“Ey iman edenler! Allah’ı çokça zikredin. Ve onu sabah, akşam tesbîh edin” (Ahzab-41,42)
بسم الله الرحمن الرحيم
Rahmân ve Rahîm Olan Allah’ın Adıyla…
Geçen sayfalarda ulûhiyet tevhidinin, rububiyet tevhidini kapsadığını ve ulûhiyetin asıl, rububiyetin ise ondan bir fer’ olduğunu beyan etmiştik. Bu esasa binaen Lâ İlâhe İllallâh cümlesini anlamlandırmaya ve ona ulûhiyeti ve rububiyeti kapsayan genel bir mana vermeye çalışacağız. Şimdi tek tek bu manaları zikretmeye geçelim.
Tüm canlıları yarattığı gibi insanoğlunu da yaratarak vâr eden Allah’tır. O’ndan başka hiç bir yaratıcı yoktur. Yüce Allah şöyle buyurur:
“Allah’tan başka bir yaratıcı var mıdır?” (Fâtır/3.)
“O Allah ki yaratandır.” (Haşr/24)
“O Allah her şeyin yaratıcısıdır.” (En’am/102)
Her şeyin sahibi Allah’tır. Mülk O’nundur. Yerde ve gökte var olan şeylerin hepsi O’nun mülkündedir. Yüce Allah şöyle buyurur:
“Göklerin, yerin ve ikisi arasındakilerin mülkü, Allah’ındır.” (Âli İmran/189)
“İşte Allah; Rabbiniz O’dur. Mülk sadece O’nundur.” (Zümer/6)
“Mülk elinde olan Allah ne yücedir!” (Mülk/1)
Yaratan ve mülk sahibi O olduğuna göre, yarattıklarını rızıklandıranın da O olması gerekir. Allah Teâlâ şöyle buyurur:
“Yeryüzünde hiç bir canlı yoktur ki, onun rızkı Allah’a ait olmasın.” (Hûd/6)
“Allah’tan başka ibadet ettikleriniz var ya onlar size bir rızık vermeye güç yetiremezler. O halde rızkı Allah katında arayın.” (Ankebut/17)
Gerek insan olsun gerekse başka varlıklar, hiç kimsenin Allah’ın izni olmaksızın fayda veya zarar vermesi söz konusu değildir. Faydayı ve zararı veren Allah’tır. Başa gelen musibetler veya elde edilen güzel şeyler sadece Allah’ın dilemesi iledir. Allah Teâlâ şöyle buyurur:
“Eğer Allah sana bir sıkıntı dokundurursa O’ndan başka hiçbir kimse gideremez. Şâyet sana bir hayır dilerse O’nun lutfunu geri çevirecek hiç kimse yoktur. O bunu kullarından dilediğine eriştirir. O Gafurdur, Rahimdir.” (Yunus/107)
Canlılara hayat veren ve her verdiği hayatı sona erdiren O’dur. O’nun dışındaki varlıkların ―diğer hususlarda olduğu gibi― bu noktada hiç bir söz hakkı yoktur. Dilediğini vâr eden, dilediğinin hayatını noktalayan sadece Allah’tır. Bunun aksini ancak Nemrut gibi aptal birisi iddia edebilir. Yüce Allah şöyle buyurur:
“Allah kendisine hükümdarlık verdi diye Rabbi hakkında İbrahim ile mücadele edeni görmedin mi? Hani İbrahim: “Benim Rabbim dirilten ve öldürendir” deyince, O: “Bende diriltir ve öldürürüm” demişti. İbrahim: “Muhakkak ki Allah güneşi doğudan getiriyor. Haydi, sende onu batıdan getir ” deyince o kâfir şaşırıp kalmıştı. Allah zalimler topluluğuna hidayet etmez.” (Bakara/258)
“Dirilten ve öldüren O’dur.” (Duhan/8)
“Dirilten ve öldüren hiç şüphesiz biziz biz!” (Hicr/23)
İnsanoğlu bir sıkıntıya maruz kaldığında veya arzuladığı bir şeyin gerçeklemesi için ellerini kaldırıp kendinden yüce bir varlığa dua eder. Bu varlık ya Allah’tır ya da başkaları. Eğer dua edilen zât Allah ise ortada tevhid, Allah’tan başkası ise ortada şirk vardır. Tarihte müşahede edilmiş şirk türlerinin en yaygınlarından birisi budur. Yani Allah’tan başkalarından yardım isteme, dua ve niyazlarını onlara sunma... Mümin bir kul duasını Allah’tan başkasına etmediği için, ettiği duaya O’ndan başkasının da icabet edemeyeceğini bilir. Yüce Allah şöyle buyurur:
“Rabbiniz şöyle buyurdu: “Bana dua edin size karşılık vereyim.” (Mü’min/60)
“O’ndan başka dua ettikleri onlara hiç bir şeyle karşılık veremezler.” (Ra’d/14)
Korku, insanoğlunun fıtratında vardır. Bu korku kimi zaman onu yüceltirken kimi zaman da en alçak mertebelere düşürür. Korkunun türleri vardır.
