“(Rasûlüm!) Sakın ha, Allah’ı zalimlerin yaptıklarından habersiz sanma! Ancak, Allah onları (n cezalandırılmasını), korkudan gözlerin dışarı fırlayacağı bir güne erteliyor.” (İbrahim, 42)

MÜRCİELİK NEDİR, MÜRCİÎ KİMDİR?

 

بسم الله الرحمن الرحيم

Rahmân ve Rahîm Olan Allah’ın Adıyla…

 

Mürcie’nin Tanımı

Mürcie kelimesinin türediği kök hakkında iki görüş ileri sürülmüştür. Bunlardan birisi ertelemek, sonraya bırakmak ve tehir etmek anlamında “ircâ” kelimesidir; diğeri de beklenti içerisinde olmak ve ümit etmek anlamımda “recâ” kelimesidir. Kelimenin bu iki görüşten birincisi olan “ircâ” mastarından türediği daha çok tercih edilmiştir.[1]

Mürcie, günahın imana zarar vermediği tezini savunarak, büyük günah işleyene ümit veren ve onun hakkındaki nihaî kararı Allah’a havale edip tehir eden bir akait fırkasıdır.[2]

Bu İsmin Veriliş Nedeni

Mürcie’nin bu adla anılmasının beş nedeni vardır:

1) Onlar “taatın kâfire bir faydası olmadığı gibi, günahın da imana bir zararı yoktur” şeklindeki ilkeyi kabul etmek suretiyle büyük günah işleyen kimseye ümit vermektedirler. Üstte de belirtildiği gibi “ircâ” kelimesi “ümit verme” manasına gelmektedir. Bu nedenle onlara “ümit verenler” anlamında Mürcie denmiştir.

2) İman karşısında ameli ikinci plana itip, ona fazla önem vermedikleri için bu ad verilmiştir.

3) Büyük günah sahibinin hükmünü kıya­met gününe erteledikleri için bu isim verilmiştir.

4) İmamet konusunda, Hz. Ali’yi birinci sıradan dördüncü sıraya geçirdikleri için bu adla anılmışlardır.

5) Hz. Osman ile Hz. Ali taraftarları arasında meydana gelen ve neticede tekfire kadar varan görüş ayrılıklarının yaygın olduğu sıralarda her iki grubun da “mümin” olduğunu söyledikleri ve bu iki taraf hakkında herhangi bir hüküm belirtmeyip susmayı tercih ettikleri için kendilerine bu isim verilmiştir.[3]

Mürcie’nin Doğuşu

İtikadî boyutu ele alındığında bu mezhebin Haricî ve Mutezilî fikre tepki olarak ortaya çıktığı görülür. Bu fikir, büyük günah işleyen kimselerin hükmü konusunda hararetli tartışmaların yaşandığı bir dönemde ortaya çıkmıştır. Ilımlı ve uzlaşmalı bir fikri savunduğu için birçok taraftar toplamış ve ilk dönemdeki birçok insanı etkisi altına almıştır. Hâriciler, büyük günah işleyenin kâfir olduğunu söylerken, Mutezile bunların mümin de olmadığını kâfir de olmadığını, aksine beyne’l-menzileteyn/iki menzile arasında bir yerde olduğunu öne sürmekteydi. İşte bu iki farklı inancın revaçta olduğu bir ortamda Mürcie, küfürle beraber itaatin fayda vermediği gibi, imanla beraberde günahın zarar vermeyeceği teziyle sesini yükseltti. Doğuşunu bu iki fırkanın ortaya attığı tezlere bir tepki olarak kabul etmenin yanı sıra, ayrıca Emevîlerle Haşimîlerin aralarındaki çekişmelere, Emevîlerle Haricîlerin diğer muhaliflere karşı acımasız davranışlarına ve mevâliyi küçük görmelerine, özellikle de Müslümanların birbirlerini öldürmelerine karşı çıkan ılımlı bir tepki hareketi olarak kabul etmek gerekir.

Âlimlerin genel kanısına göre Mürcie, büyük günah işleyenin kâfir olup-olmayacağı meselesinden sonra ortaya çıkmış bir fikir akımıdır; ancak bazı âlimler daha mürtekib-i kebîra meselesi gündeme gelmeden önce bu görüşün siyasi bir duruş olarak mevcut olduğunu ileri sürmektedirler. Bu âlimler şöyle demişlerdir: Sahabe döneminde, Hz. Osman ile Hz. Ali taraftarları arasında meydana gelen ve neticede tekfire kadar varan görüş ayrılıklarının yaygın olduğu sıralarda her iki grubun da “mümin” olduğunu söyleyen ve bu iki taraf hakkında herhangi bir hüküm belirtmeyip susmayı tercih eden üçüncü bir grup vardı. Bu grup Rasûlullâh sallallâhu aleyhi ve sellem’den nakledilen “İlerde bir sürü fitne kopacaktır, Bu fitneler esnasında oturan yürüyenden, yürüyen de koşandan daha hayırlıdır...”[4] hadisini göz önüne alarak bu tartışmalara katılmamıştır. Müslümanlar arasında ki anlaşmazlıklar giderek artınca mesele sadece ihtilaflar hakkında hüküm vermekle kalmadı, buna birde “büyük günah işleyenin durumu” eklendi. Bunun üzerine bazı sahabelerin daha önce ihtilaflar hakkında gösterdikleri “kararsızlık” ve “erteleme” şeklindeki tutumu “büyük günah işleyen” hakkında da gösteren yeni bir grup ortaya çıktı. Bunlar büyük günah işleyen hakkındaki hükmünde ertelenerek, tüm gaypları bilen Allah’a havale edilmesi gerektiğini savundular ve günah işleyenin durumu hakkında konuşmaktan kaçındılar.[5] İşte sırf fitne ve fesada yol açar endişesiyle hüküm belirtmekten çekinerek bir kenara çekilen ve son kararı Allah’a havale eden bu gruba, bu tutumlarından dolayı “Mürcie” denmiştir.  Bu görüşü savunan âlimlere göre başlangıçta siyasi bir tarafsızlığın ifadesi olan Mürcie, daha sonra akait sahasındaki bir tarafsızlığın adı olmuştur.[6] Dolayısıyla Mürcie ismini; tarihteki siyasi kargaşalardan dolayı meydana gelen tatsız olaylar karşısında sessiz kalarak o olaylara karışanların durumunu irca edenler ve büyük günahların mümine zarar vermediğini iddia ederek ona ümit verenler diye iki başlık altında incelememiz kaçınılmazdır.

Birinci grup siyasi bir duruşu temsil etmekte iken, ikinci grup akait alanında fikri bir yapıyı temsil etmektedir; ancak akait ve kelam kitaplarında “Mürcie” denilince ikinci grupta yer alan ve günahın imana zarar vermediğini iddia eden bidat ehli fırka kastedilmektedir.

Mürcie’nin Görüşleri

Mürcie mezhebinin itikadî, fıkhî, siyasi ve tasavvufa ait birçok görüşü vardır. Biz konumuz çerçevesinde itikatla alakalı meseleleri ele alarak diğer görüşleri üzerinde durmayacağız.[7]

Mürcie’nin imanın tarifi ile alakalı görüşleri üçe ayrılır. Bu görüşler sırasıyla şu şekildedir:

Birinci Görüş: İman kalpte yerleşen marifet (bilgi) veya tasdiktir. Mürcieyi etkilediği kabul edilen Cehm b. Safvan ve taraftarlarına göre iman yalnızca Allah’ı, peygamberlerini ve O’ndan gelen her şeyi bilmektir; marifet (bilgi) dışındaki şeyler iman değildir. Küfür ise Allah’ı bilmemektir. İman ve küfrün her ikisi de kalpte bulunur.

İkinci Görüş: Bu görüşe göre iman “Allah’ı ve O’ndan gelen her şeyi toptan kalp ile tasdik, dil ile ikrar etme” şeklinde tanımlanır. Bu tanım genel olarak Ebu Hanife ve taraftarlarının oluşturduğu Kûfeli fakihlere ait olup Mürcie’nin çoğunluğu tarafından benimsenmiştir.

