“Rabbiniz buyurdu ki: Bana dua edin, duânıza icabet edeyim. Bana kulluk etmeyi kibirlerine yediremeyenler aşağılanmış bir hâlde cehenneme gireceklerdir.” (Mümin, 60)
بسم الله الرحمن الرحيم
Rahmân ve Rahîm Olan Allah’ın Adıyla…
Konumuza öncelikle “mani” kelimesinin izahı ile giriş yapacağız. Bilindiği üzere “Mani” kavramı Usûl-u Fıkıh ilminin konularından birisidir. Usûl ilminde hükümler teklifî ve vad‘î olmak üzere iki başlık altında incelenmiştir.
Bunlar, “namaz kıl” gibi mükelleften yapması istenen emirler, “yetimin malını yeme” gibi mükelleften kaçınması istenen yasaklar ve “yemek yemede serbestsin” gibi mükellefin muhayyer bırakıldığı mubahlardır.
Bunlar ise, teklifî hükümlerin bağlı oldukları sebepler, şartlar ve bunlara engel olan manilerdir. Mesela, Ramazan orucunun başlangıç ve bitişinin hilalin görülmesi sebebine bağlı olması, namazın sıhhatinin abdest şartına bağlı olması ve dinden çıkmanın mirasa engel olması, vaz‘î hükümlerdendir.[1]
Taksimattan da anlaşılacağı üzere vadî hükümler üç tanedir:
1- Sebep
2- Şart
3- Mani.
Biz burada bu hükümlerin sonuncusu olan mani kavramını izah edecek ve bundan sonra da asıl konumuza geçiş yapacağız.
Mani lügatte “İki şey arasına giren, engel olan” demektir. Usûl ilminin ıstılahında ise “Varlığından hükmün yokluğu gereken şeydir”[2] şeklinde tarif edilmiştir.
Bunu şöyle bir örnekle izah etmemiz mümkündür: Nisap miktarı mala sahip olan bir kimseye asıl itibariyle zekât vermek farzdır. Ama böyle bir kimsenin aynı zamanda bu miktarı yetersiz kılacak kadar borcu varsa o zaman bu borç onun zekât vermesine engeldir; o farziyeti ondan düşürür. Yani borç zekâta manidir.
Bunu gibi, şüphe cezanın infazına, babalık kısasın uygulanmasına, din farklılığı mirasa hep engeldir. Bir engelin bulunması sonucu hükmün tatbiki söz konusu olamaz. Konumuz olan tekfir meselesinde de biraz sonra detayını vereceğimiz engellerden birinin bulunması halinde tekfir hükmünün o kişiye ilhak edilmesi caiz değildir; çünkü ortada bir mani söz konusudur. Bir mani söz konusu olduğunda hükmün icrası kendiliğinden düşer. Mesela kendi ihtiyarı ile küfür sözü söyleyen bir kimse tüm ulemaya göre kâfir olur. Kadı böylesi birisinin mürtet olduğuna hüküm verir ve gerekenin yapılmasına hükmeder. Bu bir hükümdür. Ancak kişi küfür kelimesini kendi tercihiyle değil de silah zoruyla ikrah altında söylediğini ispat ederse o zaman iş farklı bir boyut alır ve kadı böylesi bir engel nedeniyle o kişiye riddet ahkâmının icra edilmesine müsaade etmez.
Sonuç olarak; bir insan şer‘î bir engel çerçevesinde küfrü gerektiren bir söz söyler ve ya bir amel işlerse o zaman bu irtidat ahkâmının kendisine icra edilmesine engel olur; ancak müteaddit yerlerde de değindiğimiz gibi eğer her hangi bir şer‘î mani olmaksızın bir insan küfrü mucip söz söyler veya böylesi bir amelde bulunursa o zaman kendisine riddet ahkâmı uygulanır ve ortaya atmış olduğu gerekçelere itibar edilmez. İtibar ancak şer‘î manileredir.
Bu girişten sonra tekfirin engellerini veciz bir şekilde tek tek ele alalım.
1-) İkrah
Tarifi: İkrahın lügat manası; bir kimseyi istemediği bir sözü söylemeye veya bir işi yapmaya zorlamaktır. Istılahî manası ise; Bir kimseyi korkutmak veya tehdit etmek suretiyle rızası olmaksızın serbest kaldığında razı olmayacağı ve istemeyeceği bir sözü söylemeye veya bir işi yapmaya haksız yere zorlamaktır. Zorlayan kimseye “Mükrih”, zorlanan kimseye de “Mükreh” denir.
İkrah, tekfirin diğer engelleri arasında en güçlü delile sahiptir; zira bu engelin delili bizzat ayet ile sabittir. Rabbimiz şöyle buyurur:
“Kalbi iman üzere sabit ve bununla mutmain olduğu halde, -ikrâha uğratılanlar müstesna olmak üzere- kim imanından sonra Allah’a karşı küfre sapar ve küfre göğüs açarsa işte onların üstünde Allah'tan bir gazap vardır ve büyük azap onlarındır.” (Nahl,106)
Bu ayetin açık ifadesinden ikraha maruz kalan kimselerin kalpleri mutmain olduğu halde küfre düşüren söz ve amelleri işlemelerine ruhsat verildiği anlaşılmaktadır. Bilindiği üzere bu ayet müfessirlerin ittifakı ile Ammar b. Yasir'in, ailesinin işkence ile öldürülmesi ve kendisine de aşırı işkence yapılmasından sonra kâfirlerden istedikleri sözü söylemesi üzerine inmiştir. Bu durum Rasûlullâh sallallâhu aleyhi ve sellem’e arz edilince Rasûlullâh sallallâhu aleyhi ve sellem Ammar’a “Kalbin nasıl?” diye sormuş o “Kalbim iman ile doludur” şeklinde cevap verince “Bir daha aynı şeyi yapacak olurlarsa sen de aynısını yap” demiştir.[3]
Bu konu hakkında Rasûlullâh sallallâhu aleyhi ve sellem’den şu hadis nakledilmiştir:
“Şüphesiz Allah, ümmetimden hata, unutma ve üzerine zorlandıkları (ikrah altında bırakıldıkları) şeyin hükmünü kaldırmıştır”[4]
İkrah hali nasla sabit olması hasebiyle tüm İslam âlimleri arasında ittifaken tekfirin engellerinden bir engel kabul edilmesine karşın şartları üzerinde ihtilaflar olmuştur. Ve hatta tekfirin engelleri arasında şartları üzerine en çok ihtilaf edilen konu ikrah halidir. Bu noktada kaynaklara baktığımız zaman çok farklı görüşleri bulmak mümkündür.[5]
İkrah tehdit edilen cezanın kişiye fiilen uygulanmış veya uygulanmamış olması bakımından, maddi ikrah ve manevi ikrah diye iki kısma ayrılmaktadır.
Bu kısımda, tehdit edilen kişinin dövülmesi, boğazının sıkılması, bacağının bükülmesi gibi, bir kısım işkencelerin fiilen yapılmış olması gereklidir. Sadece tehdit etmek, maddi ikrah değildir.
Bu kısımda ise, mecbur edilen kişiye sadece tehdit yapılır. Fiilen işkence görmüş olması şart değildir.
Fıkıh âlimleri, ruhsata sebep olacak ikrahın hangisi olması gerektiği hususunda iki kısma ayrılmışlardır:
a. İmam Ebu Hanife, Şafiî ve Malik'e göre manevi ikrah ruhsatın tahakkuku için yeterlidir. Bunlara göre ruhsata neden olacak ikrahın gerçekleşmesi için bir kısım işkencelerin fiilen yapılması şart değildir. Bunlar görüşlerini şu delillere dayandırmışlardır:
Umumiyetle zorlamalar, “seni öldürürüm”, “sana sopa atarım”, “sana işkence ederim” şeklindeki tehditlerle yapılır. Fiilen yapılıp bitmiş olan işkenceler ise, artık kaçınmayı gerektirmeyen ve korku kaynağı olmaktan çıkan şeylerdir. Zira sıkıştırılan kişiyi korkuya salan asıl sebep, derhal yapılacağı bildirilen bir kısım tehditlerdir. İşte bunun içindir ki, tehdit edilen kişinin, tehlikelerden kurtulması için bazı yasakları işlemesine ruhsat verilmiştir. Tehlikeleri atlatan bir insanın artık böyle bir hakkı yoktur.
Kendisine fiilen işkence yapılan kişi, kendisinden istenileni yapmadığı takdirde yeniden işkencelere maruz kalacağına zannı galiple kanaat getirirse veya böyle bir tehditle karşı karşıya kalırsa, bu da hiç işkence görmemiş olan ve sadece tehdit edilen insan gibi, ikrahtan kaynaklanan ruhsatlardan istifade edebilir.
b. İmam Ahmed b. Hanbel’den ise, iki görüş rivayet edilmektedir: Birinci görüşe göre, ruhsata yol açacak ikrah maddi ikrahtır. İkinci görüşe göre ise, manevi ikrahın da yeterli olacağı şeklindedir. Daha sonra da izah edileceği gibi, Hanbelî mezhebi âlimlerinden olan İbn-i Kudâme bu son görüşü tercih etmektedir.[6]
İkrahın Mahiyeti Hakkında Mezheplerin Görüşleri
Mezheb âlimleri de ikrahın mahiyeti hakkında çeşitli izahlar yapmışlardır. Bu izahları şöylece özetlemek mümkündür:
1-) Hanefi Mezhebi
Hanefi âlimleri ikrahı tam ve eksik (mülci ve gayr-i mülci) şeklinde ikiye ayırmışlardır.
Tam İkrah/İkrah-ı Mülci
Bu, zorlanan kimsenin öldürme, sakat bırakma ve ölüme yol açacak şekilde aç bırakma gibi ağır bir zarara neden olacak şeylerle tehdit edilmesi suretinde olur. Böylesi bir ikrah, sahibinden rızayı kaldır, tercih hakkını yok eder. Bu nedenle bu tür bir tehditle karşı karşıya kalan kimse tam ikraha muhataptır.
Tam İkrahın Hükmü
Hanefilere göre, tam ikraha maruz kalan kişinin dört şey hariç her türlü sözü söylemesine ve her çeşit İşi yapmasına ruhsat vardır. Tam ikrahın bulunmasına rağmen yapılmasına ruhsat bulunmayan dört iş ise şunlardır: Bir müslümanı öldürmek, erkeğin zina etmesi, anne ve babayı dövmek ve bir müslümanın herhangi bir azasını koparmak veya onu ölüme götürecek derecede dövmek.[7]
Eksik İkrah/İkrah-ı Gayri Mülci
Bu da zorlanan kimsenin kısa süreli hapis, dayak, mal itlafı gibi ikinci derece ağırlıkta zarara neden olacak şeylerle tehdit edilmesi ile olur.
Eksik İkrahın Hükmü
Hanefilere göre, eksik ikraha maruz kalan kişinin ruhsatlardan istifade etmesi oldukça sınırlıdır. Çoğu hallerde azimeti seçmek zorundadır. Bu tür ikrahla karşı karşıya kalan insan, bütün yaptıklarından sorumludur. Ancak kadın olduğu halde eksik ikrahla zinaya zorlanır da, zinaya teslim olursa kendisine, zina cezası uygulanmaz veya bir insan eksik ikrahla içki içerse ona içki içme cezası tatbik edilmez. Bir de tarafların hem ittifaklarını hem de rızalarını gerektiren alış-veriş, kira, bağış ve benzeri muameleler, eksik ikrahla yapılsa dahi fasittir.[8]
2-) Şafiî mezhebi
Cebredilen kişiden kişiye değişeceği gibi zorla yaptırılması istenilen işten işe de farklı olabilir. Genellikle kişiyi ağır bir şekilde dövme veya uzun zaman hapsetme yahut malını imha etme ile tehdit etmek, ikrahtır. Bununla beraber şahsiyetli insanları hafif bir şekilde dövmek veya hapsetmek yahut darlık içinde olan bir insanın az bir malını imha etmek ikrah sayılır. Kısaca aklıselim sahibi bir insanın, tehdit edilen cezaya katlanmaktansa, kendisinden yapılması zorla istenilen işi yapmayı tercih ettiği her yerde ikrah mevcuttur. Şafii mezhebine göre, ikrah ne olursa olsun şu iki şeyi yapmaya ruhsat yoktur:
1- Bir Müslümanı öldürmek. Şayet cebredilen kendi canını kurtarmak için böyle bir suçu işlerse, bir görüşe göre kısas edilir. Diğerine göre ise kısas edilmez. Fakat günahkâr olur.