Bizim burada anlatmak istediğimiz, gizliden gizliye korkulması gerekenin Allah olduğudur. Her hangi bir insanın korkusu eğer bizleri farzları terk etmeye ya da Allah’ın yasaklamış olduğu fiilleri irtikâp etmeye sevk ediyorsa, o zaman biz onu, korkuda Allah’a denk tutmuş oluruz. İnsan; fıtratı gereği birilerinden çekinip korkabilir ama onun bu korkusu Allah’ın emir ve yasaklarını çiğneyeme sevk etmemelidir. Eğer sevk ediyorsa, işte o şirktir. Yüce Allah kendisinden korkulması gerektiğini şöyle dile getirir:
“İnsanlardan korkmayın; (yalnız) benden korkun.” (Maide/44)
“Yalnız benden korkun.” (Bakara/40)
“İşte şeytan, sizi dostlarıyla korkutuyor. Onlardan korkmayın, benden korkun.” (Âl-i İmran/175)
Tevekkül, izin verilen sebepleri yerine getirerek faydalı bir şeyi elde etme veya zararlı olanı def etme hususunda bir varlığa dayanıp güvenmektir. Mü’minler yalnız Allah’a tevekkül ederken, kâfirler O’ndan başkalarına tevekkül ederler. Yüce Allah şöyle buyurur:
“Eğer mü’minseniz yalnız Allah’a tevekkül edin.” (Maide/23)
“Mü’minler yalnızca Allah’a tevekkül etsinler.” (Mücadele/10)
İslam, insan hayatını tanzim etmek için Allah’ın gönderdiği bir dindir. Allah, dini vasıtasıyla kullarının hayatına müdahale eder. Kimi şeyleri onlara serbest bırakırken kimi şeyleri de onlara yasaklar. İşte bu mutlak egemenliktir. Bu noktada Allah’tan başkasının söz hakkı olamaz, olmamalıdır. Eğer birileri Allah’tan başkalarına da yasaklama ve serbest bırakma hakkı verir ise, onları Allah’a ortak tutuyor demektir ki Allah böylesi bir cürümü asla affetmez. Çünkü böylesi bir amelin İslam dininde tek bir adı vardır o da “şirk” tir. Yüce Allah şöyle buyurur:
“Şüphesiz ki Allah kendisine şirk koşulmasını affetmez. Ondan başkasını (şirkin dışındaki günahları) ise dilediği kimseler için bağışlar.” (Nisa/48)
Lâ İlâhe İllallâh cümlesinin en belirgin manasından biri ―belki de en önceliklisi― Allah’tan başka hiç kimsenin mutlak hâkim ve müşerri’ olmamasıdır. Hakiki müşerri’ O’dur. Hayata O karışır. O’nun dışında hiç bir varlığın hayata müdahale hakkı yoktur. O’nun haram, dediği haram; helal, dediği helaldir. O’nun belirlemiş olduğu şeylere aksi hükümler vermek sureti ile helal veya haram demek, ulûhiyetin en bariz sıfatında O’nunla mücadele etmek demektir ki; bu, şirkin en büyüğüdür. Bu meseleyi büyük İslam şehidi Seyyid Kutup şu müthiş örneklendirmesiyle çok güzel izah etmiştir:
“İslam madeni bir paraya benzer. Bir yüzünde Lâ İlâhe İllallâh (Allah’tan başka ilah yoktur) yazılıdır, diğer yüzünde ise idare Allah’ın şeriatıyladır yazılıdır. Bu iki yüzü birbirinden ayırmak mümkün değildir. Allah’ın şeriatı ile idare edilme Lâ İlâhe İllallâh’ın bir parçasıdır. Bu itibarla Allah’ın şeriatıyla sevk ve idare edilmek Allah’ı birlemenin bir bölümüdür. Bu nedenle Allah’ın şeriatı dışındaki her hangi bir rejimle idare edilmeyi isteyen, Lâ İlâhe İllallâh kavramını bozmuş ve İslam’dan çıkmış olur.”
Allah’ın izin vermediği konularda kanunlar çıkarmak veya yasalar tertibetmek insanı şirke götüren amellerdendir. Allah Teâlâ şöyle buyurur:
“Yoksa onların Allah’ın izin vermediği şeyleri kendilerine şeriat yapan (kanun ve hüküm koyan, Allah’a şirk koştukları) ortakları mı vardır?” (Şûra/21)
Ayetin ifadeleri o kadar açık, hükümleri o kadar nettir ki, başka söz söylemeye gerek yoktur:
İslam da mutlak anlamda helal ve haram çizgilerini belirleyen Allah’tır. Rasûlullah (sallallâhu aleyhi ve sellem)’in bile Allah’ın bu mutlak hâkimiyetinde yetkisi yoktur. Onun bu konudaki yetkisi, Allah’ın belirlediği orandadır. Yani O bile Allah’ın izin vermediği şeyler helal ya da haram yapamaz. Bir şeyin yapılıp yapılmayacağına nihaî kararı veren yalnız ve yalnız Allah’tır. Bu gün yeryüzünde Allah’ın gasp edilen en bariz hakkı budur. Devletler O’nun bu yetkisine el koymakta, dilediklerini yasak, dilediklerini ise serbest bırakmaktadırlar. Onlar için bir şeyin Allah katında yasak veya serbest olmasının hiç bir değeri yoktur. Onlar için esas olan menfaatleridir. Mesela Allah’ın dinide içki, kumar, faiz, zina vb. fiiller yasaktır. Ama İslam ile hükmetmeyen devletlerde bu tür ameller bizzat devlet eli ile icra edilmektedir. Yani onlar için bu ve benzeri fiillerin Allah nezdinde yasak olmasının hiçbir önemi yoktur. Çünkü onlar kendi zanlarınca mutlak egemendirler. Dilediklerini yasak dilediklerini serbest bırakırlar. Ya da Allah’ın dininde yönetim şekli Kur’an ve Sünnet’e dayalı olmalıdır, başörtüsü farzdır, Kur’an ahkâmının tatbik edilmesi gereklidir. Fakat bu devletlere göre bu tür şeyler gericiliktir, yobazlıktır, köhnemiş kanunların tatbikidir. Onlar bu davranışları ile Allah’la açıkça sınır mücadelesi yapmakta, Allah’ın verdiği hükmün aksine hüküm vermek sureti ile O’nunla adeta hudut yarışına girmektedirler. Yüce Allah şöyle buyurur:
“Hâlâ bilmezler mi ki, kim Allah’a ve Rasülüne karşı sınır mücadelesine kalkışırsa (Allah ve Rasulünün koyduğu kanunlara karşı kanun koyarsa) ona, içinde ebedi kalacağı cehennem ateşi vardır. En büyük rüsvaylık işte budur.” (Tevbe/63)
Kişi ancak kâfir olduğu zaman cehennemde ebedi kalır. Onların cehennemde ebedi kalmaları, kendilerinin kâfir olduğundan ötürüdür. Dolayısıyla Allah’ın hükümlerini bir tarafa atarak kanunlar yapmak, O’nun gönderdiği kitabın aksine yasalar çıkarmak ve bu şekilde Allah ile sınır yarışına girmek insanı ebedi cehenneme sokan şirk amellerindendir.