Üçüncü Görüş: Bu görüşe göre de iman; sadece dil ile ikrardan ibarettir. Muhammed b. Kerram ve mensuplarınca benimsenen bu görüş, imanı kalbin tasdiki değil, dilin ikrarı; küfrü ise Allah’ı dil ile inkâr etme olarak anlar.[8]

Bu üç görüşün ilki ve sonuncusu tüm Ehli Sünnet âlimlerince reddedilmiştir. İlk görüşe göre küfür ameli işleyen veya küfür sözü söyleyenlerin tamamının –kalpleri ile inkâr etmedikleri sürece– mümin olmaları gerekir. Bu görüş, Kur’an ve Sünnet tarafından sarahaten reddedilmiştir. Bu mesele ileride inşâallah etraflıca ele alınacaktır. Son görüşe göre ise, tüm münafıkların hakikaten mümin olması gerekir ki, bunun da kabul edilmesi mümkün değildir. Kur’an ve Sünnetin birçok nassı bu sapkın görüşü reddettiği noktasında oldukça açıktır. İkinci görüşe göre ise amel iman kapsamından çıkarılmıştır. Bu görüş Selefin ortaya koyduğu ve “İman kalp ile tasdik, dil ile ikrar ve azalarla amel etmektir” diye formüle edilen tarife aykırıdır. Bu nedenle birçok âlim Ebu Hanife rahmetullahi aleyh’e “Mürcie” nitelendirmesinde bulunmuştur. Ebu Hanife’nin imanın tanımı hususunda “Mürcie”ye meylettiği doğrudur; ancak onun Mürcie’ye meyletmesi kendisinin Mürcie olduğu anlamına gelmez. Bahsimizin sonunda bu meseleyi inşâallah ele alacağız.

Mürcie Fırkaları

Diğer İslamî fırkalarda olduğu gibi, Mürcie’de de bölünmeler olmuş ve taraftarları birçok fırkalara ayrılmışlardır. Bu fırkaların sayısı bir hayli çoktur; biz bunlardan sadece bazılarını tanıtmaya çalışacağız.

1) Cehmiyye: Kuruculuğunu Cehm b. Safvan’nın yapmış olduğu bu ekol, imanı “Allah’tan gelen şeylerin tamamı hususunda kişide marifetin/kesin bir bilginin husul bulması” şeklinde tarif etmiştir. Küfrü ise “Allah’ı tanımamak” şeklinde kabul etmiştir. İkrâr, amel ve tasdik gibi şeyleri iman kapsamında değerlendirmezler. Bu ekolün sahiplerine göre ilim ve marifet, inkâr ile zâil olmayacağı için kişi Allah’a sövmek, Peygambere hakaret etmek, “teslis” i‘lanında bulunmak ve dinle alay etmek gibi dili ile küfrü gerektiren bir söz söylese veya puta tapmak, zünnar kuşanmak, haç işareti takmak ve Kur’ân’a aykırı yasalar çıkarmak gibi fiilleri ile dinden çıkarıcı bir amel işlese asla küfre girmiş olmaz! Bu tür ameller, kalben helal kabul edilmediği veya haramlığı inkâr edilmediği sürece asla imana zarar vermez. Bu ve emsali inançlarından ötürü Mürcie’nin bu kolu, İslam Ümmeti içerisinde en tehlikeli fırkalardan birisi kabul edilmiştir. Hatta İslam uleması bu tür fikirlerinden dolayı Cehm b. Safvan’ı ve onunla aynı fikri savunan kimseleri tekfir etmiştir.[9] Bu fırkanın Ehl-i Sünnetle çelişen daha birçok görüşü vardır.[10]

2) Kerramiyye. Muhammed b. Kerram es-Sicistanî tarafından kurulmuş bir fırka olup, İslâm’ın inanç ve ibadet esaslarını kendine özgü bir biçimde yorumlayarak birçok açıdan dalalete düşmüştür. Bu ekolün sahiplerine göre sadece diliyle Kelime-i Tevhid’i söyleyen kişi “mü’min”dir, iman için kalbin tasdikine ve amele gerek yoktur. “Lâ ilâhe illallah” diyen kişi, kalbinde küfür taşısa bile mü’mindir (!)

 Kerrâmiyye, ik­rarın bütün ruhlarca, “Evet, sen bizim rabbimizsin” (Araf/172) şeklindeki ilk ikrarla gerçekleştirildiğini, insanların İslâm’dan başka bir dine geçmedikleri sü­rece ebediyyen devam edeceğini, bu ikrarı dünyada Kelime-i Şehâdetle tekrarlayan herkesin İslâm ümmetinin bir ferdi ola­cağını belirtmiştir. Onlara göre amel ve iman ayrı şeylerdir; yani iman söz, ameller ise onun ilkeleridir. İman iyilik yap­makla artmaz, kötülük işlemek veya em­redileni terk etmekle de azalmaz. Peygam­ber dahi olsa bütün Müslümanlar iman bakımından eşittir. Çünkü her mümin gerçek mümin, her kâfir de gerçek kâfir­dir. İkisi arasında üçüncü bir konum yok­tur.[11]

3) Gaylâniyye. Şamlı Gaylan b. Mervan’a nispet edilen, imanı “Allah’ı bilmek, sevmek ve O’na itaat etmek, Hz. Peygamberin getirdiklerinin tamamını dil ile ikrar etmek” şeklinde tanımlayan bir fırkadır. İrcâ fikrini ortaya atan ilk şahıs budur.

4) Yûnusiyye: Yûnus b. Avn en-Nemîrî adında bir şahsın taraftarlarından oluşan bir fırkadır. Ona göre iman, Allah Teâlâ’yı bilmek, O’na boyun eğip bağ­lanmaktır. O’na karşı kibirlenmemek, O’na kalp ile sevgi beslemektir. Bu hasletleri taşıyan kimse mümindir. Bunlar dışında kalan ve taat cinsinden olan şeyler imandan değildir. İman, hâlis ve sâdık oldukça kişi, bunların terkin­den dolayı azap görmez.

5) Merîsiyye: Bişr b. Ğıyâs el-Merîsi’ye nispet edilen ve imanı “tasdik” şeklinde tanımlayan, bunun da kalp ve dil ile gerçekleşeceğini iddia eden bir fırka.[12] Bu fırkaya göre küfür yalnızca hükmün inkârı ile olur, bundan dolayı puta tapmak küfür değil, sadece küfre alamettir.  

6) Gassâniyye: Gassân el-Kûfî adında bir şahsın taraftarlarından oluşan fırkadır. Kendisi iman hakkında şöyle demiştir: “İman, Allah Teâlâ’yı, Peygambe­rini, Allah tarafından indirilen şeriatı ve Allah Resûlü sallâllahu aleyhi ve sellem’in getirdiklerini tafsilen değil, genel olarak (İcmâlen) bilmektir.” Ona göre iman ne artar, ne de eksilir. İddiasına göre herhangi biri çıkıp “Allah Teâlâ’nın domuz eti yemeyi haram kıldığını biliyorum, ama haram kıldığı domuzun şu koyun mu, yoksa başka bir şey mi olduğunu bilmiyo­rum” dese mümin olarak kalır. Yine biri çıkıp “Allah Teâlâ’nın Kâbe’yi haccetmeyi farz kıldığını biliyorum; ama Kâbe’nin nerede olduğunu bil­miyorum, belki Hindistan’dadır” dese mümin olmaya devam eder. Bu misallerle anlatmak istediği, bu tür inançların imanın ötesinde hususlar oluşudur.

7) Tûmeniyye: Ebu Muâz et-Tûmenî adında bir şahsın taraftarlarından oluşan fırka­dır. Ebu Muâz’a göre iman marifet, tasdik, muhabbet, ihlâs ve Resûlullah'ın getirdiklerini ikrardır. Bunların tamamını, ya da bir kısmını terk etmek küfürdür. Bunların yalnız birisinin veya bazısının iman olduğu söylenemez. Küfür olduğu hakkında icma edilmemiş küçük veya büyük bir masiyeti işleyen kimse hakkında “fısk ve isyanda bulundu” denilir; ama “fâsık” denmez. Terk etmeyi helâl sayarak namaz kılmayı boşlayan kim­se kâfir olur. Kaza etme niyetiyle terk eden kimse ise kâfir olmaz. Ona göre bir peygamberi öldüren veya ona vuran kimse küfre düşer. Ama küfre düşmesinin sebebi, onu öldürmesi veya vurması değil, küçümseme, düşmanlık ve buğz yüzündendir.[13]

Genel Bir Değerlendirme

Mürcie hakkında anlattığımız bu şeylerden hareketle bir değerlendirme yapmamız ve tarihte var olan ircâ fikri ile günümüzde bu fikrin uzantılarını karşılaştırmamız gerekmektedir. Bu değerlendirme ve analizler sayesinde kişi tarih kitaplarından okumuş olduğu Mürcie’nin bu günkü temsilcilerini, onların günümüzde nasıl bir strateji izlediklerini ve onlardan kendisini nasıl koruyacağını öğrenmiş olacaktır. Ancak burada bir hususa dikkat çekmek istiyoruz ki, bu anlaşılmadan yapacağımız değerlendirmelerin yanlış yorumlanması muhtemeldir.