2- Zina etmek. Şayet tehdit edilen kişi bu hayâsızlığı yaparsa, tehdit şüphesi olduğu için zina cezasına çarptırılmaz. Zina edenin erkek veya kadın olması Şafii mezhebine göre hükmü değiştirmez.
3-) Malikî Mezhebi
Bir insanı korkutmak veya bağlamak yahut dövmek veya hapsetmek ikrahtır. İmam Malik’e göre, dövmede veya hapsetmede belli bir sayı söz konusu değildir. Dövmenin elem verici olması, hapsetmenin mağdura sıkıntı vermesi kâfidir. Herhangi bir şekilde cebredilene şiddetli bir acı vermek veya organını şiddetli bir şekilde ağrıtmak ikrahtır. Kişinin helak olacağından korkması şart değildir.
Maliki mezhebine göre deiİkrah ne olursa olsun şu iki şeyi yapmaya ruhsat yoktur:
1- Tehdit sebebiyle başka bir insanı öldürmek veya döverek yahut benzeri şeyler yaparak şahsiyetini çiğnemek. Böyle bir imtihana düşenin canını verme pahasına da olsa sabretmesi gerekir.
2- Zina etmek. Şayet erkek zina ederse cezalandırılır, kadın zina ederse cezanın düşürülmesi gerekir.
4-) Hanbelî Mezhebi
İmam Ahmed b. Hanbel’den nakledilen meşhur görüşe göre, sadece tehdit ikrahın gerçekleşmesi için yetmez. Zorlanılan kişinin dövülmesi veya boğazının sıkılması yahut bacağının bükülmesi veya kafasının suya sokulması gibi bir işkenceye fiilen maruz kalması şart koşulmuştur. Zira müşrikler Hz. Ammar’a, suya sokma gibi, işkenceler yaptıktan sonra Ammar, onların istediğini söylemiş ve serbest bırakılmış, Rasûlullâh sallallâhu aleyhi ve sellem de bu davranışı tasvip etmiştir. Keza Hz. Ömer, ikrahı tarif ederken “Bir insanı aç bırakırsan veya döversen yahut bağlarsan artık o kişi güven içinde değildir” buyurmuştur. Hz. Ömer'in söylediği şeyler fiilen yapılan işkencelerdir. Tehdit değildir.
İmam Ahmed’den nakledilen ikinci bir görüşe göre ise, tehditler de ikrahtan sayılmıştır. Bu görüşü İmam Ahmed’den İbn-i Mansur nakletmekte ve İmam Ahmed’in şöyle söylediğini bildirmektedir: “İkrah, kişinin öldürülmesinden veya ağır bir şekilde dövülmesinden korkması halinde gerçekleşir.”
Hanbelî mezhebine mensup olan âlimlerden İbn-i Kudâme, bu son görüşü tercih ederek diyor ki: “Fıkıh âlimlerinin çoğunluğu bu görüştedir. Ebu Hanife ve Şafiî de bu görüştedirler. Zira ikrah, aslında tehditle gerçekleşir. Çünkü yapılmış olan işkenceler, kişiyi kendinden istenilen şeyi yapmaya zorlayamaz. Zira İşkenceler artık bitmiştir. Hâlbuki insanı bir şeyi yapmaya zorlayan etken, onun gelecekte uğratılmasından korktuğu işkencelerdir. Birinci görüş kabul edilirse, ölümle tehdit edilen kişiye ruhsat verilmez. Tehdit uygulanır da mağdur ölürse, arlık bundan sonra ona ruhsat tanınmasının ne değeri kalır. Ayrıca Hz. Ömer’in, tehditle hanımını boşayan adama tekrar karısını iade ettiği rivayet edilmektedir. Bu da sadece tehdidin ikrah sayıldığını gösterir. Hanbelî mezhebine göre, ağır bir şekilde dövmek, uzun vadeli hapsetmek veya bağlı tutmak, cana kıymak ikrah sayılmış, buna mukabil sövmek, az miktarda mal almak ikrah sayılmamıştır.
Zarar vermek ise, aldırış etmeyen insan için ikrah sayılmamış, fakat -az da olsa- zararla kederlenecek veya teşhir edilecek bir insan için ikrah sayılmıştır.[9]
Burada görüşlerin bu şekilde muhtelif olmasının sebebi kanaatimizce konuya dair Kur’an ve Sünnetten gelen nassların umum ifade etmesi ve bu durumu tahsis edecek başka bir delilin de bulunmamasıdır. Zira Kuran’a baktığımız zaman konu hakkında gelen ayet “... Baskı altında zorlanan hariç...” şeklinde tamamen umumi bir ifade taşımaktadırlar. Yine Rasûlullâh’ın “Ümmetimden işlemek üzere zorlandıkları şeyin sorumluluğu kaldırılmıştır"[10] hadisi de konu hakkında detaylı bir bilgi vermemektedir. Âlimlerin konu üzerindeki muhtelif görüşleri ise, kesinlikle nass esaslı olmayıp tamamen fıkıh usulünün maslahat, seddu’z-zerâi ya da mekâsıdu’ş-şerîa gibi temel ilkelerinden çıkartılmıştır. Konunun girişinde de belirttiğimiz gibi her ne kadar şartları üzerinde birçok ihtilaf da yaşansa ikrah hali tekfirin muteber engellerinden bir tanesidir.[11]
İkrahta Söz İle Fiil Arasında Fark Var mıdır?
İslam âlimlerinden kimisi bu konuda söz ile fiil arasını ayırırken kimisi de bu ayırımı kabul etmemiş ve ikrahın hem söz hem de fiil ile gerçekleşebileceğini öne sürmüşlerdir. Asıl itibariyle bu görüş hem daha doğru hem de ayetin umumuna daha uygundur. İmam Şevkânî Kurtubî’den naklen şöyle der:
“Hasan-ı Basrî, Evzâî, Şafiî ve Suhnûn ikrahın ancak söz ile olacağını, Allah’tan başkasına secde etmek gibi fiilî durumlarda ikrah olmayacağını söylemişlerdir. Ancak ayetin zahiri bu görüşü reddeder. Ayetin zahiri umum ifade etmektedir ve söz ile fiil arasında bir fark gözetmemektedir. Ayeti sadece söze hasredenlerin hiçbir delilleri yoktur. Usûl ilminde kesinlik kazandığı üzere lafız umumî olarak gelirse sebebin hususî olmasına itibar edilmez.”[12]
İbn-i Hacer de bu görüşü cumhurun görüşü olarak nakletmiş ve ikrahta söz ile fiil arasında bir ayırımın olmayacağını, ancak fiillerde nefsi katletmek gibi şeylerin istisna tutulacağını belirtmiştir.[13]
Sonuç olarak ikrahta söz ile fiil arasında ayırım yapmak delilsiz söz söylemekten başka bir şey değildir. En sahih olan görüş ayetinde umumunun işaret ettiği gibi bu konuda bir ayırıma gitmemektir.
İkrahın Gerçekleşebilmesi İçin Gereken Şartlar
İbn-i Hacer ikrahın gerçekleşebilmesi için bir takım şartların tahakkuk etmesini şart koşmuştur. Bu şartlar şu şekildedir:
1-) İkrahı gerçekleştiren kimsenin (mükrihin) tehdit etmiş olduğu şeyi gerçekleştirmeye güç yetirebilir olması ve zorlanan kimsenin (mükrehin) bunu def etmekten aciz olması,
2-) Zorlanan kimsenin kendisinden istenilen şeyi yapmadığı zaman zorlayanın söylediğini yapacağına dair zannı galip taşıması,
3-) Zorlayanın tehdit ettiği şeyin fevren/hemen yapacak olması, eğer zorlayan kimse “şayet şunu yapmazsan yarın seni döveceğim” dese o zaman bu söze muhatap olan ikrah altında sayılmaz,
4-) Zorlanan kimsenin zorlandığı şeyi tercihiyle yaptığına dair bir tavır sergilememesi.[14]
Burada ikrahın fevrî olması hususunda şöyle bir noktaya temas etmemiz uygun olacaktır. İkrahta asıl olan elbette fevrîliktir yani hemen olmasıdır. Tehdit edilen şeyin ileriki dönemlerde gerçekleştirileceği söyleniyorsa o zaman bunun ikrah kapsamına sokulmaması gerekmektedir. Ancak burada bazı âlimlerinde işaret ettiği gibi şöyle bir ayırıma dikkat etmek gerekir; eğer zorlayan kimse tehdidini çok kısa bir zaman sonra gerçekleştireceğini söylüyor ve prensip olarak da söylediğini yapıyorsa o zaman ikrahın fevrî olması şart değildir.
Burada şu hatırlatmayı yapmakta fayda vardır: Kişi eğer kendisinden istenilen şeyden biraz daha fazlasını yaparsa bu onun rızasına delalet eder. Örneğin; zorlayan kimse, ikraha maruz kalan kişiden Rasûlullâh sallallâhu aleyhi ve sellem’e sövmesini istese, adam Rasûlullâh sallallâhu aleyhi ve sellem’e sövmenin yanı sıra kurtulabilmek için buna birde Kur’an’a sövmeyi eklese, bu durumda kişinin yapmış olduğu bu ilave onun kendi tercihi kabul edilir ve tüm ulemaya göre kâfir olur; çünkü onun bu yaptığı zorlama olmaksızın kendi ihtiyarıyla gerçekleşmiştir.
Son olarak birde şu hususa dikkat etmek gerekir: Kişi ikraha maruz kaldığı zaman kendisini zorlayan kimsenin istediği küfrü mucip lafızları tariz/kinaye yoluyla söylemelidir. İmam Kurtubî der ki:
“Tahkik ehli âlimler şöyle demişlerdir: İkraha maruz kalmış bir kimse, küfrü gerektiren sözler söyleyecek olursa, bunu tarizli/kinayeli[15] ifadelerden başka bir üslupla söylemesi caiz değildir. Çünkü kinayeli ifadeler kullanmak suretiyle yalandan kaçıp kurtulma imkânı vardır. Bu şekilde söylenmeyecek olursa, kişi kâfir olur. Çünkü zorlamanın kinayeli ifadeler üzerinde herhangi bir etkisi yoktur.”[16]
Buna şöyle bir örnek verebiliriz: Mesela zorlayan kimse senden Nebi sallallâhu aleyhi ve sellem’e sövmeni istese, sen “Nebi” kelimesinin sonuna şeddeli bir ya ilave ederek “nebiyy” demelisin. Bu şekilde manayı bozmuş ve anlamı değiştirmiş olursun. Karşındaki adam senin bununla Rasûlullâh sallallâhu aleyhi ve sellem’i kastettiğini zannedecek, hakikatte ise sen bununla başka bir mana kastetmiş olacaksın. Şöyle ki: “Nebi” lafzı Arapçada peygamber anlamına gelmektedir, ama sonuna şeddeli bir ya harfi ilave edilerek “nebiyy” şeklinde okunduğunda “yüksek yer” manasına dönüşmektedir. Dolayısıyla sen bu sayede peygambere değil yüksek bir yere sövmüş olursun. Bu, tabii ki Arapçayla alakalı bir örnektir. Sen buradan hareketle kendi dilinde de bunu uygulamalısın.
Bir Hatırlatma
Burada hemen yanlış anlaşılan bir konuya temas edelim. Bilindiği üzere korku ile ikrah birbirinden farklı şeylerdir. Bazıları bu iki nevi birbirine karıştırmakta ve korkuyu da ikrah kapsamında değerlendirmektedir. Tüm âlimlere göre mücerret korku ikrah değildir. Bu gün maaşlarının kesilmesinden korkarak kâfirlerin kendilerinden istemiş olduğu küfre düşürücü sözleri söyleyen ve fiilleri işleyenlerin ikrah iddiaları muteber değildir. Mal, makam ve koltuk sevdası bizleri dinimizden taviz vermeye sevk etmemelidir. Böylesi bir pozisyonda olanlar Allah’a nasıl hesap vereceklerini düşünmeli ve konumlarını yeniden gözden geçirmelidirler.