Serbest bırakma ve yasak kılma yetkisinin veya daha orijinal bir ifadeyle helal ve haram belirleme yetkisinin kime ait olacağı noktasında bazı nakillerde bulunmanın yararlı olacağını düşünüyoruz.
Günümüzün en popüler fıkıhçılarından biri olan Hayrettin Karaman, helal ve haram kılma yetkisinin yalnız Allah’a ait olduğunu belirttikten sonra şöyle der:
“Sıfat ve mevkileri ne olursa olsun hiç bir kulun helal (serbest bırakma) ve haram kılma (yasaklama) salâhiyeti yoktur; bu salâhiyet yalnızca Allah Teâlâ’ya mahsustur.[2]
Eski Diyanet İşleri Başkanı Ali Bardakoğlu, Hz. Peygamber’in bile müstakil olarak helal-haram belirleme yetkisine sahip olmadığını, O’nun hadislerinin Allah’ın hüküm ve iradesini beyan etmekten ibaret olduğunu belirterek şöyle der:
“Haram ve gayri meşru, dini bir kavram olup bunu tayinde sadece Allah’ın tasarrufunda olan bir konudur.”[3]
Türkiye Diyanet Vakfının hazırlamış olduğu İslam Ansiklopedisinde de şöyle geçer:
“Haramı (ve helali) belirleme hak ve yetkisi yalnızca Allah’a aittir... Kesin olarak yasaklanmış veya serbest bırakılmış fiiller bizzat Allah tarafından belirlenmiş ve bu yetki sadece O’na tahsis edilmiştir...”[4]
İlahiyat profesörü Doç. Dr. Fahrettin Atar der ki:
“Hiç şüphesiz vacip, haram gibi hükümlerin bir hâkimi (kanun koyucusu) vardır. Bu hükümleri vaz’ eden, Şari’ Teâlâ’dır. Kur’an’ı Kerim’de bazı ayetler, Cenâb-ı Hakk’ın hüküm koyucu olduğunu göstermektedir. Müslümanlar bu hususta icmâ halindedirler. Akıl dahi, Cenâb-ı Hakk’ın kanun koyucu olduğunu kabul etmektedir...”
Kitabının ilerleyen satırlarında şöyle devam eder:
“...Bu esasa göre Allah’tan başka hüküm koyacak bir makam yoktur.”[5]
Yapmış olduğu usulü fıkıh çalışmasıyla büyük beğeni toplayan Hasan Karakaya, kitabında “Hâkimiyet ve Kanun Koyma” başlığı altında şunları söyler:
“Egemenlikle kanun koyma yetkisi arasında büyük bir bağlantı bulunmaktadır. Herhangi bir ülke veya bölgeye hâkim olduğu kabul edilen güç, oranın hayat sistemini belirler ve bu sistem de yasa kabul edilir. Cahili topluluklarda, hâkimiyetin insana ait olduğu düşüncesi egemen olduğundan, kişilerin yaşam sistemlerini belirleyen kanunları, ya bir diktatör tağut veya halkın temsilcileri sayılan parlamenter tâğutlar tayin ederler. İslam’da ise, kanun koyma yetkisi, sadece Allah Teâlâ’ya aittir. Çünkü İslâm hukuku dini bir hukuktur. İlahi vahye dayanır. Bu dine göre hâkimiyet (egemenlik) kayıtsız şartsız Allah’ındır. Egemenlik Allah’ın dışında her hangi bir yaratığa ne tümüyle, ne de bölünerek kısmen devredilebilir. Bu husus İslam’da ittifak konusudur. Bütün Müslümanlar, gerçekte hâkimiyetin yalnızca Allah’a ait olduğu ve Allah’ın dışında her hangi bir aciz yaratığın Allah’a has olan bu sıfata sahip olmadığı, bu itibarla kanun koyma yetkisinin de yalnız Allah’a ait olduğu hususunda icma etmişlerdir.”[6]
Prof. Dr. Zekiyyüddin Şaban der ki:
“Bütün İslam bilginleri “Hâkim”in Allah Teâlâ olduğu hususunda fikir birliği içindedirler. Buna göre, hükümlerin yegâne menşei O’dur. Allah’ın koyduğu hükümlerin dışında hüküm, Allah’ın gönderdiği din dışında din yoktur.”[7]
Abdülkerim Zeydan kitabının ikinci bölümünde “el-hâkim” başlığı altında şunları kaydeder:
“Hâkim (yani hükmün kendisinden çıktığı varlık) yalnız Allah’tır. Hüküm O’nun verdiği hüküm, teşri’ O’nun ortaya koyduğu teşri’dir. Kur’an buna işaret etmektedir. Müslümanlar bu hususta icma’ etmiştir... Bu esasa binaen Allah’ın indirdiğinden başka bir şeyle hükmetmek küfürdür. Çünkü Allah’ın dışında hüküm çıkaracak bir merci yoktur.”[8]
“İslam Hukukunda Ahkâmın Değişmesi” adlı eserinde Prof. Dr. Mehmet Erdoğan şöyle der:
“Helal ve Haram kılma yetkisini sadece Allah’a tanıyan Kur’an bu yetkiyi kendisinde görenleri tanrılık iddiasında bulunmakla nitelemiş; haramı helal, helali de haram kılmayı şirkle eş tutmuştur…”[9]
Yusuf el-Karadavi’nin şu cümlelerini de aktararak, helal ve haram kılma yetkisinin sadece Allah’a has olduğunu ifade eden nakillere son vermek istiyorum. O, “İslam’da Helâl ve Haram” adlı eserinde şöyle der:
“İslam, helâl ve haram kılma yetkisini sınırlandırmış, halkın nazarında veya Allah katında dereceleri ne olursa olsun bu yetkiyi insanların elinden almış ve onu yalnız Allah’ın hakkı olarak kabul etmiştir…” “…Gerçekten helâli haram kılmak şirkin eşidir.”[10]
Bu mevzudaki nakilleri yazmaya ne kalemler kifayet eder nede satırlar! Allah’ın tek başına mutlak hâkimiyet sahibi olduğunu tüm ulema en açık ifadelerle dile getirmiştir. Yaşantı ve hayat tarzları aksi doğrultuda olmasına rağmen çağdaş ilim adamları bile, bu hakikatin karşısında sus pus olmuşlar ve kitaplarını “Allah’ın hükümranlıkta tek, kanun koymada eşsiz” olduğunu ifade eden cümlelerle doldurmuşlardır. Evet, Allah kanun koymada tektir. O’nun eşi, benzeri, dengi ve muadili yoktur; olmamıştır ve olmayacaktır. O’nun ile bu noktada çekişen insanlar, yeryüzünün en kâfir varlıklarıdır. Egemenlik hakkını Allah’ın elinden almaya kalkışmaları sebebiyle yeryüzünün en büyük gaspçıları yine onlardır.
