“Ey iman edenler! Kendinizi ve ailenizi, yakıtı insanlar ve taşlar olan ateşten koruyun…” (Tahrim, 6)
بسم الله الرحمن الرحيم
Rahmân ve Rahîm Olan Allah’ın Adıyla…
—Giriş—
Son günlerde, rukye tedâvisi yaparak ücret almanın caiz olup-olmadığına dair birçok soruyla karşı karşıya kalmaktayız. Bu mesele hakkında genellikle sorulan sorular şu şekilde karşımıza çıkmaktadır:
* Acaba rukye tedâvisi karşılığında ücret almak caiz midir?
* Eğer caiz ise bunun sınırı nedir?
*Bu işi meslek haline getirmek ne kadar uygundur?
*Selef-i Salihîn veya sonrasında gelen muteber âlimlerden bu işi meslek edinen var mıdır?
* Allah’ın ayetleri araç edilerek özellikle de tevhid ehli insanların bu tür işlerle halkın tepkisine neden olması ne kadar doğrudur?
Ve benzeri daha nice sorular…
Bu ve benzeri sorular, bölgesel bazı faktörlerden dolayı olsa gerek son dönemlerde bizleri gerçekten de meşgul etmekte ve mutlaka üzerinde bir şeyler söylememizi ve kısa bir değerlendirme yapmamızı gerekli kılmaktadır. Biz burada gücümüz yettiği kadar inşâallah bir değerlendirme yapmaya çalışacağız. Bu değerlendirme ile hedefimiz; hem bu işle meşgul olan kardeşlerimize nasihat etmek hem de etrafımızda bize yakın olup soru soran kimselere fikir vermektir.
Değerlendirmelerimizi maddeler halinde zikredecek ve bunları bu işi meslek hâline dönüştürmenin olumsuz sonuçları üzerinden ifade etmeye çalışacağız.
Doğru söyler ve hakka isabet edersek bu, Allah’ın lütfu ve keremi iledir; hata eder, yanlış diyecek olursak kâsir nefsimizdendir. Rabbimden doğruları söyletmesini niyaz ediyor, hataya düşmekten muhafaza buyurmasını temenni ediyorum. O, duaları işiten, onlara en güzel şekliyle karşılık verendir.
1) RUKYE YAPMAYI “MESLEK” HÂLİNE GETİRMEK
SELEF’İN UYGULAMALARINA TERSTİR
Her şeyden önce şunu belirtmek ve adını koymak gerekir ki, rukye yapmayı “iş” haline getirmek, meslek edinmek ve bunun için özel yerler, özel mekânlar açmak asla ve kat‘a Selef-i Salihîn’in ve onlardan sonra gelen muteber İslam âlimlerinin yapmış olduğu bir şey değildir. Bunu bu şekilde bilmek, buna bu şekilde inanmak gerekir. Rukye yapmayı “iş” ve “meslek” haline getirmek, şimdileri ortaya çıkmış ve bazı işsiz insanların kendisine yönelmesiyle şöhret kazanmış bir şeydir. Önceki dönemlerde böylesi bir şeyle karşılaşmak asla söz konusu değildir.
Rukye yapmayı ticarete dönüştürmenin caiz olup-olmadığına dair eser veren ve konuya ilişkin ilmî araştırmalar yapan muasır âlimler, bu işin gerek Selef döneminde gerekse sonraki dönemlerde kesinlikle olmadığını ve onların asla Allah’ın ayetlerini para kazanmaya vesile kılmadıklarını ısrarla söylemektedirler. Bunu söyleyenlerden birisi Şeyh Abdulkerîm b. Sâlih’tir. O, “el-Edilletu’n-Nakliyye ve’l-Akliyye fi’l-Farki beyne’r-Rukyeti’ş-Şer‘iyye ve’r-Rukyeti’t-Ticâriyye” adlı eserinde şöyle der:
“Ne sahabenin ne de onlardan sonra gelen âlimlerin, zamanımızdaki insanların yaptığı şekilde rukyeden dolayı para aldıkları bilinmemektedir.”[1]
Bunu söyleyenlerden bir başka âlim de Şeyh Ali el-Uleyyânî’dir. O da “er-Rukâ alâ Davi Akîdeti Ehli’s-Sünne ve’l-Cemaa” adlı eserinde şöyle der:
“Hem Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem’in ve ashabının hem de ilim ve faziletine güvenilen İslam âlimlerinin hayatlarını incelediğimizde, onların hiçbirisinin işini gücünü bırakıp sadece rukye yaparak hastaları tedâvi etmekle uğraştığını görememekteyiz. Aynı şekilde onlardan birinin bu işi meslek edindiğini ve bu alanda insanlar arasında adı bu işle anılacak derecede meşhur olduğunu da görememekteyiz.”[2]
Eğer Selefimiz ve muteber İslam âlimlerimiz böyle bir şey yapmamışsa, bizim için onların yapmadığını yapmamız ne kadar doğru ve uygun olur? Eski âlimlerimiz kendilerine gelen hastaları Allah rızası için okur ve bunun için özel zamanlar ve mekânlar ayırmazlardı. Çünkü onlar zamanında bu işin meslek edinilmesi gibi bir şey söz konusu değildi. Eğer bizler de âlimlerimizin yolundan gittiğimizi söylüyor ve onların hayat tarzlarını kendimize rehber ediniyorsak bu işi “meslek” edinmemeliyiz. Ama bununla birlikte bir insan gelir ve kendisini okumamızı bizden talep ederse, biz de ona fayda verebileceğimiz şekilde fayda vermeye çalışır ve elimizden geleni yaparız.