Burada son olarak bir hatırlatmaya daha yer vermek istiyorum. Unutmayalım ki, ikrah halinde bile kişinin azimeti tercih ederek küfür amellerinden uzak durması en evla olanıdır. Biz Müslümanlardan istenen asıl itibari ile azimetlerdir. Buna dayanamayanlar için ruhsatlar meşru kılınmıştır. Bizler eğer himmetlerimizi âli tutar ve azimetlerle amel etmeye gayret edersek, o zaman Allah indinde yüksek mertebelere nail olmayı hak ederiz. Allah hepimizi azimet ehli Müslümanlardan eylesin. (Âmin)
Sonuç
İkrah konusu fıkıhçıların, üzerinde en çok ihtilaf ettiği meselelerden birisidir. Tüm bu ihtilaflara rağmen bir kimse muteber şartların tahakkuk etmesinden sonra küfrü gerektiren bir söz veya bir fiil ortaya koyar ve bunu ispat ederse o zaman yargı makamları onun küfrüne hüküm vermez ve buna ilişkin ahkâmı ona tatbik etmezler. Bizim içinde aynı şey söz konusudur. Yani bir kimse söylemiş olduğu küfür sözünü ya da işlemiş olduğu küfür amelini ikrah altında işlediğini ispat ederse biz bu kimseden kendisinde sübut bulan tekfir hükmünü kaldırır ve tekfire mebni ahkâmın icra edilmesini talep etmeyiz.
2-) Muteber Tevil
İslam’ı sabit bir Müslümanın tekfirine engel olan arızi hallerden bir diğeri de muteber tevil engelidir. Tevilin tekfirin engellerinden bir engel olması ile kastedilen ise; İçtihad sebebi ile şer’i bir delilin mevzusu dışında kullanılmasıdır. Bu ise nassın delaletini yanlış anlamak veya delil niteliğinde olmayan bir haberi delil olarak kabul etme sebebiyle olabilir. Bunun sonucu olarak kişi, küfür olmadığına inandığı bir işi işler ve böylece kasıt şartı ortadan kalkar. Bu şekilde tevilde hata etmek, tekfirin engellerindendir. Böyle bir te’vil sahibine gereken hüccet ulaştırılmasına rağmen hatası üzerinde ısrar ederse, te’vil engeli artık o kişi için geçersiz hale gelir ve o kişi küfre girer. Tevilin, şer‘î bir engel olduğunun delillerine gelince;
1-) Rasûlullâh sallallâhu aleyhi ve sellem’in ashabının bu konudaki icmasıdır. Kudâme b. Maz’un, Allah Teâlâ’nın “İman eden ve salih ameller işleyenlere, hakkıyla sakınıp iman ettikleri ve salih ameller işledikleri, sonra yine hakkıyla sakınıp iman ettikleri, sonra da hakkıyla sakınıp yaptıklarını, ellerinden geldiğince güzel yaptıkları takdirde tattıklarından dolayı günah yoktur. Allah iyi ve güzel yapanları sever” (Maide, 93) ayetini yanlış bir şekilde anlayarak bir kaç kişi ile beraber içki içmiş ve bunun kendisine helal olduğunu söylemişti. Böylece dinde haram olan bir emri helal kabul etmişti. Bu yaptığına Kudâme’nin karısı da dâhil Ebu Hureyre ve bazıları şahitlik edince, Ömer radıyallâhu anh onu vermiş olduğu görevden azletti ve yanına çağırdı. Kendisine ceza vermek isteyince Kudâme yukarıdaki ayeti yaptığına delil olarak gösterdi. Bunun üzerine Ömer bin Hattab radıyallâhu anh ayeti hatalı olarak te’vil ettiğini ona izah etti ve içkiyi helal kabul etmesinden dolayı irtidat cezası değil sadece ona içki içmesinden dolayı had cezası uyguladı.[17]
2-) Adiy ibn-i Hatem radıyallahu anh der ki: “Bakara Suresinde ki ‘Beyaz iplik siyah iplikten ayırt edilinceye kadar yiyin, için’ (Bakara/187) ayeti nazil olunca elime beyaz ve siyah ip aldım. İpleri yastığımın altına koydum. Vakit gelince onlara bakmaya başladım ama bir türlü ayırt edemedim. Olayı Rasûlullâh sallallâhu aleyhi ve sellem’e anlattım. Rasûlullâh sallallâhu aleyhi ve sellem gülerek şöyle dedi: “Şüphesiz ki senin yastığın uzun ve geniş imiş.[18] Bununla ancak gece ve gündüz kastedilmiştir.”[19]
Bu hadisin konumuza delil olma yönü şu şekildedir: Şüphesiz ki, Adiyy radıyallahu anh ayette ifade edilen beyaz iplik ile siyah iplik meselesini yanlış anlaması ve farklı tevil etmesi sonucu fecrin doğuşundan sonraya kadar yiyip içmeye devam etmiştir. Rasûlullâh sallallâhu aleyhi ve sellem onun bu durumunu öğrendiğinde ona olayın iç yüzünü açıklamış ve kendisine o ana kadar ki oruçlarını kaza etmesini emretmemiştir. Rasûlullâh sallallâhu aleyhi ve sellem’in bu tutumu onun yanlış tevilini kabul ettiğinin bir göstergesidir. Eğer Rasûlullâh sallallâhu aleyhi ve sellem onun tevilini kabul etmeseydi kesinlikle oruçlarını kaza etmesini emrederdi. Bu olmadığına göre tevilin geçerli olduğu ortaya çıkmış olur.
3-) Talk b. Hubeyb söyle der: Ben şefaati yalanlamada insanların en ileri gidenlerindendim. Şefaatin sabit olup olmadığını Cabir radıyallahu anh’e sordum. O dedi ki: “Ey Tulayk! Ben Rasûlullâh sallallâhu aleyhi ve sellem’in şöyle buyurduğunu işittim: “Günahkârlar cehenneme girdikten sonra şefaat sayesinde oradan çıkacaklardır.” Bizde senin okuduğun Kur’an’ı okuyoruz; ama şefaatin var olduğuna inanıyoruz.”[20]
Bu olayın konumuzla ilişkisi şu şekildedir: Talk radıyallahu anh tabiinin önde gelenlerindendir. Buna rağmen ayet ve hadislerde varlığı sabit olan şefaati inkâr etmiştir. Onu bu inkâra sevk eden şey şudur: O ahirette putların şefaatine nail olacaklarına inanan müşriklerden şefaati nefyeden ayet ve hadislerdeki menfî ifadeleri yanlış anlamış ve bunun Müslümanlar hakkında da geçerli olduğuna inanmıştır. O, Cabir ile konuşana dek de bu inancında devam etmiştir. Cabir’in onu sapıklıkla suçlamaması tevilinin kendisini mazur yaptığını gösterir.[21]
İslam âlimleri her türlü tevili cezayı düşürücü nitelikte bir engel olarak kabul etmemiş; ancak belirli şartlar altında bir engel olabileceğini söylemişlerdir. Bu nedenle muteber tevil için üç şart zikretmişlerdir. Bu şartlar şöyledir:
1) Dinin aslını iptale yönelik olmayacak.
2) Karineleri olacak.
3) Dinde şöhret bulmuş meselelerde olmayacak.
Şimdi bu maddeleri kısaca izah edelim.
1) Dinin Aslını İptale Yönelik Olmayacak
Örneğin herhangi bir kimse “Sizi biz yarattık” (Vakıa, 57) ayetine dayanarak “Siz kelimesi çoğul ifade eder. Demek ki yaratıcı bir değil, birden fazladır” derse bunun tevili ittifakla batıldır. ed-Düreru’s-Seniyye adlı eserde şöyle geçer:
“Her kâfirin bir hata sonucu küfre girdiği söylenebilir. Müşriklerin bile (şirk koşarken) tevilleri vardı. Onlar salih kimseleri (Allah’a) ortak koşmanın kendileri için fayda sağlayacak ve kendilerinden sıkıntıları def edecek bir üstünlük olduğuna inanıyorlardı. Ancak onlar bu hata ve tevilleri sebebiyle özür sahibi kabul edilmediler. Aksine Allah onlar hakkında şöyle buyurdu:
“Haberin olsun ki; halis din yalnızca Allah’ındır. O'ndan başka veliler edinenler (şöyle derler:) “Biz, bunlara bizi Allah'a daha fazla yaklaştırsınlar diye ibadet ediyoruz.” Elbette Allah, kendi aralarında hakkında ihtilaf ettikleri şeylerde hüküm verecektir. Gerçekten Allah, yalancı, kâfir olan kimseyi hidayete erdirmez.” (Zümer, 3)”[22]
2) Karineleri Olacak
Tevilin muteber kabul edilebilmesi için bir takım karinelere (alamet, işaret) ihtiyaç vardır. Karineler ise İslam ulemasının belirttiğine göre üçe ayrılır: 1) Lugavî karineler 2) Şer‘î karineler 3) Örfî karineler.
a) Lugavî Karineler:
Lugavî asla örnek olarak “Allah'ın eli onların ellerinin üzerindedir” (Fetih, 10) ayetini “Allah’ın kudreti, Allah'ın rahmeti” şeklinde tevil eden bidatçi fırkaların tevilini gösterebiliriz. Her ne kadar yapılan bu tevil hatalı olsa da lügate uygun olduğu için tekfirin engellerinden kabul edilmiştir.
Yine bir kimse “Vallahi ben bundan sonra asla ekmek almayacağım” diye yemin etse sonra da gidip ekmek alsa biz böylesi bir kimseye yemin keffareti gerektiğine hükmederiz. Adam “Hayır, ben ekmek ile elbiseyi kastettim” dese onun bu iddiası kabul edilmez; zira dilde ekmek ile elbisenin kastedildiği bilinmemektedir.
Ama adam “Vallahi bundan sonra döşekte yatmayacağım” dese, sonra da dışarı çıkıp döşek üzerinde yatsa, biz adama “Yeminini bozdun, sana kefaret gerekir” deriz. Ancak adam “Vallahi ben döşek ile yeri kastettim, çünkü Allah: “O, yeri sizin için bir döşek yapandır.” (Bakara, 22) buyuruyor ve yere döşek adını veriyor” dese, o zaman yemin keffaretinin gerekmediğini söyleriz. Çünkü lügatte böylesi bir vecih vardır ve böylesi bir tevil muteberdir.
b) Şer‘î Karineler
Buna şunu örnek verebiliriz: birisi çıksa ve “Rahman arşa istiva etmiştir” (Taha, 5) ayetini “Hiçbir şey O'nun benzeri gibi değildir” (Şura, 11) ayetine dayanarak “Allah arşa hükmetti, istila etti, kuruldu” şeklinde tevil etse bu kimsenin tevili muteberdir. Çünkü bu kişi Şura Suresindeki ayetten bunu anlamış ve böylesi bir tevile başvurmuştur. Bu ise dinde muteber olan tevillerdendir. İbn-i Hacer der ki:
“Yapılan tevil, Arap dili açısından uygun olduğu ve ilmî bir dayanağı bulunduğu zaman tevile dayanan herkes yaptığı tevil ile özür sahibidir; günahkâr değildir.”[23]
c) Örfî Karineler
Buna ise eserlerde genel olarak şu örnek verilmiştir. Bir kimse “Ben et yedim” dediği zaman aslen bundan o kişinin balık yediği anlaşılmaz. Ancak balığın etli bir hayvan olması ve örfte bu şekilde isimlendirilmesinden dolayı bu söz doğru kabul edilmiştir.[24]
3) Dinde Şöhret Bulmuş Meselelerde Olmayacak
Bu konuya verilebilecek en iyi örnek Hz. Ebu Bekir radıyallâhu anh’ın hilafeti döneminde zekât vermeyenlerdir. Onlar zekâtın sadece Rasûlullâh sallallâhu aleyhi ve sellem tarafından alınabileceğini iddia etmiş ve buna delil olarak ta Tevbe Suresinde ki: “Onların mallarından, onları arındırıp temizleyecek bir sadaka (zekât) al ve onlara dua et. Çünkü senin duan onlar için sükûnettir (onların kalplerini yatıştırır). Allah, hakkıyla işitendir, hakkıyla bilendir.” (Tevbe, 103) ayetini öne sürmüşlerdi. Onlar şöyle diyorlardı: “Bu ayette ki hitap Rasûlullâh sallallâhu aleyhi ve sellem’edir. Ebu Bekir’e değildir. Ayrıca duası müminler için sükûnet olan Rasûlullâh sallallâhu aleyhi ve sellem’dir. Ebu Bekir değildir”
Onların bu tevili asıl itibari ile güçlü bir tevil idi; ancak zekâtın bu şekilde sadece Rasûlullâh sallallâhu aleyhi ve sellem tarafından alınmayacağı tüm ümmet tarafından kabul edildiği ve bu dinde şöhret bulduğu için onların öne sürdüğü tevil sahabe tarafından kabul edilmemiş ve kendileriyle mürtet olarak savaşılmıştır.