Helal ve haram kılma yetkisinin sadece Allah’a ait olduğunu ve teşri’ (kanun koyma) görevinin başkasına devredilemeyeceğini belirttikten sonra bu işe kalkışanların hükmünün ne olduğunu Kur’an-ı Kerim’den öğrenmeye çalışalım. Rabbimiz Tevbe Suresinde şöyle buyurur:
“Gerçek şu ki, Allah katında ayların sayısı, gökleri ve yeri yarattığı günden beri Allah’ın kitabında on ikidir. Bunlardan dördü haram aylardır. İşte dosdoğru olan hesap (din) budur. Öyleyse bunlarda kendinize zulmetmeyin ve onların sizlerle topluca savaşması gibi siz de müşriklerle topluca savaşın. Ve bilin ki Allah, takva sahipleriyle beraberdir. Haram ayları ertelemek, ancak küfürde ileri gitmektir. Bununla ancak kâfir olanlar saptırılırlar. Allah’ın haram kıldığının sayısını tamamlamak için, onu bir yıl helal sayarlar, bir yıl da haram sayarlar. Böylece Allah’ın haram kıldığını helal kılmış olurlar.” (Tevbe/36-37)
Allah Teâlâ gökleri ve yeri yarattığından bu yana insanoğlu için 12 ay belirlemiştir. Bu olaylardan dördü haram aylardır ki, bu ayların içinde savaşmak, kan dökmek, saldırmak, vuruşmak ve her türlü kötülük haram kılınmıştır Bu ayların üçü ard arda, biri ise ayrı olarak gelmektedir. Bu ayların isimleri
Zilkade,
Zilhicce,
Muharrem ve
Recep’tir.
Kameri ay sıralamasında Zilkade on birinci, Zilhicce on ikinci, Muharrem birinci, Recep ise yedinci aydır. Cahiliye döneminde bir kısım Araplar geçimlerini soygunculuk ve yağma ile temin ediyorlardı. Yine Araplar arasında sık sık kan davaları ve iç harpler meydana gelirdi. Kameri ayların üç tanesinin peş peşe gelmesinden dolayı vurgunculuk, soygunculuk ve benzeri işlerden el etek çekmek zorunda kalıyorlardı. Bu ise onlara çok zor geliyordu. Bunun önüne geçmek için haram ayların yerini değiştirdiler. Bu değiştirme işini ise şöyle yapıyorlardı: Örneğin savaş halinde iken Recep ayı girerse onu helal sayıyorlar ve haramlığını Şaban ayına tehir ediyorlardı. Böyle bir durum Muharrem ayında vuku bulursa onu Safer ayına ertelerlerdi. Böylece o yıl Muharrem ve Recep yerine Şaban ve Safer ayları haram aylardan sayılmış oluyordu. İşte Rabbimiz böyle bir uygulamanın “küfürde ileri gitmek” anlamına geldiğini veya farklı bir tercüme ile “katmerli bir küfür” olduğunu ifade etmiştir. Bu ayetle alakalı olarak “Tahkîmu’l-Kavanîn Şerhi” adlı kitapta şöyle denilmektedir:
“Allah Teâlâ, Araplara dört ayda savaşmayı haram kılmıştı. Araplar ise kendi isteklerine göre işlerine gelince, Allah’ın haram kıldığı ayların yerlerini değiştirip, haram ayları kendileri için helal sayarak o aylarda savaşıyorlardı. Allah Teâlâ bu ayette de haram kıldığı ayların ne şekilde ve ne sebeple olursa olsun helal kılınmasını küfürde bir artış olarak isimlendirmektedir. Dikkat edilirse burada haram aylarda savaşmanın küfür olduğu söylenmemiş, bilakis Allah’ın haram kıldığı ayların helalleştirilmesini yani, Allah Teâlâ’nın şeriatının değiştirilmesinin küfür olduğu vurgulanmıştır. Allah Teâlâ’nın haram kıldığı bir ayı başka bir ayla değiştirmek ve onu helal olarak telakki etmek küfürde bir artış olduğuna göre, Allah’ın indirdiği esasları tamamen iptal edip yerine beşeri kaynaklı kanunları ikame etmenin, Allah’ın emirlerine düşmanca kanun ve yasaklar çıkarmanın, Allah’ın haram kıldığı, şeytanın ameli olan birçok fiili helal kılmanın hükmü, küfrün son mertebesi değil midir acaba? Bu ayetin tefsirinde Kurtubî şöyle demektedir:
“Bu, Arapların çeşitli küfür türlerini kendilerinde toplamakla birlikte, yaptıkları böyle bir işin mahiyetini de açıklamaktadır. Böylelikle helal ve haram kılma yetkisinin kendi ellerinde olduğu iddiasında bulunmuş ve arzularının doğrultusunda kanaat belirterek, kendiliklerinden dinle olmayan böyle bir uygulamayı ortaya koymuşlardır. Bunun sonucu olarak da, Allah’ın haram kıldığı bir şeyi helal kılmışlardır. Oysa müşrikler hoş görmese dahi Allah’ın hükümlerini hiç kimse değiştiremez.”