İslam âlimleri iman ve küfür meselelerinde Mürcie’yi iki kısımda değerlendirmişlerdir. 1. “Mürcietü’l-Mütekellimin” denilen, Selefin tekfir ettiği ğulat/aşırı Mürcie. 2. “Mürcietü’l-Fukaha” denilen, ameli iman kapsamında değerlendirmeyen Mürcie.

Değerlendirmelerimize geçmeden önce bu iki grubun izah edilmesi zorunludur. Bu sayede bizim, eleştiri oklarımızı kime yönlendirdiğimiz doğru bir şekilde anlaşılmış olur.

1. Mürcietü’l-Mütekellimîn

Mürcie’nin Cehmiyye kolu, imanın sadece kalbin marifeti olduğunu iddia etmiş ve kalbin amellerini, organların amellerini ve ikrarı iman kapsamından çıkarmıştır. Mürcie’nin bu koluna göre kişi Allah ve Rasûlüne sövdüğü, Allah dostlarına düşmanlık ettiği, Allah düşmanlarını dost edindiği, Kur’an’ı küçümsediği ve mescitleri yıktığı halde kâmil bir mümin olabilir! Onlar tüm bu işleri kalpte olan imanla çelişmeyen günahlar olarak telakki etmektedirler. Kişi tüm bu küfür amellerini işlese bile hem iç âleminde hem de Allah katında mümin bir kuldur! İmam Veki‘, Ahmed b. Hanbel, Ebu Ubeyd gibi Selef âlimleri, bu görüşte olan kimseleri tekfir etmişlerdir. Bizim tenkit ve eleştirilerimizin Mürcie’nin bu grubuna ve onların uzantısı olan “Çağdaş Mürcieler”e olduğunu şimdiden belirtelim.

2. Mürcietü’l-Fukaha

Bu grupta yer alan ulema, imanın yalnızca kalbin tasdiki ve dilin ikrarından ibaret olduğunu savunmuşlar ve ameli iman kapsamından çıkarmışlardır. Onlara “Mürcie” denilmesinin tek sebebi, ameli imandan ayırmalarıdır. Onlar asla Cehm b. Safvan’ın iddia ettiği gibi “kişi ancak kalben inkâr ederse kâfir olur” dememişlerdir. Aksine kalben inansa bile küfür amellerinden birisini işlemek sureti ile kişinin küfre gireceğini belirtmişlerdir. Bununla beraber kudreti olduğu halde dili ile ikrarı terk eden kimseyi tekfir etmişler ve kalplerinde “tasdik” olmasına rağmen Firavun ve emsallerinin kâfir olduğunu söylemişlerdir. Ebu Hanife rahmetullahi aleyh ve benzerleri bu gruptan sayılmıştır.[14]

Bu taksimatı yaptıktan sonra hemen belirtmeliyiz ki, bizim üzerinde durmak istediğimiz ve insanları sürekli sakındırmış olduğumuz Mürcie, ilk maddede anlattığımız ve küfrü yalnızca kalbe hasrederek söz ve amelle küfre girilmeyeceğini iddia eden aşırı Mürciedir. Bugün dünya üzerinde yoğun bir şekilde bu akide, insanların zihnine yerleştirilmeye çalışılmakta ve bu doğrultuda kitap ve makaleler yazılmaktadır. Yeryüzünde Allah’ın yasalarını işlevsiz hale getiren tâğutlar, bu akidenin yayılması için yoğun çaba harcamaktadırlar; çünkü bu akide gereğince kendileri küfrü gerektiren hangi ameli işlerlerse işlesinler asla dinin dışına çıkmış sayılmayacaklardır. Onların yapmış olduğu küfür amellerine en iyi kılıf bu akide sayesinde bulunmaktadır. Onlar bu akideyi empoze ederken, elbette “Bu Mürcie akidesidir” demeyecekler; aksine bunun Allah ve Rasûlü’nün razı olduğu bir inanış biçimi olduğunu ortaya koyacaklardır. Bu noktada Seleften bazılarından nakledilen şu sözü aktarmanın yerinde olduğunu düşünüyoruz:

“Mürcielik yöneticilerin sevdiği bir dindir!”[15]

Bu gerçekten de yerinde bir sözdür. Selef, keskin ve ileri görüşlülüğü ile bu hakikati iyi tespit etmiştir.

Evet, bu girişten sonra değerlendirmelerimizi şu şekilde sıralayabiliriz:

1) Mürcie’ye Göre Küfür Sadece Kalpte Olur

Geçen satırlarda da belirttiğimiz gibi, Mürcie Mezhebi’nin ğulat/aşırılarının nezdinde küfür sadece kalp ile inkâr etmekten ibarettir. Onlara göre ameller imandan ayrı olduğu için küfrü gerektiren hiçbir eylem ve söylem kalben kabul edilmediği sürece kişiyi dinden çıkarmaz. Örneğin, kişi Allah ve Rasûlü’ne sövse, Kur’ân’ı tahkir etse, puta tapsa, Allah’ın kitabını bir tarafa atarak kendi heva ve hevesine göre kanunlar çıkarsa, ehl-i küfre has olan zünnar ve haç işareti gibi simgeleri taksa, Müslümanlara düşmanlık etse, İslam’ı yok etmek isteyen kâfirlere gerek maddi gerekse manevî her türlü yardımda bulunsa, küfrün ordularında Müslümanlara karşı savaşsa ve daha burada sayamayacağımız nice küfür amellerini yapsa kalben Allah’ı bildiği için dinden çıkmış olmaz. Bu kimse Ebu Bekir radıyallâhu anh gibi bir mümindir!

İşte bu inanış, İslam âleminde birçok yanlışa sebep olmuştur. Bu yanlışların başında İslam’la uzaktan-yakından alakası olmayan yönetici tabakasının Müslümanlar üzerine musallat olması gelmektedir. Bunun kadar tehlikeli olan diğer bir husus ise, bu liderlerin Allah adına halka sevdirilerek onların itaatinin sağlanması ve gerçek yüzlerinin halktan gizlenmesidir. Dinlerine gereken önemi vermeyen halklara bu mezhebin sapkın inancı anlatılarak onların uyanması sağlanmalıdır. Maalesef bu mezhebin fasit görüşleri halkları da etkisi altına almıştır. Bu gün halktan birisi küfür ameli işlediği zaman ona “sen dinden çıktın” denilecek olsa, alınacak cevap hemen hazırdır “Sen kalbime bak!”

Bu akidenin fasit görüşleri neticesinde insanlar küfür söz ve amellerine karşı son derece duyarsızlaşmışlardır. İnsanın alabildiğine bu söz ve amellerden kaçınması gerekirken, bir de görürsün ki o buna hiç de aldırış etmemektedir. Bu musibetten Rabbim bizleri kurtarsın.

Mürcie’nin Çağdaş Uzantıları

Mürcie, ilk dönem insanları üzerinde olduğu gibi, son dönem insanları üzerinde de etkili olmuştur. Hatta bu görüş, belki de bu gün önceki dönemlere nazaran daha da yaygınlaşmış durumdadır. Çünkü bu gün Allah’ın koruduğu çok az kimse dışında bu akideye kendisini kaptırmayan yok gibidir. Hatta imanı Ehl-i Sünnetin tanımladığı gibi kalp ile itikad, dil ile ikrar ve azalarla amel şeklinde tanımladığı ve kendisine “selefî” dediği halde bu inançta olan kimseler bile vardır.[16]

Bu insanlar, eğer herkese karşı Mürcie olsalardı durum biraz daha ehven olurdu. Ama onlar insanlar arasında ayırım yapmaktadırlar. Onlar, mazlum ve mustazaf Müslümanlara karşı sert ve katı tutumludurlar. En basit bir hata, yanlış ve günah sebebiyle onlara su-i zan beslerler, kasıt ve niyet gözetmeksizin tüm nassların zahirini onlara hamlederek kendilerinin fasık, mücrim hatta bazen de kâfir olduklarını söylerler! Ama onlar küfrün ve şirkin önderi olan tâğutlara ve onların dostlarına karşı son derece müşfik ve merhametlidirler. Onları savunur, haklarında hep tevile başvurur, hatta gerek aklın gerekse naklin kabul edemeyeceği şekilde tevil sahasını onlar için geniş tutarlar. Kasıt ve niyet şartı getiren tüm nasları onlara hamlederek kendilerinin itaat edilmesi vacip olan emir sahipleri olduğunu iddia ederler! Onlar bu tutumlarıyla aynı anda hem Haricîlerin hem de Mürcie’nin birçok özelliğini bir arada bulundururlar. Onlar için şöyle diyen kimse ne de doğru söylemiştir! “Onlar davetçilere ve kendileriyle aynı fikirde olmayanlara karşı Haricî, küfrün ve nifakın tüm özelliklerini kendisinde bulunduran tâğutlara karşı ise Mürciedirler.”[17]

Tarih, tarih olalı böyle bir şeyi ne duymuş ne de görmüştür! Önceki dönemlerde bu tür şeyler vuku bulmuş değildir. Ama İslam’ın “gurbet” yaşadığı bu çağ, bizlere bu tür gariplikleri bile göstermiştir. Allah ayaklarımızı sabit kılsın.