Onların mürtet olarak mı yoksa günahkâr mümin olarak mı savaşıldığı hususunda ulema arasında ihtilaf vardır, ama Kadı Ebu Ya‘la’nın belirttiğine göre sahabe onlarla mürtet olarak savaşmıştır ve sahabe arasında bu hususta herhangi bir ihtilaf yoktur. O şöyle der:
“Bu konuda sahabenin icması vardır. Onlar zekât vermeyi reddedeni küfürle vasıflandırmışlardır. Onlarla savaşmışlar ve mürted olduklarına hükmetmişlerdir. Oysa büyük günah işleyenler için böyle yapmamışlardır.”[25]
İmam Cessas Nisa Suresi'nin 65. ayetinin tefsirinde konuya dair şöyle demektedir:
“Bu ayet, sahabenin zekâtı vermeyi reddedenlerin mürtet olduklarına, öldürüleceklerine ve nesillerinin köleleştirileceğine dair verdikleri hükmün doğru olduğunu göstermektedir.”[26]
İbn-i Teymiye rahimehullah şöyle der:
“Sahabe ve onlardan sonra gelen imamlar, beş vakit namaz kılsalar, ramazan orucunu tutsalar dahi zekât vermeyi reddedenlerle savaşılacağı hususunda ittifak etmişlerdir. Çünkü bu kimselerin zekât vermemek için muteber bir tevilleri yoktu. Bu nedenle mürted oldular…”[27]
Sonuç
Muteber bir tevil tekfirin engellerinden bir engeldir. Eğer kişi şer‘an itibara alınacak bir tevil sonucu aslında küfür olan bir ameli küfür olmadığına hükmederek işleyecek olursa biz hemen onu tekfir etmeyiz. Ona huccet ikamesi yapar ve yaptığı bu işin yanlışlığını ispat ederiz. Ama huccet ikamesinden ve delillerinin iptalinden sonra aynı amel üzere devam etmede ısrar edecek olursa o zaman elinde tekfire engel olacak bir şey kalmaz ve -Allah korusun- küfre girer. Sözlerimizi Üstat Abdullah Palevî’nin şu cümleleri ile noktalıyoruz.
“Herhangi bir konuda yapılan tevilin kişinin tekfirine engel olabilmesi için tevil edilen lafzın buna elverişli olması gerekir. Yani lafzın delaletinin “zannî” olması gerekir. Müfesser veya muhkem naslarda tevil geçerli değildir. Tevil ancak ictihadı kabul eden yerlerde olur, delaleti kat’i olan naslarda tevil yoluna başvurmak caiz değildir.”[28]
3-) Hata/İntifâu’l Kast[29]
İslam akdi sabit olan bir müslümanın tekfirine engel olan durumlardan biriside kast etmeksizin küfrü gerektiren bir söz söylemesi veya bir amel işlemesidir. Haddi zatında Müslüman birisi bu yaptığı ile küfür olan bir şeyi yapmayı amaçlamamıştır; ancak dilinin sürçmesi, ağzından bir şeyi murad ederken başka bir şeyin çıkması ve aşırı sevinçten dolayı cümleleri karıştırması gibi bir takım sebepler nedeniyle böylesi bir yanlışın içerisine düşmüştür. İşte bu durum o müslümanın hemen tekfir edilmesine engeldir. Malum olduğu üzere tekfirin şartlarını zikrederken üç şarttan bahsetmiştik. Bu şartlar şu şekildeydi:
1-) Failin akıllı ve ergin olması.
2-) Fiilini kasıtlı ve bilerek işlemesi.
3-) Kendi hür iradesi ile bunu seçmiş olması.
Bu şartlardan birisi de failin, yapmış olduğu fiili kasıtlı ve bilerek yapmasıdır. Burada ise kasıt yok olmuş ve yapılan amel tamamen bir hata sonucu yapılmıştır. Bu nedenle böylesi bir konumda olan kimsenin hemen tekfir edilmesi yanlış görülmüştür. İslam hukukunda hata ile işlenen fiillere kasıtlı işlenen fiillerden daha farklı bir muamele öngörülmüştür. Yani ikisine birbirinden farklı bir muamele yapılmıştır. Hata sonucu işlenen fiiller Allah katında affa müstahakken kasıtlı işlenen fiiller için böyle bir şey söz konusu değildir. Kasıtlı işlenen fiiller mutlaka sorumluluğu gerektirmektedir.
“Hata sonucu yapmış olduklarınızdan dolayı size bir sorumluluk yoktur; ancak kalplerinizin kastettiği şeylerde (sorumluluk vardır). Allah, bağışlar ve merhamet eder. (Ahzab, 5)
“Allah sizi rastgele yeminlerinizden dolayı hesaba çekmeyecektir; fakat kalplerinizin kastettiği (yeminlerden) dolayı hesaba çekecektir. Allah bağışlayandır, Halim'dir.” (Bakara, 225)
Kasıt olmaksızın küfrü mucip bir amel işlemenin kişilerin dünyevi hükümler açısından tekfirine bir engel olduğunu söyledik. Bunun Kur’an ve Sünnetten birçok delili vardır. Buna birkaç tane örnek verecek olursak;
1-) “Hata sonucu yapmış olduklarınızdan dolayı size bir sorumluluk yoktur; ancak kalplerinizin kastettiği şeylerde (sorumluluk vardır). Allah, bağışlar ve merhamet eder. (Ahzab, 5)
Bu ayette Rabbimiz hata sonucu yapılan şeylerde bizler için bir sorumluluk olmayacağını bildirmiştir. Bazı hataların dünyevî hükümler açısından sorumlulukları vardır. Bu hatalar her ne kadar dünyada karşı tarafın hakkına girmekten dolayı bir takım sorumlulukları beraberinde getirse de uhrevî hükümler açısından her hangi bir mesuliyete neden olmamaktadır. Buna adam öldürmeyi örnek gösterebiliriz. Adam öldürmek kasıtlı ve kasıtsız olmak üzere mutlaka iki sebepten biri ile meydana gelir. Kasten adam öldürmenin hem dünyada hem de ahirette ki cezası çok ağırdır. Kasten adam öldüren birisi mutlaka Allah katında hesaba çekilecek ve suçunun gerektirdiği şekilde cezaya çarptırılacaktır. Ama hata sonucu adam öldüren birisi eğer gerçekten hata ile öldürmüşse dünya da daha hafif bir cezaya çarptırılacak ahirette ise Allah katında mesul olmayacaktır. Yani bazı hataların her ne kadar dünyevî ahkâm açısından sorumlulukları olsa da uhrevî hükümler açısından hiçbir sorumluluğu yoktur. Ayet-i kerime de yer alan “size bir sorumluluk yoktur” ifadesinden “uhrevî hükümler açısından size bir sorumluluk yoktur” şeklinde bir anlam çıkarmamız mümkündür. Bu şekilde nassların arası bulunmuş olur.
2-) “Herhangi birinizin tevbesinden dolayı Allah’ın duyduğu hoşnutluk ıssız çölde giderken üzerindeki yiyecek ve içeceği ile birlikte devesini kaybetmiş ve tüm ümitlerini de yitirmiş halde bir ağacın gölgesine uzanıp yatan, derken devesinin yanına dikiliverdiğini gören ve yularına yapışarak aşırı sevincinden dolayı ne söylediğini bilmeyerek ‘Allah’ım sen benim Rabbim ben de senin kulunum’ diyeceği yerde, ‘Allah’ım, Sen benim kulumsun ben de senin Rabbinim’ diyen kimsenin sevincinden çok daha fazladır.”[30]
Bu hadiste yer alan ‘Allah’ım, Sen benim kulumsun ben de senin Rabbinim’ sözü haddi zatında küfrü mucip bir sözdür. Bir kul hâşâ kendisinin Allah’ın rabbi olduğunu söylese bu söz nedeniyle kâfir olur; ancak buradaki adam aşırı sevincinden dolayı ne dediğini bilememiş ve dilinin sürçmesi sonucu bu sözü söylemiştir. O adam asıl itibariyle küfür kelimesini telaffuz etmeyi kastetmemişti. Ancak aşırı sevinci nedeniyle ağzından böyle bir kelime çıkıvermişti. Onun bu hali kendisinin küfre düşmesine engel olmuştu. Bu hadisten hata sonucu küfür sözü söylemenin sahibini kâfir yapmayacağını anlamamız mümkündür.
3-) Hz. Ali anlatır: “Abdurrahman b. Avf içki yasaklanmazdan önce bizim için bir yemek hazırlatıp bizi davet etti. Bize yemekler yedirip şaraplar içirdi. Şarap bizi sarhoş etti. Derken namaz vakti girdi. Beni imam olmam için öne geçirdiler. Ben de “Kâfirûn Suresini” yanlış bir şekilde şöyle okudum: “De ki: “Ey kâfirler, ben sizin yaptıklarınıza ibadet etmem. Biz ise sizin taptıklarınıza ibadet ederiz.” Bunun üzerine Allah Teâlâ “Ey iman edenler, sarhoşken ne söylediğinizi bilinceye kadar namaza yaklaşmayın” (Nisa, 43) ayetini indirdi.”[31]
Bu olay içki haram kılınmadan önce vaki olmuştu. Görüldüğü üzere Hz. Ali radıyallahu anh sarhoş iken açık bir küfür sözü söylemiş, ama bu nedenle tekfir edilmemiştir. Bunun nedeni ise hata ve kasıtsızlıktır. Hz. Ali bu sözleri tamamen kasıtsız ve iradesinin dışında söylemiştir. Bu da onun tekfirine engel olmuştur.
İslam âlimleri sarhoş kimsenin küfür sözü söylediği zaman dinden çıkıp-çıkmayacağı hususunda ihtilaf etmişlerdir. Konumuz bu olmadığı için detaya girmeyeceğiz. Konuyu detaylıca öğrenmek isteyenler fıkıh kitaplarının ilgili bölümlerine bakabilirler.
4-) “Ümmetimin yanılmasını, unutmasını ve zorlandığı şey (lerin günahını) Allah Teâlâ şüphesiz affetmiştir.”[32]
Bu hadiste İslam ümmetinden hata sonucu yaptıklarının affedileceği bildirilmiştir. Bu hadiste konumuz için önemli bir delildir.
Bu konuya ilişkin daha birçok delil vardır, ancak bu kadarı maksadımızı hâsıl ettiği için yeterlidir.