İbn-i Hazm, bu ayete dair şunları söylemektedir:
“Kur’an’ın indiği Arapça dilinin gereği olarak, bir şeyin fazlasının o şeyin cinsinden olması gerekmektedir. Bu ayette “küfürde ileri gitmektir” lafzı, haram ayların yerlerini değiştirmenin küfür olduğunu göstermektedir. Bu ayların yerlerini değiştirmek bir ameldir ve Allah’ın haram kıldığını helal kılmaktır. Bu sebeple her kim Allah’ın haram kıldığını bildiği bir meseleyi helal yaparsa kâfir olur.”[11]
Aktardığımız ayetten ve o ayete ilişkin ulemanın görüşlerinden anlaşıldığına göre, Allah’ın yasakladığı şeyleri serbest, serbest bıraktığı veya emrettiği şeyleri de yasak kılmak küfürdür. Bu yetkiyi kendisinde gören insanların Ebu Cehil’den ve benzeri müşrik önderlerden hiç bir farkı yoktur. Allah’ın bu yetkisini gasp eden insanların hükmünü ortaya koyduktan sonra onlara itaat ederek destek verenlerin ve Allah’ın dışında helal-haram belirleyen mercilere ön ayak olanların durumunu ayet, hadis ve âlimlerin görüşleri çerçevesinde ele alalım. Rabbimiz Kur’an-ı Kerim’de şöyle buyurur:
“Onlar (Yahudi ve Hıristiyanlar) Allah’ı bırakıp âlimlerini, rahiplerini ve Meryem oğlu Mesih’i Rabler edindiler. Hâlbuki onlar bir tek ilâha ibadet etmekle emrolunmuşlardı. O’ndan başka ilah yoktur. O, onların şirk koştukları her şeyden münezzehtir.” (Tevbe/ 31)
Bu ayet hakkında Rasûlullah (sallallâhu aleyhi ve selem) ile Adiyy İbn-i Hatim arasında hemen hemen tüm tefsir kitaplarının yer verdiği önemli bir konuşma geçmektedir. Olayı bizzat kendisinden dinlemek için sözü Adiyy İbn-i Hatim’e bırakalım. Adiyy anlatır:
Boynumda altından bir haç olduğu halde Rasûlullah (sallallâhu aleyhi ve sellem)’in yanına geldim. Bana:
― “Ey Adiyy! Şu putu boynundan at!” buyurdu. Derken ben, Tevbe Suresinin 31. ayetini okurken O’nu işittim ve:
― “Ama onlar âlimlerine ve rahiplerine ibadet etmiyorlar ki” dedim. Bunun üzerine Rasûlullah (sallallâhu aleyhi ve sellem):
― “Hayır, Onlar helal olan bir şeyi haram, haram olan bir şeyi de helal kılıyorlar da onlarda onlara itaat ediyor. İşte bu onların âlim ve rahiplerine olan ibadetleridir” buyurdu.[12]
Adiyy İbn-i Hatim ibadetin sadece, namaz, rukû, secde ve benzeri şeylere has olduğunu zannetmişti. Rasûlullah (sallallâhu aleyhi ve sellem) ise ona ibadet için sadece bu tür şeyleri yapmalarının gerekli olmadığını, ibadetin daha kapsamlı bir anlama sahip olduğunu, helal ve haram kıldıkları şeylerde ve icât edip ortaya attıkları meselelerde onlara kayıtsız şartsız itaat etmenin ibadet olduğunu fehmettirmiştir. Çünkü kanun koyma ve helal-haram belirleme yetkisi Rab olmanın haklarından birisidir...”[13]
Şehit Seyyid Kutup der ki:
“Yahudi ve Hıristiyanlar, ulûhiyetlerine inanmak veya kulluk vecibelerini onlara takdim etmek gibi bir mana ile âlim ve rahiplerini Rab edinmiş değillerdi... Bununla beraber Allah-u Teâlâ bunları şirk ve küfürle tavsif buyuruyor. Çünkü onlar, dini emirleri alim ve rahiplerden alıyor, onlardan aldıkları emirlere itaat ediyor ve tabiî oluyorlardı.. İbadet ve itikat bir tarafa sadece bu bile, failini müşrik yapmaya kâfidir. Allah’a ortak koşmak; sadece teşri’ hakkını Allah’tan başkalarına vermekle tahakkuk eder. Allah’ın ulûhiyeti inancında ve O’na kulluk vecibelerinin takdiminde ortak koşulmasa dahi, teşriî hakkının başkasına verilmesi, bir insanı müşrik yapmaya kâfidir… İnsanlar, Allah’ın şeraitinden başka bir şeriate tabiî olurlarsa; her ne kadar davaları iman olsa dahi, imanları asla kabul edilmeyen ve müşrik olarak tavsif edilen Yahudi ve Hıristiyanlar hakkında söylenen söz, onlar hakkında da geçerli olur.”[14]
Üstat Abdullah Azam, Tevbe suresinin bu ayetine yaptığı tefsirde şu önemli maddelere yer verir:
Allah’ın hükümlerini hiçe sayarak kanun ve yasalar çıkaranların hükmünü belirttikten sonra, onların küfründe şüpheye düşen insanlara şu örnekleri verir:
“Lâ İlâhe İllallâh diyen, namaz kılan ve oruç tutan bir kimse Allah’ın kanunlarının dışında başka kanunlar koyduğu veya o kanunlarla hükmettiği zaman onun kâfir olacağı konusunda endişe eden zihinlere şu misali veririz; “Akşam namazı dört rekâttır” diyen bir kimsenin hükmü nedir? Şüphesiz bu kimse kâfirdir İslam dininden çıkmıştır. Herhangi bir Müslüman bu kimsenin küfründe şüphe eder mi? İşte “Akşam namazı dört rekâttır” diyen kimse ile “Hırsızın cezası iki ay hapistir” diyen kimse arasında hiçbir fark yoktur. Çünkü her iki emir de yüce Rab tarafından buyrulmuştur ve bu Yüce Allah’ın indirdiği hükümleri değiştirmektedir.