Şimdi burada sırf onların gariplik ve tezatlarına örnek olsun diye şeyhleri Nasiruddin el-Elbânî’nin[18] birkaç görüşünü ele alacak ve onun mesele hakkında Mürcie’den de öte Cehmiyye’ye kaçan fikirlerini zikrederek Ehl-i Sünnet menheci ile ne kadar uyumluluk arz ettiğini mukayese etmeye çalışacağız.

Elbanî der ki:

* “Biz, Allah’a ve Rasûlüne söven kimsenin alelıtlak kâfir olacağına inanmıyoruz. Çünkü sövmek bazen cahillik sebebiyle, bazen kötü terbiye sonucu, bazen gafleten, bazen de bilerek ve kastederek olabilir. Bilerek ve kastederek sövülürse, o zaman bu, kendisinde hiçbir işkalin olmadığı bir riddet olur. Ancak eğer işaret ettiğim vecihlerden birisinden olması muhtemel olursa, o zaman tekfir etmeme hususunda ihtiyatlı davranmak, tekfirde aceleci davranmaktan dini açıdan daha önemlidir.”[19]

* “Bizler kalben kast edilen küfür ile, zâhiri küfür olduğu halde kalben kastedilmeyen küfrün arasını ayırıyoruz.”

*  “Küfür, kalbî bir ameldir, (azalarla yapılan) bedeni bir amel değildir.”[20]

Şeyhin buna benzer birçok sözü vardır. Maksat hâsıl olduğu için bu kadarıyla yetiniyoruz. Şimdi bu sözlerin Kur’an, Sünnet ve Ehl-i Sünnet menheciyle ne kadar uyumluluk arz ettiğine bir bakalım.

Allah ve Rasûlüne Söven Kimsenin Hükmü ve Bunun Delilleri

Allah ve Rasûlüne söven bir kimse, küfür sözü söylediği için sırf bu sövmesi sebebiyle kâfir olur. Sövmenin haram olduğuna inanması veya sövmeyi helal kabul etmesi sonucu değiştirmez. Böyle birisinin sırf bu sözü sebebiyle kâfir olacağı ve niyetine bakılmayacağı hususunda Ehl-i Sünnet arasında hiçbir ihtilaf yoktur. Kur’an ve Sünnette yer alan deliller, Sahabe, Tabiîn ve mezheb imamlarının kavilleri, bunun böyle olduğunu açıkça ortaya koymaktadır. Bu konuda iman ve küfür meselelerinde “Mürciî” veya “Cehmî” olandan başka hiç kimse farklı görüş beyan etmemiştir. Böyle birisi mürted olarak öldürülür ve istitâbe de uygulanmaz (tevbeye davet edilmez). Bunun delillerine gelince:

a)Kur’an’da Yer Alan Deliller

Yüce Allah şöyle buyurur:

 “Eğer antlaşmalarından sonra yeminlerini bozup dininize dil uzatırlarsa, küfrün elebaşlarıyla savaşın. Çünkü onlar yeminlerine riayet etmeyen kimselerdir. Umulur ki, vazgeçerler.” (Tevbe, 12)

 Yüce Allah bu ayette, kendi dinine dil uzatan, İslam hususunda ileri geri konuşmak suretiyle dini tenkit eden kimselerin “küfrün önder ve liderleri” olduğunu beyan ediyor. Dine dil uzatmak (ta‘n etmek) ise, dine yakışık ol­mayan şeyleri nispet etmek yahut da dinden olan herhangi bir şeyi hafife ala­rak itiraz etmek demektir. “Küfürde önder olma vasfı” mücerret küfrün üzerine eklenmiş bir niteliktir. Yani onlar, dine dil uzatmaları sebebiyle üzerinde bulunmuş oldukları küfre küfür katmışlar ve küfürde katmerleşmişlerdir. İmam Kurtubî şöyle der:

“Allah Teâlâ’nın ‘Küfrün elebaşlarını hemen öldürün’ buyruğundaki ‘elebaşları’ anlamına gelen ‘eimme’ kelimesi, imam kelimesinin çoğuludur. Bununla kas­tedilen bazı ilim ehlinin görüşüne göre Ebu Cehil, Utbe, Şeybe ve Umeyye b. Halef gibi Kureyş’in ileri gelenleridir; ancak bu uzak bir ihtimaldir. Çünkü bu âyet-i kerime Tevbe Sûresi’ndedir. Ve bu âyet-i kerime nazil olup da insanlara karşı okunduğunda Al­lah, Kureyş’in güç kaynaklarının kökünü kurutmuştu. Geriye onlardan kalan­lar ya Müslümandı ya barış yapmış kimselerdi. Dolayısıyla ‘Küfrün elebaşlarını hemen öldürün’ buyruğunun ahdi bozan ve dine dil uzatmaya kalkışan her bir kimsenin, küfürde bir esas ve bir lider olması manasına gelmesi muhtemeldir.”[21]

İbn-i Teymiyye der ki:

“Allah Teâlâ bu kimseleri sırf dine dil uzattıkları için ‘küfrün elebaşları’ diye isimlendirdi. Bununla, dine dil uzatan her kimsenin küfrün önderi olduğu kesinlik kazanmıştır.”[22]

“Andolsun, onlara (Tebük gazvesine giderken söyledikleri o alaylı sözleri) soracak olsan, elbette şöyle diyeceklerdir: ‘Biz sadece eğlenip şakalaşıyorduk.’ De ki: Allah ile O’nun ayetleri ile ve Rasûlü ile mi alay ediyorsunuz? Özür dilemeyin. Siz iman ettikten sonra gerçekten de kâfir oldunuz…” (Tevbe, 65, 66)

Bu ayetin nuzül sebebi şu olaydır:

“Tebük gazvesinde bir adam:

—Bizim şu Kur’an okuyanlarımız kadar midelerine düşkün, dilleri yalancı ve düşmanla karşılaşma esnasında korkak kimseleri görmedim, dedi. O mecliste bulunan bir adam:

—Yalan söylüyorsun. Sen bir münafıksın. Seni Rasûlullâh sallallâhu aleyhi ve sellem’e haber vereceğim, dedi. Bu, Rasûlullâh sallallâhu aleyhi ve sellem’e ulaştı ve bunun üzerine bu ayetler indi.”[23]

Abdu’l Mun’im Mustafa bu ayet ve ona ilişkin sebebi nuzulu zikrettikten sonra şöyle der:

“Bu nakiller, Allah ile ayetleri ile ve Rasûlü ile alay eden bir kimsenin, bunu oyun, eğlence ve şaka maksadıyla yapsa dahi kâfir olacağı noktasında açık nasslardır. Ümmet arasında küfür olan bir söz veya amel ile eğlenilmesinin küfür olduğu konusunda hiçbir ihtilaf yoktur…” [24]

Zikri geçen ayet ve hadiste, Tebük gazvesine giderken aralarında konuşan ve konuşmaları esnasında Rasûlullâh ve ashabı hakkında –içeriğini itikat ederek değil, sadece oyun ve eğlence amacıyla– ileri geri laflar eden bir takım insanların, bu sözleri nedeniyle dinden çıktıkları belirtilmektedir. Ayetin ifadesinden onların bu olaydan önce “mü’min” oldukları, fakat telaffuz ettikleri bir takım alaycı ifadelerden dolayı küfre düştükleri anlaşılmaktadır.