Burada -kitabın önceki yerlerinde de ifade ettiğimiz gibi- önemli bir noktaya temas etmek istiyoruz ki, önemine binaen Üstat Makdisî de aynı konuya tembihte bulunmuş ve bunu “Bir Uyarı” şeklinde müstakil bir başlık olarak incelemiştir. Dikkat çekmek istediğimiz konu şudur:
Küfür kelimesini söyleyip de onu kastetmemekle küfür kelimesini söylemeyi kastetmediği halde yanlışlıkla onu söylemek tamamen bir birinden farklıdır. Küfür kelimesini küfür kelimesi olduğu halde söyleyen kimse bunu kastetmemiş ve küfre düşmeyi murat etmemiş olsa bile kâfir olur. Yani bir kimse küfür kelimesini telaffuz eder de sonra “Ben bu küfür kelimesinin içeriğine inanmıyorum, ben bunu kastetmiyorum” dese bu kendisinden kabul edilmez. Bizim anlatmaya çalıştığımız kastetmediği halde yanlışlıkla küfür sözünü söyleyen kimsenin kâfir olmayacağıdır. Bu iki konu birbirinden çok farklıdır. İbn-i Teymiyye de ki: “Kim küfür olan bir söz söyler veya küfür olan bir ameli işlerse kâfir olmayı kastetmese dahi bu sebeple kâfir olur; çünkü Allah’ın diledikleri müstesna hiç kimse kâfir olmayı kastetmez.”[33]
Günümüz Mürcieleri bu konuyu ve bu konuya ilişkin üstte zikri geçen hadisi istismar etmekte ve onu tamamen farklı bir mecraya çekmektedirler. Onlara göre bir insanın kâfir olabilmesi için küfrü kastetmesi ve “ben kâfir olmayı kastettim” demesi gerekmektedir! Acaba dünyada böylesi kaç insan vardır bilmiyorum. İbn-i Teymiyye’nin de dediği gibi hiçbir din mensubu böylesi bir şartla dinden çıkmayı kastetmez herhalde. Bu şartı öne sürmek Mürcie fikirli insanların içerisine düşmüş oldukları karmaşıkları tüm çıplaklığıyla gözler önüne sermektedir. Beyin hücrelerini birazcık çalıştıran bir insan bile bunun ne kadar saçma ve manasız olduğunu anlamakta güçlük çekmez. Bundan Mürcie fikriyle malul olan insanları istisna etmek gerekir. Onlar, tağutları kurtarma adına tüm bu mantıksızlıkları gerek kitaplarında dile getirerek gerekse kasetlerinde anlatarak hararetle savunabilmektedirler. Ağızlarına doladıkları bu hezeyanlardan Allah bu ümmeti korusun.
Üstat Makdisî şöyle der:
“Bütün bu söylenenlerden anlaşılıyor ki “İntifâu’l kasıt” engelinden maksat, çağımızın Mürcie’sinden birçok kişinin tekfir için şart koştuğu ve her türlü tağut ve azgını tekfir etmemek için bahane olarak gösterdiği mana ile aynı değildir. Onlara göre dinden çıkmaya ve küfre girmeye niyet edip, kasıtlı olarak küfür sözü söylemedikçe veya küfür olan bir işi işlemedikçe kişi kâfir olmaz. Hâlbuki “İntifâu’l kasıt” engelinden maksadımız, hata olarak yapılan işler veya söylenen sözlerdir. Dinden çıkmayı yahut dinden çıkaran sözü söyleme veya fiili işlemeyi kastetmeyi Yahudi ve Hıristiyanlardan bile işleyen çok nadirdir.”[34]
Birisi “Kardeşim hata veya intifâu’l kast gibi engeller kalbî şeylerdir. Siz insanların kalbini mi yarıyorsunuz ki bunları bilebilesiniz?” diyebilir. Buna şöyle cevap veririz: Nasıl ki kastî öldürme ile hata sonucu öldürmenin bir takım karine ve alametleri varsa aynı şekilde hata veya intifâu’l kast gibi engellerinde bir takım karine ve alametleri vardır. Bir insanın kasıtlı mı kasıtsız mı adam öldürdüğü nasıl ki bilinebiliyorsa, küfür amelini hata sonucu işleyip işlemediği de aynı şekilde bilinebilir. Bunun temel dayanağı karinelerdir.
Üstat Abdulkâdir b. Abdulaziz bu engel altına şu dört kısmı dâhil etmiştir.
1) Şeriat nazarında kasıtları muteber sayılmayanlar.
2) Küfre delaleti muhtemel olan bir amel işleyenler.
3) Hata edenler.
4) Yanılarak tevil yapanlar.
Birinciye çocuğu ve uyuyan adamı örnek verebiliriz. Bunlar her ne amel işlerlerse işlesinler asla mesul olmazlar. Mesela uyuyan birisi uyku esnasında dinden çıkarıcı bir söz söylese bu nedenle kâfir olduğuna hüküm verilmez; çünkü Rasûlullâh sallallâhu aleyhi ve sellem uyuyan kimseden kalemin kaldırıldığını bize haber vermiştir.
İkinciye ihtimalli söz söyleyen kimseyi örnek verebiliriz. Mesela birisi “Hain Muhammed” dese biz böylesi bir adama hemen Rasûlullâh sallallâhu aleyhi ve sellem’e hakaret etmiştir hükmünü veremeyiz; çünkü adamın bu sözü ile adı Muhammed olan bir arkadaşını kastetmesi muhtemeldir. Bu ihtimalden dolayı adama öncelikle “Sen bu sözünle kimi kastettin” diye sorarız. Adam eğer “Peygamberi kastettim” derse o zaman kâfir olduğuna hüküm veririz. Ama adam “Ben falanca arkadaşımı kastettim” dese o zaman zaten problem yoktur.
Üçüncüye önceki sayfalarda naklettiğimiz çölde devesini kaybeden adamı örnek olarak verebiliriz. Bu adam “Allah’ım sen benim Rabbim ben de senin kulunum” diyeceği yerde, “Allah’ım, Sen benim kulumsun ben de senin Rabbinim” diyerek zahiren küfür olan bir söz söylemiştir. Ama adamın kastı hakikatte “Allah’ım sen benim Rabbim ben de senin kulunum” demekti. Dilinin sürçmesi sonucu bu söz ağzından yanlışlıkla çıkıverdi. Bu yanlışlık nedeniyle de adama küfür hükmü verilmedi.
Dördüncüye de bir önceki bölüm olan tevil bahsinde ki örnekleri verebiliriz. Muteber bir tevili olan kimse asıl itibari ile hataya düşmeyi kastetmemiştir. Adamın kastı tamamen hakkı bulmaktır, ama muteber bir tevil nedeniyle hakka isabet edememiş ve hataya düşmüştür. Bu nedenle böylesi bir kimse de şeriat nazarında mazur kabul edilmiştir.
Lüzûmî Tekfir ve İltizâmî Tekfir
Bu anlattıklarımızla hatanın veya intifâu’l kastın tekfirin engellerinden bir engel olduğu açığa çıkmış oldu. Konumuzu sonlandırmadan önce Türkiye’de ki bazı hoca efendilerin vermiş oldukları cevaplarla topluma yanlış lanse ettikleri bir meseleyi tashih etmek istiyorum.
Bazı akait kitaplarında luzumî küfür ile iltizamî küfür başlığı altında bir konu ele alınmıştır. Luzumî küfür; bir insanın dış görünüş itibarı ile küfrü gerektiren bir ameli işlemesidir. İltizamî küfür ise bu amelin ne manaya geldiğini bildikten sonra o amelin neticesine iltizam etmesi ve benimsemesidir. Yani “Ben bunu kabul ediyor ve benimsiyorum” diyerek o amele iltizam etmesidir.
Bu kural aslı itibari ile doğru bir kuraldır, ama saptırılmıştır. İltizamî küfür noktasında herhangi bir ihtilaf söz konusu değildir. Yani bir insan söylediği veya yaptığı bir küfür amelini kabul ettiğinde zaten herkese göre kâfir olur. Burada bir problem yoktur. Asıl problem luzumî küfür meselesindedir. Burayı bazı hoca efendiler -bilerek veya bilmeyerek- karıştırmakta ve adeta din kaygısı olmayan kâfir insanları kurtarma çabasına girmektedirler.
Bu hoca efendilere göre bir kimse küfür ameli işlese veya küfrü mucip bir söz söylese bununla kâfir olmayı kastetmiyor olabilir! Yani adam puta tapsa, küfrün şiarlarını kuşansa, Allah’ın kanunlarını arkasına atıp kendi heva ve hevesine göre kanunlar çıkarsa, kâfirlere velayetini verse ama “Ben bununla kâfir olmayı kastetmedim ki!” dese bu hoca efendilere göre böylesi bir insan dört dörtlük müslümandır, iyi bir mümindir. Biz bu adamın kâfir olduğuna hüküm veremeyiz; çünkü bu adam küfre iltizam etmemiştir ki!
Şimdi Hayrettin Karaman’ın konuya ilişkin söylediklerine bir bakalım:
“Bir kimsenin İslam dairesinden dışarı çıkması, Müslümanlara göre yabancı sayılabilmesi için küfrü bilerek ve gönülden benimsemiş olması gerekir.”[35]
Evet, maalesef hocalarımız Mürcie’nin diline doladığı bu saçmalığı hiçbir tahkike girişmeden dillerine dolamakta ve bununla birçok Allah düşmanını Müslümanların kardeşi ilan etmektedirler. Bu gerçektende büyük bir afettir. Allah bizi bu afetten korusun.
Meselenin tahkiki şu şekildedir: Luzûmî küfür asıl itibarı ile bizimde kabul ettiğimiz bir kuraldır, ancak her yerde geçerli değildir. Bu kuralın geçerlilik alanı intifâul kast ve hata engeli gibi yerlerdir. Yani bir insan hata sonucu bir söz söylese ve aslında bununla onu söylememeyi kastetse işte burada bu kuralı işletiriz. Buna üstte zikri geçen çölde devesini kaybeden adam hadisini delil getirebiliriz. Adam “Allah’ım sen benim Rabbim ben de senin kulunum” diyeceği yerde, “Allah’ım, Sen benim kulumsun ben de senin Rabbinim” demişti. Adam bu sözü aslında bu şekilde telaffuz ettiğinin farkında değildi. O kendisinin “Allah’ım sen benim Rabbim ben de senin kulunum” dediğini zannediyordu. Ama dilinin sürçmesi sonucu “Allah’ım, Sen benim kulumsun ben de senin Rabbinim” deyiverdi. Biz eğer bu adamı çağırsak ve kendisine söylemiş olduğu sözü hatırlatsak, adam kesinlikle söylediği sözden teberri edecek ve “Git kardeşim işine, hiç Allah benim kulum olur mu? Hiç ben böyle bir şey söyler miyim? Deli misin nesin?” diyecektir.
İşte böylesi bir durumda sözün içeriğine iltizam etmediği sürece biz adamı tekfir etmez ve luzumî küfür ile iltizamî küfür ayırımına gideriz. Ama bu -üstte de belirttiğim gibi- intifâul kast ve hata engeli gibi yerlerde olur. Adam küfür sözü söylediği ve bunun küfür sözü olduğunu bildiği halde -velev ki o sözün içeriğine iltizam etmesin- Ehl-i Sünnete göre kesinlikle kâfir olur. Burada bizim dikkat etmemiz gereken nokta kişinin küfür kelimesin yanlışlıkla söyleyip söylemediğidir. Eğer yanlışlıkla söylememişse biz o adamın küfrüne hüküm verir ve o sözün içeriğine iltizam edip etmediğine bakmayız. İşte bu nokta Ehl-i Sünnet ile Mürcie’nin ayrıldığı noktadır. Mürcie söze iltizamı şart koşmuşken Ehl-i Sünnet bunu sadece intifâul kast ve hata engeli gibi yerlerde şart koşmuş ve bu gibi yerlerin haricindeki durumlarda böylesi bir şart getirmeyi şiddetle eleştirmiştir.
Üstte İbn-i Teymiyye’den naklettiğimiz şu sözü tekrarlamakta fayda mülahaza ediyorum. “Kim küfür olan bir söz söyler veya küfür olan bir ameli işlerse kâfir olmayı kastetmese dahi bu sebeple kâfir olur; çünkü Allah’ın diledikleri müstesna hiç kimse kâfir olmayı kastetmez.”[36]
Şeyhinde ifade ettiği gibi kâfir olmayı bile bile isteyen çok az kimse vardır. Kimse kolay kolay kâfir olmayı murad etmez. Bu nedenle tekfir için küfre iltizam etmeyi şart koşmak dünya üzerinde kâfir bırakmayacaktır. Hatta müşrikler bile kendilerinin doğru yol üzere olduğunu, hidayet üzere bulunduklarını, güzel amel işlediklerini, Allah’a daha çok yaklaşabilmeyi kendilerine amaç edindiklerini söylemektedirler.[37] Onların bile birçoğu kendisinin cennet için çabaladığını her ortamda dile getirmiştir. Rasûlullâh sallallâhu aleyhi ve sellem Mekkelilere müşrik olduklarını söylediğinde çok kızmışlar ve bunu kabullenememişlerdir.