2)RUKYE YAPMAYI “MESLEK” HÂLİNE GETİRMEK
BAZI ZARARLARA SEBEP OLMAKTADIR
Bilindiği üzere içerisinde yaşamış olduğumuz halk, İslamî şuura sahip olan bir halk değildir. Bu halk, Allah’tan gayrı bazı eşya ve nesnelere yeri geldiğinde sınırsızca kutsallık atfedebilen ve bu noktada en ufak bir çekinceme duygusu taşımayan bir halktır.
İslam âlimlerinin ifade ettiğine göre rukyede asıl olan, okunan Kur’an ayetleri ve me’sûr dualardır. Bununla birlikte faydasına inanılan ve içerisinde şer‘an herhangi bir mahzur olmayan dualar da aynı kapsamda değerlendirilir. Lakin halkımız aşırı derecede cahil ve bilinçsiz olduğu için zamanla kendisiyle rukye yapılan ayet ve hadislerden değil, bu işi meslek hâline getiren insanlardan fayda bekler olmuşlardır. Diğer bir ifade ile okunanda değil okuyanda fayda aramaya başlamışlardır. “Falanca okumazsa olmaz!” diyebilecek kadar ileri gitmeleri bunun en büyük göstergelerinden değil midir? Ve yine falanca zâtın kapısının önünde kuyruklar oluşturmaları bunun bir tezâhürü değil midir? Oysa hani rukyede asıl fayda veren Kur’an ayetleri idi? Hani tesir eden Allah Rasulü’nün duaları idi? Ne oldu? O ayet ve hadisleri falanca değil de, filanca okuduğunda insanlar neden “olmaz” diyor ve ille de falancanın okumasını istiyor? İşte rukyeyi meslek hâline getirmek zamanla insanların böylesi yanlış ve tehlikeli bir inanca sahip olmasına sebep olmaktadır.
İslam âlimlerinin rukyenin meslek edinilmesinin caiz olmadığını söylemelerinin altında yatan en büyük etken belki de budur. Çünkü İslam’da “Sedd-i Zerâi” vardır. Yani yanlış ve günaha götürebilecek bazı iş ve sözlerin daha işin başında iken engellenmesi ve müsaade edilmemesi vardır. Eğer bir iş veya bir söz, ileride daha büyük fitnelere, daha büyük günahlara sebep olacaksa daha işin başında iken ona engel konulur ve yapılmasına müsaade edilmez. Eğer bir insan sürekli insanları okuyarak tedavi etmekle şöhret bulur ve böylece nam salarsa zamanla bu hem onun hakkında hem de ona gelen insanlar hakkında sakıncalı sonuçlar doğurur. Onun hakkında sakıncalı sonuçlar doğurur; zira onu kibre ve kendini beğenmeye sevk eder. Ona gelen insanlar hakkında sakıncalı sonuçlar doğurur; zira insanlar ona bir kutsiyet atfedebilir. Bu nedenle bu tür işlere girişmek en asgari şartlarda “Sedd-i Zerâi” açısından sakıncalıdır. Bununla birlikte İslam’da zararı önlemek faydayı elde etmekten daha önceliklidir. Bunu İslam âlimleri şu şekilde kâideleştirmişlerdir:
دَرْءُ الْمَفَاسِدِ أَوْلَى مِنْ جَلْبِ الْمَصَالِحِ
“Mefsedeti def etmek, maslahatı celb etmekten evlâdır.”
Hanefîlerin büyük âlimlerinden birisi olan İbn Nuceym rahimehullah “el-Eşbâh ve’n-Nezâir” adlı eserinde şöyle der:
“Bir maslahat ile bir mefsedet teâruz ettiğinde, yani faydalı bir şey ile zararlı bir şey çatıştığında genelde zararlı olan şeyi gidermek öne alınır. Çünkü şeriat sahibinin yasak olan şeyler(den sakınmaya) verdiği önem, emrettiği şeylere verdiği önemden daha fazladır. Bundan dolayı Rasulullah sallallâhu aleyhi ve sellem şöyle buyurmuştur: “Size yasakladığım şeylerden tamamıyla uzak durun; emrettiğim şeyleri ise gücünüz yettiği kadar yapın.”[3]
Dolayısıyla rukye yapmayı meslek edinen bir insan, hasta tedavi edeyim derken zamanla insanların kendisine bir kutsallık atfetmesine, cinlerle irtibata geçtiğinden dolayı kendisinden çekinmelerine, içten içe korkmalarına veya buna benzer bazı sakıncalara neden olabilir ki, bu tevhid ehli bir insanın son derece uzak durması gereken şeylerdendir. Çünkü bir muvahhid için dünyadaki en büyük maslahat tevhid; en büyük mefsedet şirktir. İnsanların zamanla şirke düşmesine kapı aralamak ise tevhidi bilen biri için olacak şey değildir.