İmam Kurtubî, Kadı Ebu Bekir İbnu’l-Arabî’nin şöyle dediğini nakleder: “Küfür (lafızlarıyla) şaka yapmak küfürdür. Bu konuda ümmet arasında hiçbir ihtilaf yoktur.”[25]

İmam Cessas “Ahkamu’l Kur’an” adlı eserinde bu ayeti tefsir ederken şöyle der: “Bu ayette, ikrah olmaksızın küfür kelimesini söyleyen kimselerin şakacı veya gerçekçi olmasının eşit olduğuna bir işaret vardır… Bu ayet, küfür kelimesini izhar etme hususunda şaka yapanla ciddi olanın aynı hükme tabi olduğunu ifade etmektedir.”[26]

İbnu’l Cevzi der ki: “Bu (nakiller) küfür kelimesini izhar etme hususunda şaka yapanla ciddi olanın bir olduğuna işaret etmektedir.”[27]

İman Âlusi şöyle der: “Bazı âlimler bu ayet ile küfür kelimesini söyleme hususunda şaka yapmanın ve ciddi olmanın eşit olduğuna delil getirmişlerdir ki, bu hususta (zaten) ümmet arasında hiçbir ihtilaf yoktur.”[28]

İbn-i Nuceym der ki: “Kim gerek şaka yere gerekse ciddi olarak küfür kelimesini söylerse tüm âlimlere göre kâfir olur. Bu konuda niyetinin hiçbir geçerliliği yoktur.”[29]

İbn-i Hümam şöyle der: “Kısacası, bazı fiiller vardır –kâfirlere has olan alametler gibi– bunlar inkâr makamına kâimdir. Küfrün bizzat kendisinden uzak durmak nasıl gerekli ise, bu tür fiillerden de uzak durmak gerekir. Allah Teâlâ ‘Biz dalmış eğleniyorduk’ diyen kimselere, ‘Özür dilemeyin, siz iman ettikten sonra gerçekten kâfir oldunuz’ buyurdu. Onlara ‘Siz yalan söylediniz’ demedi. Aksine küfrün en belirgin özelliklerinden olan ‘boş işlere dalmak’ ve ‘eğlenmek’ ile boyunlarından İslam bağını çıkardıklarını ve İslam’ın korumasından çıkıp küfre girdiklerini haber verdi. Bu da göstermektedir ki, bu tür fiiller bir şahısta bulunduğu zaman o şahsın küfrüne hükmedilir, kalbindeki tasdike de bakılmaz...”[30]

b) Sünnette Yer Alan Deliller

* İbn-i Abbas radıyallâhu anhuma’dan şöyle rivayet edilmiştir: Gözleri görmeyen âmâ birisinin ümmü veledi[31] vardı. Bu kadın, Rasûlullâh sallallâhu aleyhi ve sellem’e küfreder, O’nun hakkında yakışıksız şeyler söylerdi. Âmâ adam onu bundan nehyeder fakat ka­dın vazgeçmez, âmâ yine onu meneder ama dinlemezdi. Kadın bir gece Rasûlullah sallallâhu aleyhi ve sellem hakkında yakışıksız şeyler söylemeye, ona küfretmeye başladı. Bunun üzerine âmâ hançeri aldı, kadının karnına sapladı ve üzeri­ne yüklenip onu öldürdü. Ayakları arasına bir çocuk düştü. Kadın orasını (yatağı) kana buladı. Sabah olunca olay Rasûlullah sallallâhu aleyhi ve sellem’e anlatıldı. Rasûlullah sallallâhu aleyhi ve sellem halkı topla­yıp şöyle dedi:

—Bu işi yapan şahsı Allah'a havale ediyorum (Allah adına yemin ve­rerek arıyorum). Şüphesiz onun üzerinde benim hakkım var, (bana ita­at etmesi vacip) ama ayağa kalkarsa müstesna.

Bunun üzerine âmâ kişi kalktı, safları yararak ve sallanarak (gelip) Rasû­lullah sallallâhu aleyhi ve sellem’in önüne oturdu ve:

—Ya Rasûlullah! Ben o kadının sahibiyim. Sana küfreder ve hakkında çirkin sözler söylerdi. Onu nehyederdim dinlemez, menederdim vazgeç­mezdi. Benim ondan inci tanesi gibi iki oğlum var. O bana karşı da yumuşaktı. Dün gece yine sana sövmeye ve hakkında çirkin sözler söyle­meye başladı. Ben de hançeri alıp karnına sapladım, üzerine yüklenip onu öldürdüm, dedi. Bunun üzerine Rasûlullah sallallâhu aleyhi ve sellem:

—Dikkat edin ve şahit olun ki, o kadının kanı hederdir (kısas gerekmez), buyurdu.[32]

İbn-i Teymiyye bu hadisi şerh ederken der ki:

“Bu hadis, sırf peygamber sallallâhu aleyhi ve sellem’e sövdüğü için o kadının öldürülmesinin caiz olduğu hususunda bir nassdır. Keza, (Rasûlullâh’a sövdüğünde) zımmî birisinin öldürülmesine de delildir. Müslüman bir erkek ve Müslüman bir kadının –Rasûlullâh’a sövdükleri zaman–  öldürülmeleri evleviyetledir.”[33]

* İbn-i Abbas radıyallâhu anhuma’dan rivayet edildiğine göre Hutame ehlinden “Asma binti Mervan” isminde bir kadın Rasûlullâh sallallâhu aleyhi ve sellem’i hicveder/hakkında ileri geri konuşurdu. Onun bu tutumundan dolayı Rasûlullâh sallallâhu aleyhi ve sellem:

Kim benim için o kadının hakkından gelir? diye (ashabına) sordu.

Hemen o kadının kabilesinden adı “Umeyr b. Adiyy” olan bir zat ayağa kalkarak:

— Ben ey Allah’ın Rasûlü, dedi ve gidip kadını öldürdü.

Sonra durumu Rasûlullâh sallallâhu aleyhi ve sellem’e haber verdi. Bunun üzerine Rasûlullâh sallallâhu aleyhi ve sellem:

—  Bu meselenin hükmünün böyle olduğu hususunda hiç kimse ihtilaf etmez, buyurdu.

Sonra Rasûlullâh sallallâhu aleyhi ve sellem etrafındakiler baktı ve:

—  Allah ve Rasûlüne yardım eden bir kimseye bakmaktan hoşlanıyorsanız, Umeyr b. Adiyy’e bakın, buyurdu.[34]

* K’ab b. Eşref hadisesi de bu olaya delil olacak niteliktedir. K’ab b. Eşref, Allah Rasûlü hakkında ileri geri konuşan, O’na hakaretler eden, Rasûlullâh’a karşı açılan savaşa destek veren ve İslam’a düşmanlığı ile bilinen Yahudi bir şairdi. Allah Rasûlü sallallâhu aleyhi ve sellem onun bu küstahça tavırlarından rahatsız olduğu için bir gün ashabına:

Kim K’ab b. Eşref’in hakkından gelebilir? Hiç şüphe yok ki o, Allah ve Rasûlüne eziyet vermiştir, buyurdu. Bunun üzerine Muhammed b. Mesleme:

—Ey Allah’ın Rasûlü! Onu öldürmemi ister misin? diye sordu. Rasûlullâh sallallâhu aleyhi ve sellem:

Evet, diye yanıt verdi.[35] 

Sahabenin Uygulaması

* Ebu Beki radıyallâhu anh, Rasûlullâh’ı kötüleyici nitelikte şarkılar söyleyen bir kadın hakkında İbn-i Ebi Rebîa’ya bir mektup yazdı ve şöyle dedi: “Eğer sen o kadını öldürme hususunda benden önce davranmış olmasaydın, ben hemen onu öldürmeni sana emrederdim. Çünkü peygamberler hakkında ki had cezaları diğer insanlarınkine benzemez. Müslümanlardan her kim böyle bir suç işlerse, o artık mürted olmuş olur. Eğer İslam devleti ile anlaşmalı kimselerden birisi böyle yapacak olsa, o artık anlaşmayı bozmuş bir muharip sayılır.”[36]

* Bir gün Ömer radıyallâhu anh’ın huzuruna Rasûlullâh sallallâhu aleyhi ve sellem’e söven bir adam getirildi. Ömer radıyallâhu anh hemen adamı öldürdü ve şöyle dedi: “Kim Allah’a veya peygamberlerden birisine söverse onu derhal öldürün!”[37]