Bu nedenle tekfirle alakalı kuralları rastgele yerlerde kullanmamalıyız. Aksi halde Allah’ın müşrik ve kâfir olduğuna hükmettiği kimselere Müslüman hükmü vermek gibi bir hataya düşebiliriz. Verdiğimiz hükümleri iyi değerlendirmeli gerekirse bin düşünüp bir söylemeliyiz.
4-) Giderilmesi Mümkün Olmayan Cehalet
Tekfirin engellerinden bir tanesi de giderilmesi mümkün olmayan cehalettir. Cehalet; bilme kabiliyetine haiz olan bir kimsenin doğru olan bilgiden gaflet içinde olmasıdır. Bu bilgisizlik sadece sahih bilgiden mahrum kalmak şeklinde cereyan ediyorsa “cehl-i basit” buna karşılık sahih bilginin aksini bilmek ya da yanlış bilmek şeklinde cereyan ediyorsa “cehl-i mürekkep” olarak isimlendirilir.[38]
Giderilmesi mümkün olmayan cehalet İslam âlimlerinin geneline göre mazeret kabul edilmiş ve bu sebeple yanlış bir amelin içine düşen kimseye ona terettüp eden şer‘î ahkâmın uygulanmasına engel olduğu ifade edilmiştir.
Günümüzde en çok sulandırılan meselelerin başında cehaletin özür olup-olmadığı meselesi gelir desek herhalde abartmış olmayız, zira birilerine göre fevç fevç şirk pisliğine bulaşmış insanları kurtarmanın en iyi yolu cehaletleri sebebiyle onları mazeretli kabul etmektir.
Cehaletin mazeret olup-olmadığı hakkında insanlar iki fırkaya ayrılmışlardır:
1) “Cehalet hiç bir şekilde mazeret değildir” diyerek aşırıya kaçanlar,
2) “Cehalet her halükarda mazerettir” diyerek vasat seviyenin altında kalanlar.
Bu iki grupta bizce doğruya isabet etme noktasında hata etmişlerdir. Bize göre meselenin tahkiki şu şekildedir: Cehalet asıl itibarı ile mazeret değildir. Tüm insanlar İslam’ı bilmek ve öğrenmekle mükelleftirler; ancak bazı arızî durumlarda mazeret olabilir. Bununda sınırını insanların arzuları değil, şer‘î nasslar belirler. Şimdi konuyu biraz detaylandırarak izah etmeye çalışalım.
Tevhidi Bilmeyen Kimsenin Durumu ve Hükmü:
İslam âlimleri, tevhidi bilmeyen kimseleri iki başlık altında incelemişlerdir.
Aslî kâfirleri de, cehaleti sebebiyle mazur görülenler ve görülmeyenler olmak üzere ikiye ayırmışlardır. Bizde bu taksimatı baz alarak meseleyi izah etmeye çalışacağız.
1 ) Cehaleti Sebebiyle Mazur Görülen Kâfirler:
Bunlar, hiç bir şekilde kendilerine peygamberlerin davet ve tebliğleri ulaşmamış ve onların davetlerini içlerinde bulundukları zor şartlardan dolayı duyma imkânı bulamamış kimselerdir. Böylelerinin ahiretteki konumları ulema arasında tartışılmıştır. Kimileri Rasûlullâh sallallâhu aleyhi ve sellem’den nakledilen bazı hadislere dayanarak[39] bunların ahirette yeniden imtihana tabi tutulacağını ve mazur görülmelerinin mümkün olduğunu iddia etmiş, kimileri de ahretin imtihan yeri olmadığını, dünyada iken imtihan işleminin sona erdiğini öne sürerek Allah’a büyük şirk koşan herkesin mutlak anlamda kâfir olacağını ve bunlar arasında dünya ve ahiret ayırımı yapılmayacağını belirtmiştir. Ala külli hal, her iki taifeye göre de böylesi insanlar dünyevî hükümler açısından kesinlikle kâfirdir ve kâfirlere uygulanan muamele tamamıyla kendilerine uygulanır. Yani kendisine davetin ulaşmadığı bir insanın öldüğüne şahit olsak onun cenazesini kılamaz, Müslümanların kabristanına defnedemez ve Müslümanlara uygulanan diğer ahkâmı onlara uygulayamayız. Onlar her ne kadar davete muhatap olamamışlarsa da ahkâm açısından diğer kâfirlerden bir farkları yoktur.
2 ) Cehaleti Sebebiyle Mazur Görülmeyen Kâfirler:
Bunlar, kendilerine davet ulaştığı halde ona aldırış etmeyen davetin doğruluğu veya yanlışlığı hakkında hiç bir çaba harcamayan ve bu uğurda uğraşıp didinmeyen insanlardır. Bunlar cahil olmalarına rağmen mazur görülmezler. Dünyada da ahirette de kâfir olduklarına ve ebedi cehennemi hak ettiklerine hükmedilir. Birinci gruptakilerle tamamen farklıdırlar. Bunlar def etme imkânları olduğu halde içine düşmüş oldukları cehaletten kurtulmaya çalışmamış ve bu sebeple de küfre düşmüşlerdir. Bunlara dünya ve ahirette kâfir muamelesi yapıldığı gibi ebediyen cehennemlik olduklarına hükmedilme noktasında da tereddüt edilmez.
Kendisini İslam’a Nispet Eden Kıble Ehli Kimseler:
İslam âlimleri, İslam’a girdiği halde tevhidin bazı konularını bilmeyerek muhalefete düşen insanları dört kısma ayırmışlardır. Bizim konumuzun medarı da aslında bu insanlardır; zira bir önceki başlıkta incelemeye çalıştığımız aslen kâfir olan insanlar yaşadığımız bölgede pek bulunmamaktadırlar. Varsa da azınlığı teşkil ettikleri için bizi ilk aşamada fazla ilgilendirmemektedirler. Bizi ilgilendiren toplumumuzun genelinde görülen durumdur ki, bu da onların kendilerini İslam’a nispet etmeleridir.
İşte işin kilitlendiği nokta burasıdır. Şimdi onların cehaletleri mazeret midir? Tevhidin aslını bozarak şirke düşenlerin mazeret iddiaları geçerli midir? Ya da birilerinin onları savunma adına ortaya atmış oldukları mazeret eksenli şüphelerin hakikatle uyumu nedir? İşte bu ve benzeri sorular yıllardır bizleri ve İslamî camiayı bir çıkmazın içine sokmuştur. Burada -asıl konumuz bu olmadığı için- bu sorunu tamamıyla halletmek gibi bir durumumuz yoktur; ama en azından bu noktadaki temelleri hatırlatarak kardeşlerimize bir ışık tutabilmeye gayret göstereceğiz. Şimdi bu dört grubu tek tek ele alalım.
Böyleleri, boşa harcadıkları vaktin çok azını İslam’ı öğrenmeye ve tevhidin hakikatlerini bilmeye ayırsalardı, düşmüş oldukları cehalet bataklığından kurtulurlardı. Onlar cehaleti ilme, sapıklığı hidayete tercih ederek sapıtıp gitmişlerdir. Hâlbuki ilim her halükârda cehaletten daha hayırlıdır. Hz. Ali der ki:
“Beceremediği halde bir kimsenin ilim iddia etmesi ve ilme nispet edildiğinde sevinmesi, ilmin ne kadar şerefli olduğunu anlatmaya yeterlidir. Cahil olduğu halde “ben cahil değilim” diye cehaletten beri olması da cehaletin kötülüğünü kınamak için yeterlidir.” [42]
3. ve 4. Maddede yer alan insanlar arasındaki fark şudur: 3. Maddedekiler hiçbir cehd-ü gayretin içine girmedikleri ve muteber bir tevilde bulunmadıkları için tevhidin füru meselelerinde muhalefete düşmüşler ve günahkâr olmuşlardır. 4. Gruptakiler ise içtihat ederek veya muteber bir tevilde bulunarak muhalefete düşmüşler ve buna binen günahkâr olmaktan kurtulmuşlardır. Onların bu durumu tevhidin fer’i meselelerindendir; aslında değildir. Unutulmamalıdır ki, ihmalkârlık nedeniyle tevhidin aslında muhalefete düşenler günahkâr olmaktan ziyade küfre girerler. Burası çok ince bir noktadır, buna dikkat edilmelidir.
İlim Elde Etme İmkânının Varlığı
Cehalet Özrünü Bütünüyle Ortadan Kaldırır
Günümüzde şirk içerisinde bocalayan insanları kurtarma adına birileri cehaleti her halükarda mazeret olarak lanse etmeye çalışmaktadırlar. Biz bu yanlış anlamanın önüne geçebilme adına konu başlığını İslam âlimlerinin tahkikleri çerçevesinde itina ile seçmeye çalıştık ve cehaleti “giderilmesi mümkün olmayan” şeklinde bir kayıtla kayıtlandırdık. Bu kaydı buraya yerleştirmemizin nedeni her cehalet iddiasının kabul edilmeyeceğini işar etmek içindir.
İslam âlimlerinin sözlerini iyiden iyiye inceleyen herkes bu âlimlerin cehaleti ancak izalesinden aciz kalındığı zaman mazeret kabul ettiğini görür. Cehaleti giderme imkânı olduğu halde tembelliğinden veya laubaliliğinden dolayı bu noktada gevşek davrananlar asla mazur kabul edilmemişlerdir. Hangi vasıtayla olursa olsun bilgiye ulaşama imkânı kişiden mazereti düşürür. İşlemiş oldukları küfür amellerini “bilgisizlik ve cehalet” yamasıyla yamamaya çalışanlar aslında boşuna uğraşmaktadırlar. Onların öne sürmüş oldukları bu mazeret kesinlikle kabul edilmeyecektir. Çünkü onlar -şayet dileselerdi- bu cehaletten kurtulabilir ve içine düşmüş oldukları hatalardan uzaklaşabilirlerdi. Gevşeklik gösterdikleri için cezalarını çekmek zorunda kalacaklardır.
Şimdi bazı âlimlerin bu husustaki sözlerini nakledelim. İbn-i Teymiyye rahmetullâhi aleyh “Refu’l Melâm” adlı eserinde der ki:
“Cehalet, ancak izalesinden aciz kalındığı zaman özür olur. İnsan her ne zaman hakkı öğrenme imkânı bulurda bu noktada gevşek davranırsa asla mazur sayılmaz…” [43]
“Mecmuu’l-Fetâvâ” adlı eserinde de şöyle der:
“İnsan, hakkı bilme imkânına sahip olur da bu hususta gerekeni yapmaz ise mazur sayılmaz.”[44]
İmam Karrafî rahmetullâhi aleyh der ki:
“Mükellefin gidermeye imkân bulduğu cehalet onun lehinde hüccet olmaz.”[45]
İbn-i Kayyim rahmetullâhi aleyh der ki:
“Allah'ın emir ve nehiylerini bilme imkânına sahip olup da bu bilgileri edinmede gerekeni yapmayarak cahil kalan kimse kendisine hüccet ikame edilmiş (kimse hükmünde) dir.”[46]
İbnu’l-Lahhâm rahmetullâhi aleyh der ki:
“Hükmü bilmeyen kişi, onu öğrenmede kusur ve ihmal etmediği sürece mazur olarak kabul edilir. Ancak kusur ve ihmalkârlıkta bulunursa, asla mazur olmaz.”[47]
İlim ehlinin kavilleri birbiriyle tamamen uyumluluk arz etmektedir. Bu kavillerin ortak noktası ilim elde etme imkânına sahip olan bir kimsenin cehaleti sebebiyle asla mazeretli olmayacağıdır. Yani, kişi içine düştüğü cehaleti okumak, araştırmak, sormak, fetva almak veya buna benzer herhangi bir yolla ortadan kaldırmaya imkân bulduğu halde gevşeklik göstererek ihmal ederse, asla mazur sayılmaz. Mazeret, yalnızca öğrenmekten aciz kalındığında söz konusudur. Öğrenmek için tüm çabasını ortaya koyduğu halde bunu beceremeyenler var ya, işte mazur olanlar ancak onlardır.
Günümüz Türkiye’sine göz atan herkes iyi bilir ki, bu gün bu coğrafya da yaşayan insanların kahir çoğunluğu Allah’ın dininden ve o mübarek dini öğrenmekten yüz çevirmiş durumdadır. İlmi elde imkânları bir hayli çok olmasına rağmen ya dünyalık dertleri ya umursamazlıkları ya da gafletleri hak bilgiye ulaşma noktasında onları aldatmış durumdadır.