3) RUKYE YAPMAYI “MESLEK” HÂLİNE GETİRMEK
RUKYEDE ASIL OLAN ŞEYİ UNUTTURMAKTADIR
Rukyede asıl olan kesinlikle insanın kendisini okuması, kendi kendine tedavi olmaya çalışmasıdır. Bu, bu işte asıl olandır. Bununla birlikte hasta olan bir şahıs, bir insanın salâhına, takvâsına, dualarının kabul edildiğine inanıyorsa, o zaman ondan dua talep edip kendisini okumasını isteyebilir. Lakin dediğimiz gibi, kesinlikle bu, bu işte asıl olan değil, ihtiyaç halinde veya zarurî durumlarda başvurulacak ikincil bir yoldur. Bir de sürekli bu tür yollara başvurmak insanlarda belirli bir zaman sonra rukyenin ille de başkaları tarafından yapılması gerektiği zannını uyandırabilir ki, bu da kendisinden sakınılması gereken bir durumdur.
Efendimiz sallallâhu aleyhi ve sellem, İbn Abbas’ın naklettiği bir hadisinde şöyle buyurur:
“(Geçmiş) ümmetler bana gösterildi. Peygamber gördüm, yanında üç-beş kişilik küçük bir grup vardı. Peygamber gördüm, yanında bir iki kişi bulunuyordu. Ve peygamber gördüm, yanında kimsecikler yoktu. Bu arada önüme büyük bir kalabalık çıktı. Kendi ümmetim sandım. Bana ‘Bunlar Mûsâ’nın ümmetidir, sen ufka bak!’ dediler. Baktım; (çok) büyük bir karaltı. ‘İşte bunlar senin ümmetindir. İçlerinden hesapsız-azabsız cennete girecek yetmiş bin kişi vardır’ dediler.”
İbni Abbas radıyallahu anhuma devamla şöyle anlatır:
Söz buraya gelince Rasulullah sallallâhu aleyhi ve sellem kalkıp evine gitti. Oradaki sahâbîler bu hesapsız-azabsız cennete girecek yetmiş bin kişinin kimler olabileceği hakkında konuşmaya başladılar: Kimileri, “Bunlar peygamberin sohbetinde bulunanlar olmalıdır” derken, kimileri, “Bunlar İslâm geldikten sonra doğup, şirki tanımamış olanlardır” dediler. Daha başka birçok görüş ileri sürenler oldu. Onlar bu meseleyi tartışırken Rasulullah sallallâhu aleyhi ve sellem çıkageldi.
— Ne hakkında konuşuyorsunuz? diye sordu.
— Hesapsız-azabsız cennete gireceklerin kim oldukları hakkında konuşuyoruz, dediler. Bunun üzerine Rasulullah sallallâhu aleyhi ve sellem:
— Onlar rukye yapmayan, yaptırmayan, uğursuzluğa inanmayan ve Rablerine güvenenlerdir, buyurdu…”[4]
Görüldüğü üzere bu hadiste Efendimiz sallallâhu aleyhi ve sellem sırf Allah’a olan tevekküllerinden dolayı kendilerine rukye yaptırmayan ve birilerinin kendilerini okumasını istemeyen kulların sorgusuz-azapsız cennete gireceğini müjdelemiştir. Onlar o kadar Allah’a tevekkül ederler ki, hastalandıklarında veya kendilerinde bir sıkıntı olduğunda kendi kendilerini okurlar ve Rablerine dua ederler.
İşte bu ve benzeri hadisler, bu işte asıl olanın insanın başkalarına okunması değil, Rabbine yalvararak kendi kendini okuması olduğunu ortaya koymaktadır. Bununla birlikte –üstte de dediğimiz gibi– salâhına ve takvâsına güvenilen insanların okumasına müracaat edilebilir.
Rukye yapmayı meslek hâline getirenler maalesef insanların bu aslı unutmalarına sebep olmaktadırlar. Bu gün cin veya benzeri rahatsızlıklara maruz kalan hangi insan öncelikle kendi kendine tedavi olma yöntemine başvurmaktadır? Hatta bu tür rahatsızlıklara yakalanan nice tevhid ehli insanla konuştuğumuzda onların bile asıl olan yönteme başvurmadıklarına, kendi kendilerine okumayı hiç dikkate almadıklarına şahit olduk. Bu bile işin ne kadar tehlikeli boyutlara ulaştığını gösterme noktasında yeterli bir durumdur. Bu nedenle bu işle uğraşan kimselerin bu noktayı göz ardı etmemeleri ve kendilerini gözden geçirmeleri gerekmektedir.
4) RUKYE YAPMAYI “MESLEK” HÂLİNE GETİRMEK ZAMANLA
İNSANLARIN HASTALANMASINI İSTEMEYE SEBEP OLMAKTADIR
Bu işi meslek haline getirmek, kazanılan âfaki paralar sonucu zamanla insanların hastalanmalarını istemeye kişiyi sevk edebilir. Hele hele Müslümanların hastalanmalarını ve sürekli kendisine müracaat ederek tedavi olmalarını istemek ne büyük bir âfettir! Allah böylesi bir âfetten bizleri ve bu işle uğraşan kardeşleri muhafaza buyursun.
Aşağıda İmam Ahmed b. Hanbel’in arkadaşlarından birisi ile arasında geçen konuşma ve Şeyhu’l-İslâm İbn Teymiyye’nin bu konuşmaya dair yaptığı yorum, mesele hakkında bizlere ışık tutmakta ve rukye gibi Allah’a yaklaştıran amellerle Müslümanlardan para talep etmenin uygun olmadığını ortaya koymaktadır.