* Bir kadın Rasûlullâh sallallâhu aleyhi ve sellem’e sövmüştü. Durumu öğrenen Halid b. Velid hemen kadını öldürdü.[38]

İlim Ehlinin Kavilleri

* İshak b. Rahaveyh der ki: “Müslüman âlimler, Allah’a veya peygambere söven ya da Allah’ın peygamberlerinden bir peygamberi öldüren bir kimsenin –Allah’ın indirdiği şeylerin tamamını kabul etse bile– sırf bu yaptığı şey sebebiyle kâfir olacağı hususunda icma‘ etmişlerdir.”[39]

* İmam Hattâbî der ki: “Böyle bir kimsenin katli hususunda Müslüman âlimlerden hiçbirisinin ihtilaf ettiğini bilmiyorum.”[40]

* İbn-i Teymiyye der ki: “Mesele hakkında sözün özü şudur: Söven kimse eğer Müslüman ise (bu yaptığı ile) küfre girer ve ihtilafsız bir şekilde öldürülür. Bu görüş dört imamın ve diğer âlimlerin mezhebidir.”[41]

“Allah’a ve Rasûlüne sövmek hem zâhiren hem de bâtınen küfürdür. Söven kimsenin bunun haramlığını kabul etmesi, bunu helal sayması veya bundan gafil olması hükmü değiştirmez. Bu, ‘iman söz ve ameldir’ diyen sünnet ehli âlim ve fakihlerin mezhebidir.”[42]

“Eğer söven kimse Müslüman ise icmaen/tüm ulemaya göre katledilmesi vaciptir. O kişi sırf bu sövme sebebiyle kâfir ve mürted olmuş ve kâfirlerden daha kötü bir hale gelmiştir; çünkü kâfir Allah’ı yüceltir ve üzerinde olduğu inancın Allah ile istihza etme ve O’na sövme anlamına gelmediğini itikat eder.”[43]

* Keşmîrî şöyle der: “Ehl-i ilim, Rasûlullâh sallallâhu aleyhi ve sellem’e söven bir kimsenin öldürüleceği hususunda icma’ etmiştir.”[44]

* Muhammed İbn-i Sahnûn der ki: “Ulema, Hz. Peygambere söven ve O’na noksanlık izafe eden kimsenin kâfir olacağı hususunda icma‘ etmiştir. Kim böyle birisinin kâfir olduğundan veya azaba uğrayacağından şüphe ederse o da kâfir olur.”[45]

* Kadı İyaz şöyle der: “Müslüman olup da Allah’a söven bir kimsenin kâfir olduğu ve kanının helalleştiği hususunda hiçbir ihtilaf yoktur.”[46]

“Keza, kim, tebliğ ettiği ve haber verdiği hususlarda peygamberimize kasıtlı olarak yalan izafe eder, doğruluğunda şüphe eder, O’na söver veya ‘O tebliğ etmedi!’ der, Onunla ya da diğer peygamberlerden biri ile alay eder, onları hor görür, onlara eziyet verir, onlardan birisini öldürür ya da savaşırsa icmaen kâfir olur.”[47]

Abdu’l Mun’im Mustafa şöyle der: “Dine söven birisi küfrün ve dalaletin önderi konumundadır. Böyle birisi –her ne kadar Müslüman olduğunu iddia etse bile– zâhiren ve bâtınen kâfir olmuş ve dinden çıkmıştır. Onun küfrü sırf sövmesinden ve din ile alay etmesinden kaynaklanır. Bunu yaparken ister kalbi ile inkâr etsin, yalanlasın isterse bundan uzak olsun fark etmez.”[48]

Ayet, hadis ve ulemanın kavilleri çerçevesinde meseleye baktığımızda Allah’a peygambere veya dinin mukaddes addettiği bir şeye söven veya bunlarla alay eden bir kimse, sırf bu alayı nedeniyle kâfir olur. Onun niyetine, kastına, niçin sövdüğüne ya da buna benzer bir takım gerekçelerine bakılmaz. Böylesi bir şahıs dinin kutsal kabul ettiği bir şeyi küçümsemek sûretiyle dinden çıkmıştır. Bu hususta niyet geçerli değildir. Niyete ancak sarih olmayan ve içeriğinde kapalılık olan meselelerde başvurulur.[49] Bu gibi lafızların sarahatinde ise şüphe yoktur. Bu nedenle dinin mukaddesatına söven kimseler, sırf bu sövgülerinden ötürü dinden çıkmış ve mürted olmuşlardır. Haklarında riddet bâbının ahkâmı uygulanır ve gereken cezaya çarptırılırlar.

Nasiruddin el-Elbânî, iman ve küfür meselelerinde Cehmiyye akidesinden etkilendiği için Allah’a, peygambere ve dinin mukaddesâtına söven kimselerin ancak yaptıkları bu işin helal olduğunu itikat ettikleri zaman kâfir olacaklarını iddia etmiştir! Elbânî’ye göre kötü ahlaka sahip olan bir kimse, sırf bu edepsizliği yüzünden Allah’a sövse kâfir olmaz! O, yine de mümindir ve cennete girmeyi hak etmiştir!

Elbânî’nin bu görüşe meyletmesinin en önemli etkeni, küfrü yalnızca kalbe hasretmesidir. Ona göre küfür sadece kalpte olur, kalbin dışında meydana gelen ve zâhiren küfür olan söz ve ameller kalp ile onaylanmadığı sürece sahibini kâfir yapmaz. Bu nedenle Elbânî, kişileri işlemiş oldukları küfür amellerinden dolayı tekfir etmemekte ve onların kâfir olmalarını kalplerindeki inkâra bağlamaktadır.

Bu görüş, sadece Elbânî’ye has bir görüş değildir. Bugün onun menhecinden giden ve sözde “Selefî” olan nice kimseler, onunla aynı fikri paylaşmaktadırlar. Hatta “İhkâmu’t-Takrîr fi Mesâili’t-Tekfîr” adlı eserin sahibi, bir kimsenin kâfir olabilmesi için dinin kat’î emirlerini inkâr etmesi gerektiğini belirtmiş ve kişilerin tekfiri için tam on şart getirmiştir. İşin garibi, bir kimsede bu on şart tahakkuk etse, müellife göre takvalı olan yine de o şahsı tekfir etmemek ve muayyen tekfirden kaçınmaktır![50]

Bu sapkın fikir, İslam âleminde adeta bir örümcek ağı gibi insanları kaplamakta ve ona bulaşan insanlardan kolay kolay çıkmamaktadır. Bu fikirle illetlenen kimselere Allah’ın rahmeti dışında hiçbir kimse fayda verememekte, onca delile rağmen bu fikirlerinden döndürememektedir. Böylelerinin ıslahı için Allah’a dua etmekten başka bir seçeneğimiz yoktur.

Âlimlerin konuya ilişkin görüşlerini naklederken dikkatimizi çeken bir husus var. Bu husus; onların neredeyse tamamının Allah’a, Rasûlüne ve dinin mukaddesâtına söven bir kimsenin kâfir olacağı hususunda icma‘ nakletmeleri. Bu gün kendilerini Ehl-i Sünnet’e nispet edip de küfrü yalnızca kalbe indirgeyen kimselerin, bu icma‘ nakillerini dikkate almaları gerekmektedir. Maalesef, kendisini ilme nispet eden nice insanlar bile –bilerek veya bilmeyerek­– bu inancın etkisi altında kalmaktadırlar. Allah celle celâluhu Ehl-i Sünnet’in berrak yolunu girmeyi hepimize nasip etsin.

Küfür sözü söyleyen veya küfür fiilleri işleyen kimselerin hükmünü ilerleyen sayfalarda geniş bir şekilde ele alacağız inşâallah.

2) İlk Dönem Mürcieleri İle Şimdiki Mürcielerin Farkı

Ehl-i Sünnet’in ilk dönem Mürcieleri ile olan ihtilafı aslında isim ve lafızlardaydı. Yani ilk dönem Mürcieleri, Ehl-i Sünnet ile imanın tanımı ve amellerin iman kapsamına girip–girmeyeceği hususunda ihtilaf etmişlerdi. Onlardan hiç kimse, amelleri ihmal etmeye veya farzları terk etmeye çağırmak bir yana, kâfirlerin küfrüne, müşriklerin şirkine ve mülhidlerin inkârına kılıf aramaya gitmemiştir. Onlar asla böyle bir şey yapmamıştır. Aksine onlardan ibadet ve zühd ehli olan müctehid âlimler bile vardı. Ne var ki Mürcielik daha sonra seleften bazılarının tekfir ettiği “Ğulatu’l-Mürcie” denen ve aşırı giden bazı kişilerin mezhebi haline geldi.

