayırlıdır. Hz. Ali der ki:
“Beceremediği halde bir kimsenin ilim iddia etmesi ve ilme nispet edildiğinde sevinmesi, ilmin ne kadar şerefli olduğunu anlatmaya yeterlidir. Cahil olduğu halde “ben cahil değilim” diye cehaletten beri olması da cehaletin kötülüğünü kınamak için yeterlidir.” [17]
3. ve 4. Maddede yer alan insanlar arasındaki fark şudur: 3. Maddedekiler hiçbir cehd-ü gayretin içine girmedikleri ve muteber bir tevilde bulunmadıkları için tevhidin füru meselelerinde muhalefete düşmüşler ve günahkâr olmuşlardır. 4. Gruptakiler ise içtihat ederek veya muteber bir tevilde bulunarak muhalefete düşmüşler ve buna binen günahkâr olmaktan kurtulmuşlardır. Onların bu durumu tevhidin fer’i meselelerindendir; aslında değildir. Unutulmamalıdır ki, ihmalkârlık nedeniyle tevhidin aslında muhalefete düşenler günahkâr olmaktan ziyade küfre girerler. Burası çok ince bir noktadır, buna dikkat edilmelidir.
Faruk Furkan
[1] Taha Suresi, 114.
[2] Fethu’l-Bârî, 188./
[3] er-Rasul ve’l-İlm, Yusuf el-Karadavi, sf. 12.
[4] A.g.e. sf. 11.
[5] A.g.e. sf. 11
[6] el-Camiu’s Sağır, 5264. Hadis “hasen” dir.
[7] İslam’a Göre Dost ve Düşman, Said el-Kahtani, 1/38.
[8] Müslim: Kitabu’l İman, 26.
[9] Şurutu La İlahe İllallah, Abdu’l Mun’im Mustafa Halime, sf. 45.
[10] İbn-i Mace, 61. Hadis “sahih”tir.
[11] Hadislerle Müslümanlık, 3/512.
[12] Buhari, Zekât, 1; Zekât, 44.
[13] Şurutu La İlahe İllallah, Abdu’l-Mun’îm Mustafa Halime, sf. 46.
[14] Bu hadislerden bir tanesi şöyledir:
“Dört grup, kıyamet günü (mazur sayılmaları için) delil getirecektir. Bunlardan biri hiç bir şey işitmemiş olan sağırdır. Diğeri ahmak bir adamdır. Öbürü çocuklaşmış ihtiyardır. Sonuncusu ise fetret devrinde ölmüş birisidir. Sağıra gelince: “Rabbim! İslam geldi; ben hiç bir şey işitmedim” der. Ahmak ise: “Ya Rabbi! İslam geldi; ben hiç bir şeyi anlayamadım. Çocuklar bile (deliliğimden dolayı) bana davar pisliği atarlardı” der. İhtiyar: “Ey Rabbim! İslam geldiğinde ben hiç bir şeyi fehmedip anlayamıyordum” der. Fetret devrinde ölen adam ise: “Rabbim! Senin hiç bir peygamberin bana ulaşmadı” der. Sonra Allah Teâlâ kendisine itaat edeceklerine dair onlardan söz alır ve kendilerine “ateşe girin” diye (emreden) bir elçi gönderir. Kim (Allah emrettiği için) o ateşe girerse ateş onun için serin ve selametli olur. Kimde (Allah’ın emrine karşı çıkarak) o ateşe girmezse oraya itilir.” Hadisi, Ahmed b. Hanbel ve İbn-i Hibbân rivaye etmiştir. Hadis “sahih” tir.
[15] Bazı âlimler cehaletin sadece şu üç noktada mazeret olacağını, bunun haricindeki yerlerde ise asla mazeret olmayacağını söylemişlerdir:
1- Şer‘î hitabın ulaşmamış olması.
2- İlme ulaşmanın mümkün olmadığı uzak bir yerde yaşamak.
3- Küfürden yeni kurtulup İslam’a yeni girmiş olmak. Bu, gerçektende hoş bir görüştür.
[16] Ebu Vâkid el-Leys, radıyallaâhu anh der ki: “Rasûlullâh sallallâhu aleyhi ve sellem ile birlikte Huneyn’e çıkmıştık. Biz küfürden yeni uzaklaşmıştık. Müşriklere ait bir sidre ağacı vardı. Onun altında ibadet niyeti ile oturur ve ona silahlarını asarlardı. Ona “zat-u envât” denirdi. Bizde bir sidre ağacının yanından geçtik ve: “Ey Allah’ın Rasûlü! Bize, onların zat-u envâtı gibi bir zat-u envât tayin et!” dedik. Bunun üzerine Nebi sallallâhu aleyhi ve sellem: “Allah’u Ekber! Nefsim elinde olana yemin olsun ki, siz İsrail oğullarının dediği gibi dediniz. Onlar Musa aleyhisselâm’a dediler ki: “Onların sahip olduğu ilah gibi bize de bir ilah yap!” (Araf, 138) Musa aleyhisselâm onlara dedi ki: “Muhakkak ki sizler cahil bir kavimsiniz.” (Sonra Rasûlullâh sallallâhu aleyhi ve selem şöyle dedi:) “Muhakkak ki sizler, sizden önceki Yahudi ve Hıristiyanların yoluna mutlaka uyacaksınız.” (Tirmizi, 2180. Hadis “sahih”tir.)
[17] “Medaricu’s-Salikîn”, 1/470.