İmam Ahmed b. Hanbel’in arkadaşlarından birisi olan Ebu Tâlip anlatır:
“Bir gün İmam Ahmed’e:
— Cenaze yıkamaktan dolayı para alan bir adam hakkında soru sordum. İmam:
— Para ile mi? diyerek hayretini gizleyemedi. Ben:
— Ama adam fakir olduğunu söylüyor, dedim. İmam:
— Bu çok kötü bir kazançtır, diyerek yanıt verdi.[5]
Bu olayı naklettikten sonra Şeyhu’l-İslâm İbn Teymiyye der ki:
“Bunun izahı şu şekildedir: Ölüleri yıkamak hayır amellerdendir. Bundan gelir elde etmek ise Müslümanların ölmesini temenni etmeyi insanda ahlak haline getirir.”
Yani bir insan cenaze yıkamaktan dolayı para almaya başladı mı, artık o, parasız kaldığı zaman Müslümanların ölmesini ve kendisine iş çıkmasını ister hale gelir ki, bu da bir insanın uğrayacağı en büyük âfetlerden birisidir. Zira Müslümanların ölmesini istemek, İslam’ın gücünün kırılmasını istemek demektir. Rukye de buna benzemektedir. Bir insan rukye yapmayı meslek hâline getirip bundan gelir elde etmeye başladı mı, artık o da Müslümanların hastalanmasını, cinlerin onlara musallat olmalarını ve buna benzer bir takım sıkıntılara maruz kalmalarını ister hale gelebilir. Bu ise son derece tehlikeli bir durumdur.
İşin aslına bakılırsa cenaze yıkamak çok külfetli, zahmetli ve her insanın içinin alamayacağı işlerdendir. Böyle olmasına rağmen Selefimiz bu işten para almayı adet haline getirmeyi uygun görmemişse, peki, rukye gibi Allah’ın kelamının ve şer‘î duaların kullanıldığı işten para almayı adet haline getirmeyi nasıl uygun görürler? Bu, sakınılmaya diğerinden daha evlâ değil midir?
Burada konuyla alakalı bir noktaya daha temas etmek istiyorum ki, bu da üzerinde düşünülmesi ve şer‘an cevabının bulunması gereken konulardandır: Bazıları bir hastayı karşılarına aldıkları zaman onlara “seans” denilen bir uygulama yapmaktadırlar. Bu uygulama Selef döneminde olmayan bir uygulama olmasının yanı sıra, istismara ve insanları aldatmaya açık olan bir uygulamadır. Bu nedenle sakınılması gerekmektedir.
Bir insan seans başı bilmem ne kadar para talep ettiği hastanın ilk seansta iyileşmesini ve şifa bulmasını ister mi hiç?
Burada “Hocam, biz öyle değiliz” denilebilir; ama unutmamak gerekir ki, sizin öyle olmamanız başkalarının da öyle olmayacağı anlamına gelmez. İslam’da hükümler konulurken en basit insanların bile fıtratları, karakterleri, istidatları göz önüne alınır. Sen karşı taraftaki insanın ilk seansta iyileşmesini isteyebilirsin, karakterin bu doğrultudadır; ama bu işle uğraşan başka bir müslümanın böylesi bir karakteri olmayabilir! O Müslüman nefsine yenilerek ve aşırı hırs göstererek insanların ilk seanslarda iyileşmelerini istemeyebilir!
O zaman ne olacak? Böylesi bir durumda İslam nasıl bir hüküm koyacak? Önü açık ve istismara muhtemel olan hükümler mi, yoksa sakınmayı esas alan hükümler mi?
Hangisi?
5) RUKYEDE “ASIL OLAN” PARA ALMAMAKTIR
İslam âlimleri rukyede asıl olanın ücret almamak olduğunu söylemişlerdir.[6] Çünkü rukye bir duadır, tazarrudur, Allah’a yalvarmaktır. Ve yine rukye, Allah’a yaklaşma vesilelerinden bir vesiledir. Bundan ücret almak ise dini alet ederek para kazanmaya benzemektedir ki, bu hiç de yakışık alan bir şey değildir. Dinin genel nasslarını incelediğimiz zaman, bu nassların, dini alet ederek menfaat elde etmeyi yasakladığını görürüz. Ve yine peygamberlerin hayatlarını incelediğimiz zaman onların insanları dine davet ederken kendilerinden bir menfaatleri olmadığını ısrarla kendilerine hatırlattıklarını müşahede ederiz. Onların din karşılığında menfaat elde etmedikleri ve dini bir menfaat aracıymış gibi kullanmadıkları Kur’an’da en çok hatırlatılan gerçeklerdendir. Bugün rukye yaparak insanlardan uçuk paralar alan ve ardından onları tevhide davet eden insanlar karşı tarafa ne kadar tesir edebilir, kalplerinde ne kadar etki bırakabilirler?
Oysa “Kral ve Çocuk Hadisi”ndeki mü’min çocuğun yaptığı gibi, onları tedavi etmeden önce güzelce tevhidi kendilerine anlatıp ardında da hiçbir menfaat beklemediğini hissettirerek rukye yapsalar, hidayetin kapısını aralamış olmazlar mı?
“Kral ve Çocuk Hadisi” diye meşhur olan şu hikâye ne derin hikmetler ve mesajlarla doludur. Altı çizili yerleri dikkatle okumanızı rica ediyorum: Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem anlatır:
“Sizden önceki ümmetler içinde bir padişah, bir de onun sihirbazı vardı… Bu sihirbaz yaşlanınca, padişaha:
— Ben yaşlandım, bana genç birini göndersen de ona sihirbazlığı öğretsem, dedi.