Günümüzde bu mezhebin birçok mensubu, utanmadan şunu açıkça söylemektedir: Tasdik veya doğru bir itikad kişide bulunduğu sürece, zahiri küfür sebeplerinden olan ameller ve sözler, her hangi bir amelin cinsini tümünden bırakmak, dinden yüz çevirmek ve farzları tamamen terk etmek imana zarar vermez![51]

Günümüz Mürcieleri Allah’ın indirdiği hükümlerle hükmetmeyi terk eden, İslam şeriatını kaldıran ve yerine beşer mahsulü kanunlar koyan yöneticilerin “tâğut” olduğunu söyleyen kimseleri hemen “Haricî” diye vasfederler. Hatta bazıları bu fikirde olan kimselerin kolluk güçlerine ihbar edilmesinin farz olduğuna dair fetva bile çıkarmıştır!

Bunların, Haricîlerin günah sebebiyle müminleri tekfir etmesine karşı çıkan Selefin, sırf müminleri savunma amacıyla söylemiş oldukları sözlerini mürted tâğutları savunmak için kıllanmaları, önceki Mürcielerle kendilerini ayırt eden başka bir husustur.[52]

Onları ilk Mürcielerden ayırt eden diğer bir özellikte; Selefin bu tür sözlerini cephe aldıkları muvahhid müminler için de kullanmalarıdır.

İlk dönem Mürcieleri ile muasır Mürcielerin arasındaki en önemli fark ise şudur: ilk dönemdekiler, ümmeti Haricîlerin fitnesinden koruma amacıyla ameli iman kapsamından çıkarmışlardı. Bu günküler ise ameli iman kapsamında değerlendirmelerine(!) rağmen,[53] küfür ameli işleyenleri tüm şartların oluşmuş olması karşısında yine de tekfir etmezler. Hatta bu fikirde ki âlimlerin bazıları, bunun da ötesinde küfrü basit görmeye, küfrü onaylamaya, kâfir ve müşrikleri savunmaya, onlar için fetva vermeye, onlara katılmaya, desteklemeye, korumaya ve onlarla dostluk kurmaya kadar gitmiştir.[54] 

3) Haricîlik ve Muasır Mürcie Karşılaştırması

Selef-i Salihîn, kendi dönemlerindeki Haricilerle Mürcieleri karşılaştırmışlar ve Mürcienin, Haricilerden daha tehlikeli olduğu sonucuna varmışlardır. Elbette bunun bir takım nedenleri vardır. Bu nedenleri anlatmaya geçmeden önce, onlardan bu konu hakkında nakledilen sözlerden bazısını zikredelim:

İbrahim en-Nehâî der ki: “Bu ümmet için Mürcie fitnesi, Haricîlerin fitnesinden daha korkunçtur.”

İmam Zuhrî der ki: “İslam’da Müslümanlar için, Mürcielikten daha zararlı bir bid’at olmamıştır.”

Katade şöyle der: “Sapık fırkalardan hiçbirisi Mürcielikten daha kötü değildir.”

Kadı Şurayh der ki: “Onlar en kötü topluluktur.”[55]

Onların bu sonuca ulaşmasının altında bir takım etkenler yatmaktadır, demiştik. Bu etkenlerden en önemlisi, Mürcienin küfrü sadece kalbe hasretmesidir. Bu, beraberinde insanların kolayca küfür sözleri söylemesini ve hiçbir sıkıntı duymadan küfür amellerini işlemelerini getirmektedir. Durum böyle olunca, İslam’ın yok olması ve iktidarı elinden bırakması kaçınılmazdır.

Onların bu kanıya sahip olmalarının diğer bir etkeni de; Mürcie’nin iman tanımından hareketle amellere yüklemiş olduğu fonksiyondur. Her ne kadar ilk dönem Mürcielerinin ameli tamamen işlevsiz bırakma gibi bir anlayışları olmasa da, daha sonraki dönemlerde bu, amelin iptaline kadar gitmiş ve ortaya amelden yoksun bir ümmet çıkmıştır. İşte Selef, Mürcienin iman kavramına getirmiş olduğu tarifin insanları bu sonuca ulaştıracağını tahmin ettiğinden dolayı onları Haricîlerden daha kötü kabul etmişti.

Selef, yaşadığı dönemdeki Mürcieye karşı böylesi ağır ifadeler kullanmıştı. Acaba bu gün onların takipçileri olan “Çağdaş Mürcieleri” görselerdi ne derlerdi ki?

Bu gün İslam dünyasına baktığımız zaman Selefin ne kadar doğru söylediğini rahatlıkla anlayabiliriz. Onlar keskin basiretleri sayesinde bu fikrin zamanla İslam’dan kopacağını anlamışlar ve insanları bu fikri benimsemekten uzaklaştırmışlardır. Maalesef durum Selefin tahmin ettiği gibi olmuş ve bu gün tüm küfür amellerini işlemelerine, Allah’ın kitabını terk etmelerine, şeriatı iptal etmelerine, kâfirleri dost edinmelerine ve onlara velayetin tüm şekillerini vermelerine rağmen, bu tür insanlar Müslüman addedilmiş; bundan da öte bunlara itaat Allah’a ve Rasûlüne itaat gibi değerlendirilmiştir.

Şimdi biz burada karşılaştırma yaparken ameli imandan ayıran ve Selefin kendilerine karşı çıktığı ilk Mürcieleri baz almayacağız; aksine herkesin daha net anlaması için günümüzde bu ekolün çağdaş savunucuları olanları ele alacak ve karşılaştırmamızı onlar üzerinden yapacağız. Ta ki bu sayede insanlar Mürcienin çağdaş yansımalarını daha iyi tanısın ve kendilerini sakındırmada daha etkin davransınlar. Şimdi yapacağımız karşılaştırmaları maddeler halinde zikretmeye geçebiliriz:

1) Haricîler, Allah’ın kitabı üzerinde çok hassastırlar. Hatta Sünneti reddetmelerinin altında yatan en önemli faktör; Allah’ın kitabına olan bu hassasiyetleridir. Buna mukabil çağdaş Mürcieler, Allah’ın kitabı üzerinde aynı hassasiyeti göstermemektedirler. Bu nedenle de Allahın kitabını yürürlükten kaldıran kimseler hakkında son derece müşfiktirler. İçlerinde böylelerine itaat edilebileceğini iddia edenler, hatta bu doğrultuda fetva verenler bile vardır.

2) Haricîler, Allah’ın kitabına aykırı davranan herkesi anında reddeder ve ona gereken tavrı gösterirlerdi. Hatta hakem tayin ettiği için Hz. Ali’yi bile tekfir etmişler ve ona karşı ayaklanmışlardı. Buna mukabil Muasır Mürciîler, Allah’ın kitabına aykırı davranmak şöyle dursun, ona aykırı kanun ve yasa çıkaranlara bile ses etmezler.

3) Haricîler, dini devletten ayırmayı asla caiz görmezler. Kitabullah’ın hayatın her alanında hâkim kılınması gerektiğini ısrarla savunurlar.[56] Buna karşın çağdaş Mürcieler, dinin devlete karışmamasından dolayı bir şey olmayacağını iddia ederler. Hatta bazıları “Sezar’ın hakkını Sezar’a, Allah’ın hakkını Allah’a ver!” sözünü dillerinden düşürmemektedir. Biz buradan hareketle bazı çağdaş Mürcielerin bir bakıma “Laik” olduğunu söyleyebiliriz.

4) Haricîler, hüküm ve hâkimiyetin tüm koşullarda Allah’ın olması gerektiğine inanırlar. Öyle ki Hz. Ali’ye karşı çıkarken bile bu sözü kendilerine şiar edinmişlerdi. Muasır Mürcie ise, bunun insana verilmesinde bir beis görmediği gibi bazen savunmasını bile yaparlar.

5) Haricîler, amel ilkesine son derece ihtimam gösterirler. Hatta onların çoğunun çok secde etmekten dolayı alınları nasır bağlamıştır. Çağdaş Mürcie ise, amele gereken önemi vermez, amel işlemeyen ve İslamî bir hayat tarzı yaşamayı tercih etmeyenleri ümmetin seçkin insanlarıyla bir tutarlar.