Bu gün insanlar saatlerce televizyon karşısında, internet kafelerde veya kahvehanelerde vakitlerini öldürerek Allah’ın dininden yüz çevirmekte ve ellerine binlerce kez fırsat geçtiği halde Kur’an’ı araştırmamakta, peygamberlerin sünnetini öğrenmemekte ve tevhidin hakikatlerini incelememektedirler.
Kendi menfaatleri uğruna en ince ayrıntılarına kadar hesap yapan, alacak verecek meselelerinde kuruluşların hesabını gözeten, siyaset denince erbabından bile daha iyi siyaset yapan, sözde cahil insanlar (!) acaba din denince veya İslam’ın hakikatleri dile getirilince neden aynı hassasiyeti göstermemekteler? Kafaları ticarete, siyasete, hıyanete veya yorumculuğa herkesten daha iyi çalışan bu kimseler neden İslamî meselelere gelince hiçbir şeyden anlamaz olurlar? Don almaya giderken elli kapı gezen bu zavallılar, iş dine gelince neden hiç bir araştırmanın içine giremezler? Yoksa donlarına verdikleri değeri dinlerine vermemekteler mi?
Evet, böylelerinin kıyamet gününde Allah’a sunacakları hiçbir mazeretleri yoktur. İçine düştükleri cehalet, kendileri için bir mazeret olmaktan öte ağır bir vebal olarak karşılarına çıkacaktır. Böylesi bir duruma düşmekten Allah’a sığınırız.
Cehalet mi Yüz Çevirme mi?
Aslında bu insanların durumu cehalet meselesi başlığı altında değil de “i‘raz/yüz çevirme” başlığı altında değerlendirilmelidir. Çünkü bu insanlar isteselerdi hakkı bulmaya muktedir olur ve içerisine düşmüş oldukları cehaletten kurtulabilirlerdi; ancak Allah’ın dinine gereken değeri vermedikleri için böylesi bir cehalete maruz kalmışlardır. Bu noktada Zeyd b. Amr b. Nufeyl’in kıssasının mutlaka bilinmesi gerekmektedir.
Zeyd, kendi zamanına özel olarak gönderilmiş bir peygamber olmamasına rağmen Tevhid’i gerçekleştiren ve şirkten uzak duran bir kimse idi. Rasûlullâh sallallâhu aleyhi ve sellem daha kendisine peygamberlik gelmeden önce onu görmüştü. Bir defasında kendisine putlara ayrılmış bir kurbandan oluşan bir sofra sunuldu. O, bunu yemekten kaçındı ve “Ortak koştuklarınız için kestiklerinizden yemeyeceğim” dedi. O, Kureyş’in bu fiillerini kınıyor ve “Koyunu Allah yarattı, ona gökyüzünden su indirdi, yeryüzünde onun için bitki çıkardı. Sonra siz, onu Allah’ın ismi dışında bir şeyle, inkâr etmek ve kendisi için kestiğiniz şeyi yüceltmek için kesiyorsunuz” diyordu.[48]
Bazı rivayetlerde geçtiği üzere “Ey Allah’ım! Hangi ibadetin sana daha sevimli olduğunu bilseydim, onunla sana ibadet ederdim; ancak ben bilmiyorum” der ve sonra da yeryüzünde dilediği şekilde secde ederdi. Allah’ın Rasûlü sallallâhu aleyhi ve sellem onun tek başına bir ümmet olarak diriltileceğini haber vermiş ve hakkında övgülerde bulunmuştur.
Zeyd b. Amr bilmemesine ve vahyin nurundan uzak bir dönemde yaşamasına rağmen tevhidi gerçekleştirmiş ve şirkten uzak durmuştu. “Ey Allah’ım! Hangi ibadetin sana daha sevimli olduğunu bilseydim, onunla sana ibadet ederdim; ancak ben bilmiyorum” cümlesi onun bilmek için çabaladığını, ama bir türlü doğru bilgiye ulaşamadığını göstermektedir. Hatta Buhârî’nin rivayetine göre hak dini araştırmak üzere ta Şam diyarına gitmiş ve sonuçta hakka ulaşmıştı. Olay şu şekildedir:
Zeyd b. Amr b. Nufeyl, Mekke’den Şam'a doğru çıktı da tevhit dininden soruyor ve ona tâbi olup, onu arıyordu. Derken Yahudîler’den bir âlime kavuştu da ona dinlerinin mahiyetinden sordu ve: “Belki ben de sizin dininize girerim. Onun için bana dininizin hâlini haber ver” dedi. Yahudi âlim, Zeyd’e:
- “Sen Allah’ın gazabından payını almadıkça bizim dinimiz üzere olamazsın” dedi. Zeyd de ona:
- “Ben ancak Allah’ın gazabından kaçıyorum; ben ebediyen Allah’ın gazabından hiçbir şey taşımam ve ben onu taşımamaya muktedir hâldeyim. Sen bana başka bir dini gösterebilir misin?” dedi. Yahudi Âlim:
- “Ben o dinin ancak “Hanîf Din” olabileceğini biliyorum” dedi. Zeyd:
- “Hanîf Din nedir?” dedi. Yahudi âlim:
- “O, İbrahim’in Dini’dir. İbrahim ne bir Yahudi, ne de bir Hıristiyan’dı. O, Allah'tan başkasına ibadet etmezdi” dedi. Zeyd onun yanından çıktı ve Hıristiyanlardan bir âlime kavuştu. Ona da Yahudi âlimine söylediği gibi söyledi. O da Zeyd'e:
- “Sen Allah'ın lanetinden nasibini almadıkça asla bizim dinimiz üzere olamayacaksın” dedi. Zeyd ona da:
- “Ben ancak Allah'ın lanetinden kaçmaktayım, ben ebediyen Allah'ın lanetinden de, gazabından da hiçbir şey taşıyamam. Ben bunu taşımamaya muktedir hâlde bulunuyorum. Sen bana başka bir dini gösterebilir misin?” dedi. Hıristiyan âlim:
- “Ben o dinin ancak “Hanîf Dîn” olabileceğini biliyorum” dedi. Zeyd:
- “Hanîf Din de nedir?” dedi. Hıristiyan âlim:
- “O İbrahim’in Dini’dir. O ne bir Yahudi, ne de bir Hıristiyan’dı. O yalnız Allah'a ibadet ederdi” dedi. Zeyd, bunların İbrahim Peygamber hakkındaki sözlerini görünce, oradan ayrıldı ve onların arazisinden dışarı çıkınca iki elini yukarıya kaldırarak: “Allah’ım! Seni şahit tutuyorum ki, ben İbrahim’in Dini üzereyim” diyerek dua etti.”[49]
Görüldüğü üzere Zeyd b. Amr hakkı bulmak için yolculuklara gitmiş ve aklî melekelerini kullanarak doğruyu bulmuştu. İşte bu gün bir insanın cehalet sebebiyle mazur olabilmesi için böylesi bir gayret içerisine girmesi ve hakkı arayıp bulmada aynı çabayı göstermesi gereklidir. Tam bu noktada Ebu Hanife rahmetullahi aleyh’in şu önemli tespitini nakletmekte yarar görüyorum. O “el-Fıkhu’l-Ekber” adlı eserinde şöyle der:
“Tevhit ilminin inceliklerinden bir mesele kişi için içinden çıkılmaz bir hal alırsa, ona düşen bir âlim bulup da ona soruncaya dek Allah katında doğru olan neyse ona inanmasıdır. (Yani ya Rabbi, senin katında doğru neyse ben ona inanıyorum demesidir.) Soracağı âlimi araştırmasında geciktirme yapması caiz değildir. Eğer bu hususta duraksarsa mazur olmaz, şayet duraksarsa (yani sonra araştırırım derse) kâfir olur.”[50]
Ebu Hanife rahmetullahi aleyh’in bu fetvası ulema katında tevhidin ne denli bir yere haiz olduğunu gösterme adına son derece önemlidir. Onlar tevhit denilince tabir yerindeyse teyakkuza geçiyor ve o konuda hata etmemek ve İnsanları hataya sürüklememek için oldukça dikkatli davranıyorlardı. Günümüz âlimleri (!) ise tevhit denilince bizlere “Siz daha o meseleleri aşamadınız mı?” şeklinde alaylı bir o kadarda üzücü bir ifadeyle karşılık vermektedirler. Bu önceki âlimlerle şimdikilerinin arasındaki hassasiyeti ortaya koyma açısından oldukça güzel bir örnektir.
Ya halk? Ya kendisini İslam’a nispet eden bu insanlar? Sen onlara söyledikleri veya yaptıkları işlerin şirk olduğunu, bunun neticesinde ebedi cehenneme gidebileceklerini anlattığında kıllarını dahi kımıldatmamakta ve hiçbir çabalama, tetkik etme ve araştırma içerisine girmemektedirler. Hâlbuki tevhit ve şirkle alakalı bir mevzu insana hatırlatıldığında o insan -eğer bunu bilmiyorsa- karnı aç ise yemek yemeden önce o meseleyi bilen bir insana sormak için harekete geçmeli ve bir an olsun duraksamamalıdır. Şayet duraksayacak olsa Ebu Hanife rahmetullahi aleyh’nin fetvasına göre küfre düşer. Allah korusun… Rabbim muhafaza etsin… Kendimizi muhasebe etmeli ve böylesi bir hataya düşmemek için varımızı yoğumuzu ortaya koymalıyız.
Cehalet Meselesinde Dâr Ayırımı
Cehaletin mazeret olup-olmayacağına dair İslam ulemasının kavilleri incelendiğinde, onların dâru’l İslam ve dâru’l küfür ayırımına gittikleri görülür. İslam’ın hâkim olduğu topraklarda genellikle ilme ulaşabilme imkânı kolay ve mümkünken İslam’ın hükmetmediği topraklarda ilme ulaşma imkânı genellikle zor ve meşakkatlidir ya da imkânsızdır. İşte bu hakikati göz önüne alan âlimler İslam’ın hâkim olmadığı yerlerde cehaleti mazeret kabul etmiş ve böylesi beldelerde yaşayıp ta şer‘î bir muhalefete düşen kimseleri tekfir etmede acele etmemişlerdir. Buna mukabil İslam’ın hâkim olduğu beldelerde ise şer‘î muhalefete düşenleri mazeretli kabul etmemişlerdir.
Bu ayırıma onları sevk eden yegâne unsur ilme ulaşıp-ulaşamamanın mümkün olup-olmayacağıdır. İslam ülkeleri ilme ulaşmanın en kolay olduğu yerlerdir. Küfür ülkeleri ise ilme ulaşmanın en zor olduğu yerlerdir. İşte bu nedenle cehalet konusunda söz söyleyen tüm âlimler böylesi bir ayırım yapmanın zorunlu olduğuna işaret etmişlerdir. Aslında böylesi bir ayırımı bizde kabul ediyor ve doğru olduğuna inanıyoruz. Mesela Avrupa veya Rusya’da İslam’a girmiş birisinden İslam’ın yaygın olduğu bir beldede yaşayan Müslümanların bildiği meseleleri bilmesini bekleyemeyiz. Oradaki Müslümandan ilk etapta beklenen tevhidin asıllarını bilmesi, şirkten uzak durması ve “zarurât-ı diyniye” diye tabir edilen İslam’ın olmazsa olmazlarını tanımasıdır. Bu ayırım doğru bir ayırım olup herkes tarafından kabul edilmeye uygundur.