Padişah da ona bir genç gönderdi. Gencin yolu üzerinde bir rahip bulunmaktaydı. Genç ona uğradı, yanında oturdu ve konuşmalarını dinledi, beğendi. Sihirbaza her gittiğinde rahibe uğrar ve yanında bir süre kalırdı. Sihirbaz ona “niçin geç kaldın?” diye kızar ve döverdi. Delikanlı bu durumu rahibe şikâyet etti. O da şöyle dedi:
— Sihirbazdan korktuğunda, “evdekiler alıkoydular” de; ailenden çekindiğinde de “sihirbaz alıkoydu” de.
Genç, durumu böylece idare edip giderken, bir gün yolda insanların gelip geçmesine engel olan büyük ve yırtıcı bir hayvana rastladı ve kendi kendine “Sihirbazın mı yoksa râhibin mi daha üstün olduğunu işte şimdi öğreneceğim” diyerek bir taş aldı ve “Ey Allahım, rahibin yaptıklarını sihirbazın yaptıklarından daha çok seviyorsan, şu hayvanı öldür ki insanlar yollarına devam etsinler” dedi ve taşı hayvana doğru fırlatıp onu öldürdü. Halk da geçip gitti. Daha sonra delikanlı râhibe gelip olayı anlattı. Râhip ona:
— Delikanlı! Şimdi artık sen benden daha üstünsün. Zira sen bu gördüğüm mertebeye erişmişsin. Öyle sanıyorum ki, sen yakında bir belâya uğratılacaksın. Böyle bir şey olursa, sakın benim bulunduğum yeri kimseye gösterme! dedi.
Delikanlı, körleri, alaca hastalığına tutulmuş olanları kurtarır ve diğer hastalıkları da tedâvî ederdi. Padişahın o sıralarda kör olmuş bir yakını bunu duydu, değerli hediyelerle birlikte delikanlıya gitti ve:
— Eğer beni tedâvî edersen, bütün bunlar senin olacak, dedi.
Delikanlı:
— Ben kendiliğimden kimseye şifâ veremem. Şifayı ancak Allah verir. Eğer sen Allah’a iman edersen, ben ona dua ederim, o da (dilerse) sana şifa verir, dedi.
Adam iman etti. Allah Teâlâ da ona şifa verdi…”[7]
Altı çizili yerler aslında bizlere çok şeyler anlatmaktadır. Bu çocuk insanları okuyup rukye yaparken güttüğü temel hedef onlardan menfaat elde etmek değil, aksine onları hidayete yönlendirmek ve onları din ile tanıştırmaktır.
Bugün de Allah bize rukye gibi bir ilmi öğretmiş ve yaptığımız dualara icabet ederek elimizle birilerine şifa vermişse, bunu dünyalık menfaat elde etme yolunda değil, Allah’ın dinine adam kazanma yolunda kullanmamız gerekmektedir.
Hadiste anlatılan kralın yanındaki adamın değerli hediyelerle birlikte delikanlıya gitmesi ve tedavi karşılığında tüm bu değerli eşyaları kendisine vermeyi teklif etmesi; buna karşın delikanlının bu değerli hediyeleri reddederek adamı imana davet etmesi İslam’da rukyenin asıl amacını ortaya koymaktadır.
Üstte de değimiz gibi, rukyede asıl olan ücret almamaktır. Hele bir de tedavi etmeye çalıştığımız insanlar Allah’a şirk koşan insanlar ise, onlardan para almamak daha evlâdır; zira bu sayede tıpkı hadisteki genç gibi, onlara, üzerinde bulundukları şirklerini hatırlatır ve kendilerini yeniden saf ve berrak imana davet ederiz. Allah’ın izni ile şifa bulmasına vesile olduğumuz böylesi şirk ehli birisi, para da talep etmediğimiz için bize ziyadesi ile minnettar olacak, kendisine anlattığımız Tevhid hakikatleri üzerinde düşünecek ve belki de hidayet bulacaktır. Allah bize böyle bir imkân vermişse bunu O’nun yolunda kullanmaktan neden geri duruyoruz ki?
Tedavi etmeye çalıştığımız insanlar, Allah’a iman eden kimseler ise onlardan da para almamak gerekir; zira İslam’da asıl olan bir insanın, kardeşine elinden geldiği kadarıyla yardım etmesi ve ona her hususta yardımcı olmaya çalışmasıdır. Rasulullah sallallâhu aleyhi ve sellem şöyle buyurur:
“Sizden her kim kardeşine faydalı olmaya güç yetiriyorsa, bunu yapsın.”[8]
Bu nedenle müslümanların, rukye gibi Kur’an ayetleri okunarak ortaya konulan tedavilerden dolayı müslümanlardan ücret alması, hele hele uçuk paralar istemesi asla uygun değildir. Bu en asgari şartlarda kardeşlik haklarıyla örtüşmez. Bir önceki başlıkta da değindiğimiz gibi, cenaze yıkamaktan dolayı onlardan ücret almak nasıl ki uygun değilse, aynı şekilde rukye karşılığında para almak da uygun değildir.