Şöyle diyen kimsenin hükmü nedir; “Vallahi ben İslâm’ı seviyorum, İslam’ın hükümlerine göre yaşamayı ve İslam’ın kanunlarıyla muhakeme olunmayı istiyorum, ancak Pazar günü Hıristiyanların kilisesine gidip ibadet edeceğim.”
Bu kimse Müslüman mıdır, yoksa Hıristiyan mıdır? Bu kimse İslam’dan çıkmış mıdır, çıkmamış mıdır? Bu kimse her gün namaz kılmaktadır. Sadece Pazar günü kiliseye gitmektedir. Pazar günü kiliseye gidip ibadet edenle Allah’ın kanunlarının dışındaki başka kanunlarla hükmeden veya yargılanmak isteyen kimsenin arasında hiçbir fark yoktur.
Benim bu konudaki görüşlerimin özeti budur. Peygamber (sallallâhu aleyhi ve sellem)’in “Onlar hahamlarını, papazlarını ve Meryem oğlu Mesih’i Allah’tan başka rabler edindiler” âyet-i kerimesini açıklarken buyurduğu şu hadis-i şerif bu meseleyi açıklığa kavuşturmaktadır. “Onlar (hahamlar ve papazlar) kendilerine uyanlara haramları helal kılıyorlardı, helalleri de haram kılıyorlardı. Onlar da bu görüşlerinde papazlara uyuyorlardı. İşte onların bu davranışları papaz ve hahamlara tapmak ve onları rabler edinmektir.” Görüldüğü gibi Allah’ın dinini değiştirenlere itaat, onlara ibadet etme ve onları rabler edinme kabul edilmiştir. Bu hususu üstat Seyyid Kutup şu ayeti tefsir ederken açık bir şekilde ortaya koyuyor.
“Kesilirken üzerlerine Allah’ın adı zikredilmeyen hayvanları yemeyin. Bunu yapmak Allah’ın yolundan çıkmaktır. Şüphesiz ki şeytanlar sizinle mücadele etmeleri için dostlarına fısıldarlar. Eğer onlara uyarsanız muhakkak Allah’a ortak koşanlar olursunuz.” (En’am/121)
“Puta tapanların müşrik olduğuna hükmeden, tağutun kanunlarıyla muhakeme olunmak isteyene ise müşrik olarak hükmetmeyen ve birini tekfir ederken diğerlerini tekfirden kaçınanlar Kur’an okumamaktadırlar. Bunlar Kur’an’ı indirildiği şekilde okusunlar. Allah’ın kelamını ciddiyetle ele alsınlar. Âyetin “Eğer onlara uyarsanız muhakkak Allah’a ortak koşanlar olursunuz” bölümünü çok iyi düşünsünler. Diğer yandan; “Onlar Allah’ı bırakıp hahamlarını, rahiplerini ve Meryemoğlu İsa Mesih’i kendilerine rabler edinmişler.” (Tevbe 31) ayetini anlamaya çalışsınlar.[16]
Bu hususta İmam Zeccac’ın şu müthiş yorumunu nakletmeden geçemeyeceğim. O, der ki:
“Bu ifadede, Allah’ın haram kıldıklarından birini helal veya helal kıldıklarından birini haram kabul eden her insanın, müşrik olduğuna bir delil vardır. Çünkü Allah Teâlâ, kendisi dışında başka bir hâkim (kanun koyan) kabul edeni müşrik saymıştır. İşte şirk budur.”[17]
Bir sonraki sayfada ayetle alakalı olarak şunları söyler:
“Bir önceki bölümde hâkimiyetten (egemenlik, kanun koyma) yasama ve yetkiden bahsettik. Çünkü kanun koyan, yasamada bulunan bir kimse ilahlık iddia ediyor demektir. Ve bu kimseyi razı olarak itaat eden her kimsede bu kanun koyana ibadet ediyor, ona kulluk ediyor, ona tapıyor demektir. Kanun koyan kimse İslam’dan çıkmıştır. Bu kanunlara isteyerek itaat eden ve koyduğu kanunlara razı olan kimse de İslam’dan çıkmıştır. Aziz ve Celil olan şanı yüce Allah heva ve heveslerinden helal ve haram tespit eden rahip ve hahamlara itaat eden kimselerle Hıristiyanların Meryem oğlu İsa ile koşmuş oldukları şirki eşit kılmıştır. Yüce Allah bunu şu buyruğuyla ilan etmiştir; “Onlar, Allah’ı bırakıp hahamlarını, rahiplerini ve Meryem’in oğlu İsa Mesih’i kendilerine rehber edinmişlerdir.”
Her iki hususta şirktir. Allah’ın kanunlarının dışındaki kanunlara itaatte şirktir, İsa Mesih’e ibadet de şirktir.[18]
Helal ve Haram Kılmanın Şekilleri
Bir şeyi helal ve haram kılmanın veya bir şeyi serbest ve yasak addetmenin üç sureti/şekli vardır.
Şimdi hal ve tavır ile helal ve haram kılma nasıl olur bunun bir örneğini zikredelim: Berâ İbn-i Âzib (radıyallahu anh) der ki: “Dayımla karşılaştım. Beraberinde bir bayrak vardı. Ona
― ‘Nereye gidiyorsun’ dedim. O:
― ‘Rasûlullah (sallallâhu aleyhi ve selem) beni, babasının karısı (üvey annesi) ile evlenen bir adama gönderdi ve onun boynunu vurmamı ve malını almamı emretti’ dedi”[19]
Ahmed b. Hanbel’in “Müsned” adlı eserinde: “O adama hiçbir şey sormadılar, onunla hiçbir şey konuşmadılar” diye bir ziyade vardır.