Ancak burada izah edilmesi ve cevap bulunması zorunlu olan bir soru vardır. Soru şudur: Acaba önceleri İslam yurdu olup ta sonraları küfür diyarına dönüşen ve ilim elde etme imkânlarının aynı Dâru’l İslam’da ki gibi bol ve yaygın olduğu beldelerin hükmü nedir? Burada ki halklar acaba aslî küfür diyarlarında ki halklar gibi mutlak olarak cehaletleri sebebiyle mazur mu kabul edileceklerdir? İşte bu sorunun mutlaka cevap bulması gerekmektedir. Aksi halde içinde bulunduğumuz durumu doğru bir şekilde değerlendirmemiz mümkün değildir. Araştırmalarımız neticesinde bazı âlimler önceleri İslam diyarı olup ta sonraları küfür diyarına dönüşen günümüz diyarlarını incelemişler ve bu topraklarda yaşayan insanların içinde bulunduğu bu arızî durumu değerlendirmişlerdir. Bu âlimlerin tespitleri gerçektende kabule şayandır; zira günümüzde -örneğin Türkiye’de- İslamî bilgilere ulaşmak hem kolay hem de mümkündür. Hatta birçok beldede bile bu bilgilere ulaşmak bu kadar kolay değildir. İşte bu nedenle böylesi ülkelerde yaşayan halkları mazur kabul etmek İslam’ın ruhuyla uyuşmamaktadır. İslam insanların mazeretlerini yok etmek için kesin hüccetlerle gelmiştir. İslam’ın asıl hedefi insanları cehaletten kurtarmaktır. Cehaleti giderme imkânı olduğu halde onu gidermemek ve İslam’ın da buna müsamaha göstereceğini söylemek gerçektende ne akılla bağdaşır ne de İslam’ın ruhuyla. Bundan dolayı arızî daru’l küfürleri yeniden değerlendirmek ve doğru bir sonuca ulaşmak kaçınılmazdır.
Şimdi bu konuda bazı nakiller yapalım:
Hasan Karakaya[51] der ki: “Kanaatimizce aslında İslam diyarı olup sonra dâru’l harbe dönüşen memleketlerin halkı bilmemelerinden dolayı mazur sayılmazlar. Çünkü bu ülkelerde az da olsa Müslümanlar bulunmakta, İslam’ın helal ve haramlarına dikkat etmekte, farz ve vaciplerini yerine getirmektedirler.”[52]
Şeyh Abdulkadir b. Abdulaziz de şöyle demektedir:
“Bu tür ülkelerde (yani aslında İslam diyarı olup ta sonraları küfür diyarına dönüşmüş ülkelerde) bilgi edinmek, ilim talep etmek ve hakkı tespit etmek mümkündür. Bu bölgelerde hiç kimse cehaleti sebebi ile mazeretli görülmez. Ancak özellikle ilim sahibi kimselerin bilebileceği fakat diğer insanlar için kapalı dini meseleler bu hükmün müstesnasıdır.”[53]
Bu nakillerden de anlaşıldığına göre günümüz Türkiye’sinde yaşayan insanları tamamen aslî küfür diyarlarında yaşayan insanlar gibi değerlendirmek fıkıh ehli bir insanın yapacağı bir iş değildir. Çünkü küfür diyarlarında yaşayan insanların mazur kabul edilmesindeki temel illet onların ilme ulaşmasının mümkün olmamasıdır. Türkiye’de ise bu illet ortadan kalkmıştır. “El-hükmü yedûru mea illetihi”[54] kaidesinden hareketle Türkiye’yi bu ülkelerle aynı değerlendirerek halkını tamamen mazur kabul etmek fıkıhla bağdaşmayan bir tutumdur. Allah en iyisini bilendir.
Bu konunun izahını tamamlayarak tekfirin manileri konusunu noktalamış bulunmaktayız. Konumuza tekfir kurallarından ikincisinin izahı ile devam edeceğiz.
Faruk Furkan
[1] “Fıkıh Usûlü”, Hasan Karakaya, sf. 197.
[2] “el-Kâfi’l-Vâfî fi Usûli’l-Fıkhi’l-İslâmî”, Mustafa Saîd el-Hınn, sf. 53.
[3] Bkz. “Tefsiri’l-Kur’ani’l-Azîm”, 2/776.
[4] İbn-i Mâce, 2043.
[5] “İrca Saldırılarına Karşı Şüphelerin Giderilmesi”, sf. 318.
[6] “Fıkıh Usûlü”, Hasan Karakaya, sf. 243, 244.
[7] A.g.e. sf. 246.
[8] Aynı yer.
[9] “Fıkıh Usûlü”, Hasan Karakaya, sf. 246-248.
[10] İbn-i Mace, Talak 16.
[11] “İrca Saldırılarına Karşı Şüphelerin Giderilmesi”, sf. 320.
[12] “Fethu’l-Kadîr”, 4/267.
[13] “Fethu’l-Bârî”, 12/438.
[14] Aynı kaynak.
[15] Tarizli veya kinayeli ifade ile şu kastedilmektedir: Sen bir şey söylersin, söylediğin bu şey aslında doğrudur, ama karşındaki kişi bununla başka bir mana anlar.
[16] “el-Cami‘ li Ahkâmi’l-Kur’an”, 5/137.
[17] “er-Risâletu’s-Selâsîniyye”, Ebu Muhammed el-Makdisî, sf. 46.
[18] Bu söz ile iki şey kastedilmiş olabilir: Ya, Adiyy İbn-i Hatem’in derin uykusu ki, o zaman yastık uykudan kinaye olur. Ya da o sahabînin büyük kafalılığı ki bu durumda yastığın büyük olması ona konulan kafanın da büyük olmasına işarettir. Ancak Kurtubî bu ifadeden ikinci mananın kastedilmediğini, sözün devamının birinci manayı desteklediğini belirterek sahabîye gaflet nispetinde bulunmanın önüne geçmiştir. Bu yorum bizce edebe daha uygun gözüktüğü için kabule daha şayandır. Allahu a‘lem.
[19] Ebu Dâvud, 2350.
[20] “el-Edebu’l-Müfred”, 818.
[21] Buna benzer daha birçok olay vardır. Meseleyi detaylıca öğrenmek isteyenler “Kav‘id fi’t-Tekfir” adlı esere müracaat edebilirler. Bkz. sf. 70 vd.
[22] “ed-Dureru-s-Seniyye”, 11/479. “el-Kevkebu’d-Durriyyu’l-Munîr”, adlı eserden naklen. Bkz. sf. 77.
[23] “Fethu-l Bârî”, 12/304.
[24] Soruyoruz, acaba Rafızîlerin “Allah size bir inek kesmenizi emrediyor” (Bakara, 67) ayetini “Allah burada Aişe'yi kesmeyi istemiştir” şeklindeki tevilleri ne kadar makuldür? Acaba onların lügaten, şer‘an ya da örfen bir karineleri var mıdır?
[25] Bkz. “İrca Saldırılarına Karşı Şüphelerin Giderilmesi”, sf. 316.
[26] “Ahkâmu’l-Kur’an”, 2/302.
[27] “Mecmuu’l-Fetâvâ”, 28/519.
[28] “İstismar Edilen Kavramlar”, Abdullah Palevî sy. 340.
[29] “İntifâu’l kast” ifadesi kastın ortadan kalkması anlamına gelir. Yani bir şeyi kasıtsız olarak, gayri ihtiyari ve istem dışı yapmaktır. Bu ifadeyi kardeşlerimizin İslamî kavramlara aşinalık kazanması için tercüme etmeden, olduğu gibi vermeyi uygun gördük.
[30] Müslim, Tevbe, 1, hadis no: 2747
[31] Tirmizî, 3026.
[32] İbn-i Mace, Talak 16.
[33] “es-Sarimu’l-Meslûl”, sf. 184.
[34] Ebu Muhammed el-Makdisî, “er-Risâletu-s Selâsîniyye”, sf. 43, 44.
[35] www.hayrettinkaraman.net
[36] “es-Sarimu’l-Meslûl”, sf. 184.
[37] Bkz. Araf, 30, Zuhruf, 36, Kehf, 103-105, Zümer, 3.
[38] “el-Mevsuatu’l-Fıkhiyyetu’l-Kuveytiyye”, 16/197.
[39] Bu hadislerden bir tanesi şöyledir:
“Dört grup, kıyamet günü (mazur sayılmaları için) delil getirecektir. Bunlardan biri hiç bir şey işitmemiş olan sağırdır. Diğeri ahmak bir adamdır. Öbürü çocuklaşmış ihtiyardır. Sonuncusu ise fetret devrinde ölmüş birisidir. Sağıra gelince: “Rabbim! İslam geldi; ben hiç bir şey işitmedim” der. Ahmak ise: “Ya Rabbi! İslam geldi; ben hiç bir şeyi anlayamadım. Çocuklar bile (deliliğimden dolayı) bana davar pisliği atarlardı” der. İhtiyar: “Ey Rabbim! İslam geldiğinde ben hiç bir şeyi fehmedip anlayamıyordum” der. Fetret devrinde ölen adam ise: “Rabbim! Senin hiç bir peygamberin bana ulaşmadı” der. Sonra Allah Teâlâ kendisine itaat edeceklerine dair onlardan söz alır ve kendilerine “ateşe girin” diye (emreden) bir elçi gönderir. Kim (Allah emrettiği için) o ateşe girerse ateş onun için serin ve selametli olur. Kimde (Allah’ın emrine karşı çıkarak) o ateşe girmezse oraya itilir.” Hadisi, Ahmed b. Hanbel ve İbn-i Hibbân rivaye etmiştir. Hadis “sahih” tir.
[40] Bazı âlimler cehaletin sadece şu üç noktada mazeret olacağını, bunun haricindeki yerlerde ise asla mazeret olmayacağını söylemişlerdir:
1- Şer‘î hitabın ulaşmamış olması.
2- İlme ulaşmanın mümkün olmadığı uzak bir yerde yaşamak.
3- Küfürden yeni kurtulup İslam’a yeni girmiş olmak. Bu, gerçektende hoş bir görüştür.
[41] Ebu Vâkid el-Leys, radıyallaâhu anh der ki: “Rasûlullâh sallallâhu aleyhi ve sellem ile birlikte Huneyn’e çıkmıştık. Biz küfürden yeni uzaklaşmıştık. Müşriklere ait bir sidre ağacı vardı. Onun altında ibadet niyeti ile oturur ve ona silahlarını asarlardı. Ona “zat-u envât” denirdi. Bizde bir sidre ağacının yanından geçtik ve: “Ey Allah’ın Rasûlü! Bize, onların zat-u envâtı gibi bir zat-u envât tayin et!” dedik. Bunun üzerine Nebi sallallâhu aleyhi ve sellem: “Allah’u Ekber! Nefsim elinde olana yemin olsun ki, siz İsrail oğullarının dediği gibi dediniz. Onlar Musa aleyhisselâm’a dediler ki: “Onların sahip olduğu ilah gibi bize de bir ilah yap!” (Araf, 138) Musa aleyhisselâm onlara dedi ki: “Muhakkak ki sizler cahil bir kavimsiniz.” (Sonra Rasûlullâh sallallâhu aleyhi ve selem şöyle dedi:) “Muhakkak ki sizler, sizden önceki Yahudi ve Hıristiyanların yoluna mutlaka uyacaksınız.” (Tirmizi, 2180. Hadis “sahih”tir.)
[42] “Medaricu’s-Salikîn”, 1/470.
[43] Sf. 69.
[44] 20/280.
[45] “el-Furuk”, 4/264.
[46] “Medaricu-s Salikîn”, 1/239.
[47] “el-Kavâidu ve’l-Fevâidu’l-Usûliyye”, 58.
[48] Buhârî, Menakibu’l-Ensâr, 24. Hadis no: 3826.
[49] Buhârî, Menakibu’l-Ensâr, 24. Hadis no: 3827.
[50] “el-Fıkhu’l-Ekber, mea’ş-Şerhi’l Müyesser”, sf. 70. Ayrıca bkz. “Fıkh-ı Ekber Şerhi”, sf. 209.
[51] Kendisinden nakil yaptığımız usulcü Hasan Karakaya ile Vakit Gazetesinde köşe yazarlığı yapan Hasan Karakaya’yı birbirine karıştırmamak gerekir. Biri âlim öteki ise köşe yazarıdır.
[52] Hasan Karakaya, Fıkıh Usulü, sy. 415.
[53] “el-Cami‘ fi Talebi’l-İlmi’ş-Şerîf”. (Bu nakli “Cehalet Özrüne Dair Temel Esaslar” adlı eserden iktibas ettik. Bkz. sf. 199.)
[54] Hüküm illeti/gerekçesi ile beraber deveran eder. Yani meselenin hükmü illete bağlıdır; illet varsa hükümde vardır. İllet yoksa hükümde yoktur. Bu kaide erbabının malumu olduğu üzere usulde önemli bir yere sahiptir.