6) RUKYEDEN PARA ALMAK CAİZDİR; LAKİN…
Buraya kadar anlattığımız şeylerle rukye tedavisinde “asıl olanın” para almamak olduğunu vurguladık. Lakin bu, bu işten dolayı para almanın kesin olarak caiz olmadığını veya haram olduğunu ifade etmez. Bir insan rukye terapisi uygulayarak bir insanı tedâvi etmeye çabalıyorsa, bunun için zaman harcıyorsa, gerektiğinde evini, arabasını kullanıyorsa o zaman ücret alması bu işi meslek haline dönüştürmemesi şartıyla caizdir. Ama yine vurgulayalım ki “caizdir”, yani zorunlu değildir. Bu, Peygamber Efendimiz sallallahu aleyhi ve sellem’in takrîri, yani onayı ile böyledir.
Şimdi bu işin caiz olduğunu gösteren ve belki de en meşhur olan hadisi nakledelim, sonrasında da bu hadis üzerinde değerlendirmemizi yapalım. İmam Buhârî ve İmam Müslim rivayet ediyor:
“Rasulullah sallallahu aleyhi ve sellem’in ashabından bir grup, bir Arap köyüne uğramıştı. Köy halkından kendilerini ağırlamalarını talep ettiler, ancak köylüler bu teklifi reddetti. Bu esnada köyün liderini yılan (veya akrep) sokmuştu. Ne yaptılarsa hiçbir şey fayda vermedi. İçlerinden birisi:
− Köyümüze gelen şu insanlara gidin. Belki onlardan birisinde fayda verecek bir şeyler vardır, dedi. Bir grup hemen gitti ve köyde mola veren Sahabîlere:
− Liderimizi yılan soktu ve ne yaptıysak fayda vermedi. Acaba sizden birinizde fayda verecek bir şeyler var mı? dediler. Sahabîlerden birisi:
− Evet, vallahi ben tedâvi edebilirim. Ancak siz, rica etmemize rağmen bizi misafir etmediniz. Ben de karşılığında ücret almadan tedâvi yapmam, dedi.
Nihayet bir koyun sürüsü üzerinde anlaştılar. Sahabî üflemeye ve Fatiha Sûresini okumaya başladı. Adam bağdan çözülür gibi oldu ve sanki onu yatağa düşüren hiç bir şey olmamış gibi kalkıp yürüdü. Köylüler anlaştıkları ücreti ona verdiler…
İçlerinden birisi ‘Paylaşalım’ dedi. Ancak rukye ile tedâvi yapan sahabî ‘Peygambere gidip durumu anlatarak bize ne emredeceğini görmedikçe bunu yapmayın’ diye karşılık verdi. Rasulullah sallallahu aleyhi ve sellem’in yanına vardılar ve olayı anlattılar. Rasulullah sallallahu aleyhi ve sellem sahabiye: “Fatiha’nın şifa verici bir dua olduğunu nereden anladın?” dedi. Sonra: “İsabet etmişsiniz. Paylaşın, sizinle beraber bana da pay ayırın” buyurdu ve güldü.”[9]
Rukye tedâvisi karşılığında ücret almanın caiz olduğuna dair getirilen temel delil, bu hadistir. Bu hadis sahihtir, anlattığı şey doğrudur; ama bazılarının bundan çıkarmış oldukları sonuç yanlıştır. Bu yanlışlığı şu şekilde maddeler haklinde izah edebiliriz:
1) Öncelikle bu hadis, “istisnâi” bir olaydan bahsetmektedir ve ortaya koyduğu hüküm, Ashab-ı Kiram’ın genel âdetini yansıtmamaktadır. Çünkü Ashab-ı Kiram, asla rukye ve benzeri şeylerden dolayı para almayı adet edinmiş değildi. Hadiste sözü edilen sahabî gurubunun da durumu farklı değildir. Onlar, günümüzde bazı kimselerin yaptığı gibi, rukye yapmayı ve Allah’ın ayetlerini okuyarak insanları tedavi etmeyi iş ve meslek hâline getirmemişlerdi. Hatta aldıkları koyunları paylaşıp-paylaşmama noktasında anlaşmazlığa düşmeleri ve durumu Rasulullah’a sormayı kararlaştırmaları, bunun onlar tarafından bilinen bir şey olmadığını net olarak ortaya koymaktadır.
2)Hadiste sözü edilen sahabîler, koyunları aslında kendilerini geceleyin ağırlamayı kabul etmeyen insanlara bir tepki olarak almışlardı. Sahabînin “Evet, vallahi ben tedâvi edebilirim. Ancak siz, rica etmemize rağmen bizi misafir etmediniz. Ben de karşılığında ücret almadan tedâvi yapmam” sözü bunun en açık göstergesidir. Bu ibarenin mefhûmundan anlıyoruz ki, eğer onlar kendilerini ağırlamış olsalardı, herhangi bir ücret almayacak ve onlara yardımcı olacaklardı. Bunu dikkatlice inceleyenler, sahabîlerin koyunları alış gerekçelerini rahatlıkla anlarlar.