Bu hadis, konuyu izah etme açısından oldukça önemlidir. Zira hadiste öldürülmesi emredilen adam sadece bir haram işlemiştir. Acaba neden öldürülmüştür? Haram işleyen birisi öldürülür mü? Şimdi bu hadisin fıkhına inelim ve adamın neden öldürüldüğünün sebebini arayalım.
Adam İslam âlimlerinin bildirdiğine göre üvey annesi ile evlenmeyi kendisine helal saymıştı. Ama bunu dili ile ifade etmemişti. Yani “ben annemle evlenmeyi caiz görüyorum” dememişti. Buna rağmen Efendimiz onu öldürttü. Sebebi ise, işlediği bu haramı “hal ve tavırlarıyla” meşrulaştırmış olmasıydı. Üvey anne ile evlenilmeyeceği Allah Teâlâ’nın kesin bir yasağıdır. “Babalarınızın evlendiği kadınlarla evlenmeyin.” (Nisa, 22) Buna rağmen adam annesi ile evlenmiş ve adeta bu haramı hiçe saymıştır. O, bu hali ile Allah’ın bu haramını helalleştirdiğinden dolayı öldürülmüş ve Müsned’de yer alan ifadeye göre tevbeye davet edilmemiş ve ona “Arkadaş! Sen üvey annenle evlenmişsin, ama bunu helal görerek mi yapıyorsun, yoksa haram görerek mi?” denmemiştir. Adamın boynu vurulmuş ve malı ganimet olarak alınmıştır.
İmam Taberî der ki:
“Adamın üvey annesini nikâhlaması, Rabbinden getirdiği şeyler hususunda Rasûlullah (sallallâhu aleyhi ve selem)’i yalanladığının ve Kur’an’da yer alan muhkem bir ayeti inkâr ettiğinin açık bir delilidir. Böyle yapan bir kimse ―eğer (önceleri) Müslüman olduğunu ortaya koymuş birisi ise― İslam’dan irtidat etmiştir. Bundan dolayı Rasûlullah (sallallâhu aleyhi ve selem) onun öldürülmesini ve boynunun vurulmasını emretmiştir. Çünkü bu, mürtet olanlar hakkında Onun takip ettiği bir yoldu…”[20]
İmam Tahâvî der ki:
“Üvey annesi ile evlenen o adam, yaptığı bu ameli cahiliye devrindeki gibi helal görerek yapmıştı. Adam bu ameli ile mürtet oldu. Bundan dolayı Rasûlullah (sallallâhu aleyhi ve selem) ona mürtetlere uygulanan hükmün aynısının uygulanmasını emretti.”[21]
Adamın malının ganimet olarak alınması da onunun “mürtet” olduğunun başka bir delilidir.
İmam Tahâvî der ki:
“Rasûlullah (sallallâhu aleyhi ve selem)’in o adamın malının alınmasını emretmiş olması, o kişinin, bu evliliği nedeniyle mürtet ve muharip bir kimse olduğuna ve mürtet oluşu dolayısıyla da öldürülmesi gerektiğine bir delildir.”[22]
Özetleyecek olursak, bu adam üvey anasıyla evlenerek Allah’ın haram kılmış olduğu bir ameli helal kabul etmişti. Adamın yaptığı bu işi helal gördüğünün en önemli karinesi “fiili” idi. Üvey annesi ile fiilen nikâh akdi yapması, onun bu işi caiz gördüğünün en büyük delili kabul edilmiş ve kendisine “Sen bu ameli helal görerek mi yaptın?” şeklinde bir soru da sorulmamıştır. Çünkü üstte de belirttiğimiz gibi bazı ameller vardır ki, onları işleyen bir kimse -her ne kadar dili ile itiraf etmese de- davranışı ile onları helal gördüğünü kabul etmiş olur. Bu nedenle de kendisine “Sen bunları helal kabul ederek mi yaptın” şeklinde soru sorulmaz.
İşte Berâ hadisinde geçen adamın durumu da böyle idi. Amelinin küfre delaleti kesin olduğu için kendisine helal görüp-görmediği sorulmamıştı. Bu amelinden dolayı dinden çıkmış ve bu davranışı haramı helal sayma olarak değerlendirilerek boynunun vurulmasına karar verilmişti.[23]
Gelelim günümüze… Bu gün kendilerini İslam’a nispet eden bazı yöneticiler Allah’ın haram kıldığı şeyleri ―dilleri ile inandıklarını iddia etseler de― hal ve tavırlarıyla serbest bir hale getirmekte ve çıkarmış oldukları yasalarla onları meşrulaştırmaktadırlar. Onların bu hali hadiste zikri geçen adamın hali gibidir. Yani onlarda hal ve tavırları ile haramları helalleştirmektedirler. Bu gün nice gafil insana “Onlar Allah’ın haramlarını helalleştiriyorlar” dediğinde sana itiraz eder ve “Hayır arkadaş! Hiç onlar harama helal diyor mu?” diyerek seni susturmaya çalışır. Hâlbuki haramı helalleştirmek sadece dil ile olan bir şey değildir. Bazen hal ve tavırlar da haramı helal saymanın birer göstergesi olabilir.[24]
Önemli Bir Soru
Konumuzu sonlandırmadan önce üstat Abdulmun‘im’e sorulan bir soruyu buraya aktarmak istiyorum.
Soru: Devletin faizli bankalara izin vermesi, çalışmalarına müsamaha göstermesi, buna ses çıkarmaması, onları koruması, malî krizlerde onları desteklemesi acaba faizi helal kabul etme olarak değerlendirilebilir mi?
Cevap: Hamd âlemlerin Rabbi olan Allah’a mahsustur. Faizli bankaların faize dayalı muamele etmesine müsaade eden kanunlar çıkarıldığında faiz yasak kabul edildikten sonra o bankalar için mubah hale getirilmiş olur.[25] Bu işlem ―her ne kadar sahipleri tarafından dilleri ile kabul edilmese de― helal kabul etmenin (istihlâlin) ta kendisidir. Bilinmelidir ki, bazen lisan-ı hal (fiil) lisan-ı mekalden (sözden) daha sarihtir. Allah en iyisini bilir.[26]
[1] İman ve Tavır, sf. 222 vd.