İşte saymış olduğumuz bu maddeler ve içine düşmüş oldukları müfrit tavırları kendilerini Haricîlerinden daha kötü kılmaktadır. Bu gün, Allah ve Rasûlünün küfür olarak addettiği şeyleri küfür diye isimlendiren Müslümanlara “Haricî” diyen bu çağdaşlar Mürciîler, görüldüğü üzere Haricîlerden daha kötü durumdadırlar. Onların “Haricî” diye nitelendirdikleri tevhid ehli Müslümanlar ise, kurdun kanının Hz. Yusuf’un gömleğinden beri olduğu gibi onların nitelendirmelerinden beridirler.

 

Faruk Furkan

 

 

 



[1] Bkz. “Lisanu’l-Arab”, “re-ce-e” maddesi. 1/83.

[2] “Şamil İslam Ansiklopedisi”, 6/67. Mürcie maddesi.

[3] Bkz. “el-Milel ve’n-Nihal”, 1/138; “el-Fark beyne’l-Firak”, sf 190.

[4] Müslim, Fiten 12, 3. bab.

[5] “Mezhepler Tarihi”, M. Ebu Zehra, sf. 130.

[6] “Şamil İslam Ansiklopedisi”, 6/68. Mürcie maddesi.

[7] Bu noktada Diyanet İslam Ansiklopedisi’nin ilgili bölümüne bakılabilir. Bkz. 32/43.

[8] Bkz. DİA. 32/43.

[9] Enverşâh el-Keşmîrî “Feydu’l-Bârî” adlı eserinde, Ebu Hanife’nin Cehm b. Safvan ile tartıştığını ve Ebu Hanife’nin “Yanımdan çık ey kâfir” diyerek Cehm’i tekfir ettiğini nakleder. Bkz. Feydu’l-Bârî, 4/513.

[10] Geniş bilgi için bkz. “Şamil İslam Ansiklopedisi”, 1/365; Diyanet İslam Ansiklopedisi, 7/234.

[11] DİA, 25/294.

[12] DİA, 32/44.

[13] Bkz. “el-Milel ve’n-Nihal”, İmam Şehristânî, 1/139-143.

[14] Bkz. “İmtau’n-Nazar fi Keşfi Şübühati Mürcieti’l-Asr”, Ebu Muhasmmed el-Makdisî, sf. 4, 5.

[15] Bkz. A.g.e. sf. 8.

[16] Abdu’l Mun’im “Biz Selefîyiz” dedikleri halde İrcâ fikrini savunanlar hakkında şöyle der: “Onların yaptığı en çirkin şey, kendi kötü (fikir) ve şaz görüşlerini yalan ve iftira ederek Selef-i Salihin’e isnat etmeleri ve tüm bu hatalı ve şaz görüşleriyle beraber kendilerinin “Selefî” ve “Ehl-i Eser” olduklarını iddia etmeleridir.”  Bkz. “el-İntisâr li Ehli’t-Tevhid”, sf, 10.

[17] Abdu’l Mun’im Mustafa, “el-İntisâr li Ehli’t-Tevhid”, sf, 9.

[18] Şeyh Elbani, hadis alanında hakkı yenilmeyecek derecede âlim birisidir. Onun hadiste bu kadar üstün olması ümmeti saptıracak fikirlerinin tenkit edilmeyeceği anlamına gelmez. Özellikle Arap âleminde onun bu sapkın fikirlerinden etkilenerek akidevî sapmalara kayan binlerce ilim talebesi vardır. Biz âlimleri severiz ama hakkı âlimlerden daha çok severiz. Bu nedenle kim olursa olsun eğer hakka muhalefet eder ve insanları bu ölçüden uzaklaştırırsa, bizim ona karşı çıkmamız ve usulüne uygun bir şekilde gereken mücadeleyi vermemiz gerekmektedir. Bu sayede hem o şahsa hem de yanlışa sürüklediği insanlara faydalı olmuş oluruz.

[19] “Şeritatu el-Küfrü Küfran” giriş bölümü ve “el-İntisar li Ehli’t-Tevhid”, sf. 26 vd.

[20] Bu sözler için bkz. “Şeritatu el-Küfrü Küfran” ve “el-İntisar li Ehli’t-Tevhid”.

[21] “el-Camiu li Ahkâmi’l-Kur’an”, 4/18, 19.

[22] “es-Sarimu’l-Meslûl ala Şatimi’r-Rasûl”, sf. 21.

[23] “Tefsiru’t-Taberi”, 6/172 vd.

[24] “Dinden Çıkaran Ameller”, sf. 155.

[25] “el-Camiu li Ahkâmi’l-Kur’an”, 4/101.

[26] “Ahkâmu’l-Kur’ân”, 3/207.

[27] “Zadu’l-Mesir”, sf. 593.

[28] “Tefsiru Ruhi’l-Meâni”, 6/190.

[29] “el-Bahru’r-Râik”, 5/134.

[30] “Feydu’l-Barî”, 11/50.

[31] “Ümmü veled” ifadesi, efendisinden çocuk dünyaya getiren cariye anlamında bir fıkıh terimidir.

[32] Ebu Davut, hadis no: 4361. hadis “sahih”tir.

[33] “es-Sarimu’l Meslûl ala Şatimi’r-Rasûl”, sf, 66.

[34] “es-Sarimu’l Meslûl ala Şatimi’r-Rasûl”, sf, 101. ayrıca bkz. Kenzu’l Ummal, hadis no: 35491; “Müsned-i Şihab”, hadis no: 662 ve 663.

[35] Buhârî, Cihad, 158. hadis no: 3031.

[36] “es-Sarimu’l Meslûl ala Şâtimi’r-Rasûl”, sf. 423.

[37] Aynı yer.

[38] “es-Sarimu’l Meslûl ala Şatimi’r-Rasûl, sf. 209. Ayrıca bkz. Beyhakî, “es-Sünenü’l-Kübrâ”, 16641 nolu haber.

[39] Abdu’l Mun’im, “Tenbihu’l Ğafilîn ila Hükmi Şatimillahi ve’d-Dîn”, sf, 13.

[40] Aynı kaynak.

[41] “es-Sarimu’l Meslûl ala Şatimi’r-Rasûl”, sf. 10.

[42] Age. 1/513.

[43] Age. 1/547.

[44] Enverşâh, el-Keşmîrî, “İkfâru’l-Mulhidîn”, sf. 64. “Tenbihu’l Ğâfilîn ila Hükmi Şâtimillahi ve’d-Dîn” adlı eserden naklen. Bkz. sf. 14.

[45] “Tenbihu’l Ğafilîn ila Hükmi Şatimillahi ve’d-Dîn”, sf. 14.

[46] “eş-Şifâ bi Ta’rifi Hukuki’l-Mustafa”, sf. 832.

[47] Age. Sf. 849.

[48] “Tenbihu’l Ğafilîn ila Hükmi Şatimillahi ve’d-Dîn”, sf. 19.

[49] Küfür lafızlarında niyetin geçerli olup–olmadığı ilerleyen bahislerde gelecektir.

[50] Bkz. “Davâbitu Tekfiri’l-Muayyen”, sf. 9.

[51] “Otuz Risale”, Ebu Muhammed el-Makdisî, 457 vd.

[52] A.g.e. sf. 456.

[53] Biz bunlarla kendisini selefe nispet eden ve “amel imandandır” diyen kimseleri kastediyoruz.

[54] “Otuz Risale”, Ebu Muhammed el-Makdisî, 458.

[55] Bu nakiller için bkz. “er-Risaletü’s-Selasîniyye”, Ebu Muhammed el-Makdisî, 475, 476.

[56] Burada şu hususu belirtmemizde yarar vardır: Bir insanın bu sayılanları dile getirmesi onun Haricî olduğu anlamına gelmez. Aksine bu maddelerden bazıları her Müslümanın savunması gereken temel ilkeler niteliğindedir. Bu nedenle bunları dile getiren herkes “Haricî” diye damgalanmamalıdır. Haricîlik sapık bir fırka olmasına rağmen, doğru görüşleri yoktur da denmez. Özellikle bu maddede yer alan “dinin devlete karışması gerektiği” fikri her Müslümanın ısrarla arkasında durması gereken bir realitedir. Aksini iddia etmek imanla bağdaşmayan bir tutumdur. Bu söylediğimize dikkat etmeli ve Haricîlerin dile getirdiği bir doğruyu savunmaya çalışan birisini hemen “Haricî” diye nitelendirmemeliyiz.

Okunma Sayısı:19820