3)Bu hadisi delil göstererek insanlardan uçuk fiyatlar, âfaki ücretler talep edenler şu noktayı gözden kaçırıyorlar: Orada tedavi edilen zât kavmin efendisi, o bölgenin lideri idi. Ama sizin tedavi ettiğin insanlar ne bir kavmin efendisi ne de bir bölgenin lideridirler. Aksine ay sonunu ucu ucuna denk getiren, belki cebince harçlığı olmayan veya talep edilen miktarı ödemek için sağdan soldan borç alan insanlardır. Eğer siz de kavmin efendisi olan valileri, kaymakamları, belediye başkanlarını veya başbakanları tedâvi ederseniz bir sürü değil, on sürü talep edin; bu sizin hakkınızdır. Lakin aylık geliri 800 TL olan veya o civarlarda maaş alan insanlardan bir saatin içerisinde maaşlarının yarısını istemek adalet ilkesi ile ne kadar bağdaşır? Bunu hangi insafla, hangi vicdanla izah edebilirsiniz?
Eğer herhangi bir ücret alınacaksa bunun piyasa ile orantılı olması ve insanları sarsmaması gerekmektedir; zira İslamî ticarette asıl itibarı ile kâr oranı sınırlaması olmadığı halde, piyasayı bozmama şartı vardır. Eğer piyasa bozuluyorsa bu durumda kafaya göre kâr oranı konulamaz. İslam, haddi zatında alışverişlerde kâr oranlarına müdahale etmemiştir. Ama piyasayı bozarak insanların dengesini sarsmayı, onları zora sokmayı yasaklamıştır. Dolayısıyla böylesi bir durumda sınırsız kâr haddi olmaz. Şimdi ticarette bu dengeyi gözeten ve insanların bütçesini dikkate alan İslam, insanlardan âfaki paralar talep ederek onların dengesini bozan rukyecilerin yaptığını uygun mu görecek?
Bunu düşünmek gerek!
İşte bu nedenle okuma ücretleri veya seans tarifeleri belirlenirken kesinlikle piyasa baz alınmalı, insanların gelir düzeyleri gözetilmeli ve ona göre bir fiyat belirlenmelidir. Örneğin bir insan 8 saat çalıştığında kaç para alıyorsa okuyanların da ona yakın bir ücretlendirme yapması gerekmektedir. Haydi, özel bir iş olduğu için biraz daha fazla olsun! Bu durumda kimse itiraz etmez ve eleştiri yapmaz. Ama rukyenin saati, bir insanın 15-20 günde ancak kazanabileceği bir para ile belirlenirse, o zaman kimse kusura bakmasın biz bunu eleştirir ve bunun zulme kapı araladığını söyleriz; kimse de bu söylediklerimize itiraz edemez.
Hem tarifeler ucuz olduğunda hem de insanların gelir düzeyleri gözetildiğinde, bu onların daha rahat olmalarını, yapan insana daha fazla güvenmelerini sağlayacaktır. Böyle olduğu zaman adam bir kere yerine birkaç kere gelecek, hastalık hakkıyla tedavi edilecek ve onlarla irtibat daha fazla sağlandığı için akidemizi ulaştırmamız daha kolay olacaktır. Bu işi yapan arkadaşların Allah için bu söylenenleri düşünmelerini isteriz.
4) Hadis hakkında söyleyeceğimiz son şey, bazı çağdaş âlimlerin de ifade ettiği gibi[10] o dönemdeki koyunların değeri şimdiki gibi değildi. Yani o dönemde koyun ve deve gibi hayvanlar hem daha ucuz hem de alım-satımı daha kolaydı. O dönemde en gariban sahabîlerin bile birkaç devesi olabilirken şimdileri iyi bir deve birçok kaliteli arabadan daha pahalıya satılmaktadır. Bu nedenle iki dönemi birebir birbirine kıyaslamak yanlış olur. Huneyn Savaşı sonrası Efendimizin elde ettiği ganimet koyun ve develerin adetlerini bilenler, bizim bu söylemiş olduğumuz şeyin doğruya ne kadar yakın olduğunu rahatlıkla anlarlar.[11]
Bu başlığımızla alakalı son olarak şunu söyleyebiliriz: Bu hadis, Efendimizin takrîri ile rukye tedavisinden dolayı para almanın caizliğini ortaya koymaktadır. Ama bunu sürekli hale getirmenin hadisten çıkarılması asla söz konusu değildir. Hatta bu, böyle söyleyenlerin aleyhine bir huccettir.
Zikrettiğimiz şeylere dikkat ederek mâkul oranda, insanları zora sokmadan ücret alan ve bu işi meslek haline dönüştürmeden yapan kardeşlerimize diyeceğimiz bir şey yoktur. Ama onların şunu unutmamaları gerekir ki, bunun da caiz olmadığını, bu hadisin konuya onların anladığı şekilde delalet etmediğini söyleyen âlimler de vardır. Bu nedenle bu işi yaparlarken yarın Allah’ın huzurunda her an ayetlerini dünyalık karşılığında satan kimseler gibi yargılanabileceklerini, ücretlerini daha dünyada iken aldıkları için herhangi bir hayra nail olamayacaklarını hatırlarından çıkarmadan yapmaları gerektiğini hatırlatırız.
7) ŞER‘Î OLMAYAN USÛLLERLE RUKYE YAPILMAZ
Bazı kimseler yapmış oldukları rukye tedavilerinde şer‘î usûllere muhalefet etmektedirler. Bu da âlimlerimizin kendisinden sakındırmış olduğu şeylerden birisidir. Eskiden bu işi ancak âlim ve dini bilen kimseler yaparken, şimdileri daha Kur’an’ı bile tecvîdli bir şekilde okuyamayan, yeterli düzeyde ezberi olmayan ve Efendimiz sallallâhu aleyhi ve sellem’den nakledilen me’sûr duaları bilmeyen kimseler yapmaktadırlar. Bu da, bu asrımızın musibetlerinden bir diğeridir. Oysa kitaplara baktığımız zaman cin çıkarma ve benzeri okuma uygulamalarında hep karşımıza Ahmed b. Hanbel gibi, İbn Teymiyye gibi büyük âlimlerin isimleri çıkmaktadır. Aslında bu bile bizlere çok şeyi ifade etmektedir; lakin anlayan nerede?