[2] Günlük Hayatımızda Helaller ve Haramlar, sf. 22. İz Yayıncılık. (Not): Kitaplarında haram ve helal kılma yetkisinin yalnızca Allah’a ait olduğunu belirten müellif, maalesef vakıada aksi bir porte çizmekte ve Allah’ın dışında helal haram sınırlarını belirleyen insanlara destek verilmesi gerektiğini her fırsatta dile getirmektedir. Bu durum günümüz müelliflerinin birçoğu için geçerlidir. Yazdıkları başka, inandıkları başka!
[3] İslam da İnanç, İbadet ve Günlük Yaşayış Ansiklopedisi, 2/689.
[4] Diyanet İslam Ansiklopedisi, 16/102,103.
[5] Fıkıh Usulü, Fahrettin Atar, Marmara İlahiyat Yayınları, sf. 105.
[6] Fıkıh Usûlü, Hasan Karakaya, sf. 19. Buruc. Yayınları.
[7] İslam Hukuk İlminin Esasları, Zekiyyüddin Şaban, sf. 273. Diyanet Yayınları.
[8] El - Veciz fi Usuli’l Fıkh, sf. 69. Müessesetü’r- Risale baskısı.
[9] İslam Hukukunda Ahkâmın Değişmesi, sf. 130. Marmara İlahiyat Yayınları.
[10] İslam’da Helal ve Haram, sf. 28 – 32. Hilal Yayınları.
[11] Bkz: Hâkimiyet Methumu Tahkimu’l Kavanin Şerhi, sf. 43, 44. Kurtubi’nin ve İbn-i Hazm’ın sözleri için bkz: el-Camiu li Ahkâmi’l Kur’an, c. 8. Sf. 225; el-Fasl, c. 3, sf. 245.
[12] Tirmizî, 3095; İbn-i Kesir, 2/459.
[13] es-Sünnetû ve’l-Bid’atü, Yusuf el -Karadâvî, sf. 31. Müessesetü’r Risale baskısı.
[14] Fî Zilâli’l-Kur’an, 7/264 vd.
[15] Cihat Dersleri, 1/295. Buruç Yayınları.
[16] A.g.e. sf: 297,298.
[17] Bkz: et-Tefsiru’l-Kebir, Fahreddin er-Razi, 10/152. Huzur Yayınları.
[18] Cihat Dersleri, 1/299.
[19] Ebu Davut, 4457; Tirmizi, 1326.
[20] Bu nakli Abdulaziz b. Muhammed’in kaleme aldığı “el-Hukmu bi Ğayri ma Enzelallah” adlı eserden iktibas ettik. Bkz. sf. 37.
[21] “Şerhu Me‘âni’l-Âsâr”, 5/45.
[22] A.g.e. sf. 47.
[23] Burada şöyle bir örnek verebiliriz: Bir kimse Kur’an’ı, ―Kur’an olduğunu bilerek― çöplüğe atsa ona “Sen bunu helal görerek mi atıyorsun yoksa haram görerek mi?” şeklinde bir soru sorulmaz; zira adamın bu ameli onu helal kabul ettiğinin ve Kur’an’ı hafife aldığının açık bir göstergesidir.
[24] Bu konu hakkında ne zaman söz söylemişsem etrafımda ki kardeşlerin bazılarından mutlaka bir tepki almışımdır. Meselelere Ehl-i Sünnet perspektifinden baktıkları için onların tepkisini normal karşılıyorum. Malum olduğu üzere Ehl-i Sünnete göre bir insan helal görmediği sürece işlemiş olduğu haramlardan dolayı dinden çıkmış sayılmaz. Berâ hadisinde ki kişide aslında bir haram işlemiştir. Şimdi onun mürtet olduğunu söylemek acaba Ehl-i Sünnet çizgisi ile ne kadar bağdaşmaktadır? Bu soru çok yerinde olmakla birlikte aslında dikkat edilmeden sorulmuş bir sorudur. Kişi zikri geçen hadisleri birazcık düşünmüş olsa bu soruya gereken cevabı bulur ve aslında ortada herhangi bir çelişkinin olmadığını rahatlıkla anlayabilirdi. Biz, “Bu adam mürtet olmuştur” derken aslında Ehl-i Sünnete muhalif bir cümle söylemiş olmuyoruz. Elbette ki dinden çıkartmayan günahlarda istihlâl şartı arıyor ve haram işleyen birisine helal görmediği sürece kâfir hükmü vermiyoruz. Hadiste zikri geçen adam da aslında yaptığı ameli helal kabul etmişti. Ama helal gördüğünü dili ile değil ameli ile ortaya koymuştu. İşte bu noktayı kaçıran bazı kardeşlerimiz mezkûr hadisi ilk etapta Ehl-i Sünnetin temel kurallarına tersmiş gibi değerlendiriyor sonrada hadisi inkâr etmeye kalkışıyorlar. Bu hatalı bir yaklaşım olup nasslar karşısında asla olmaması gereken bir tavırdır. Oysa hadis Ehl-i Sünnetin temel kurallarına aykırı olmak şöyle dursun onların bu ilkesini tamamıyla desteklemektedir. Buraya dikkat etmek gerekir, zira çok ince bir noktadır!
[25] Bu fetvaya cevap veren Şeyh Arap olduğu için böylesi bir ifade kullanıyor. Malum olduğu üzere Arap devletlerinin birçoğunda ―her ne kadar hakikati olmasa da― gerek faiz gerekse diğer haramlar resmi olarak yasaktır. Bu nedenle Arap devletlerinin faizi serbest bırakabilmeleri için bunu kanunsal yollarla halletmeleri gerekmektedir. Nitekim önceleri resmen yasak olan faiz bu gün çıkardıkları yasalarla serbest bırakılmıştır. İşte bu nedenle Şeyh, böylesi bir ifade kullanmıştır.
[26] “Kava‘id fi’t-Tekfîr”, 200.