Şimdi burada bazı kimselerin yaptığı ve sünnete muvâfık olmayan uygulamalara ilişkin bir kaç fetvâyı aktarmak istiyoruz. Umarız bu sayede böylesi uygulamalara başvuranlar bu fetvâları okuduktan sonra yaptıklarından vazgeçerek Sünnette bize bildirilen şekilleri uygulamaya koyarlar.
Soru: Rukye yaparken mikrofon veya uzak mesafeden telefon ile okuma yapmanın ve aynı andan birçok kimseyi okumanın hükmü nedir?
Cevap: Rukyenin hastaya direkt olarak yapılması gerekir. Okumanın mikrofon[12] veya telefon vasıtasıyla yapılması olmaz; zira bu, Rasulullah’ın, ashabının ve onlara ihsân ile uyanların rukye hususundaki uygulamalara terstir. Rasulullah sallallahu aleyhi ve sellem şöyle buyurur: “Kim bizim şu dinimizde, onda olmayan şeyler ortaya çıkarırsa bu, (derhal) reddedilir/ondan kabul edilmez.”[13]
Soru: Hastanın yanında iken Kur’an ayetlerini (ağızdan değil) kayıt cihazından okutmanın hükmü nedir?
Cevap: Kur’an ayetlerini ve duaları (ağızdan değil de) kayıt cihazından okutmanın rukyede herhangi bir faydası olmaz; zira rukye, yapıldığı esnada inanca ve niyete ihtiyaç duyan bir işlemdir. Ve yine hastaya birebir üflemeyi gerektiren bir uygulamadır. Aletlerden ise böylesi bir şeyin meydana gelmesi söz konusu değildir.”[14]
Bu fetvâları iyi düşünmek ve üzerinde önemle durmak gerekir; zira rukyede asıl tesirli olan şey Kur’an’ın lafızları değil[15], o lafızları ağzından döken insanın halis niyeti, ihlâsı ve Allah’a olan bağlılığıdır. İnsan bu şekilde Kur’an okursa fayda hâsıl olur; aksi halde Kur’an’ı salt okumanın –Allah yine de en iyisini bilir– bir faydası olmayacaktır. Bu da önemli bir husustur.
Rukye konusunda aslında söylenecek çok söz vardır; lakin şu an için vaktimiz buna el vermemektedir. Şimdilik bu kadarı ile yetiniyor ve inşâallah bu yazdıklarımızdan fayda meydana getirmesini Yüce Mevlâ’dan niyaz ediyoruz.
Rabbim, hakkı hak bilip ona ittiba etmeyi; bâtılı bâtıl bilip ondan ictinâb etmeyi hepimize kolay kılsın ve yanlış söylemişsek bizleri affı ile bağışlasın.
Faruk Furkan
[1] Bkz. sf. 9.
[2] Bu kitap, Guraba Yayınları tarafından tercüme ettirilmiştir. Buranın tercümesi de oradan alıntılanmıştır. Bkz. sf. 155.
[3] Bkz. sf. 90. İbn Nuceym’in zikrettiği hadisi Buhârî ve Müslim rivayet etmiştir.
[4] Buhârî, Tıb 1, Müslim, Îmân 374.
[5] el-Fetâvâ’l-Kübrâ, 4/495, 496.
[6] Bkz. el-Edilletu’n-Nakliyye ve’l-Akliyye fi’l-Farki beyne’r-Rukyeti’ş-Şer‘iyye ve’r-Rukyeti’t-Ticâriyye, sf. 17.
[7] Müslim rivâyet etmiştir. Bkz. Zühd, 73.
[8] Müslim rivayet etmiştir. Bkz. 2199.
[9] Buhari, 2276; Müslim, 2201.
[10] Örneğin bkz. el-Edilletu’n-Nakliyye ve’l-Akliyye fi’l-Farki beyne’r-Rukyeti’ş-Şer‘iyye ve’r-Rukyeti’t-Ticâriyye, sf. 18.
[11] Huneyn Gazvesinde ganimet olarak alınan koyunların sayısı ortalama 40.000; develerin sayısı da ortalama 24.000 civarındaydı.
[12] Okumada kişinin ihlâsının yanı sıra eğer nefesin de fonksiyonu varsa, bu durumda fetva isabetlidir ve mikrofon gibi aletlerden uzak durmak gerekir; lakin eğer nefesin bir fonksiyonu yoksa, bu durumda içerideki cini sıkıştırmada tesiri artırmak için mikrofon ve benzeri ses yükselten aletleri kullanmakta bir mahzur olmayabilir. Meselenin doğrusunu yine de Allah bilir.
[13] Aşru Muhâlefât fi’r-Rukye, sf. 2.
[14] Aşru Muhâlefât fi’r-Rukye, sf. 2, 3.
[15] “Asıl tesirli olan şey Kur’an’ın lafızları değil” sözümüz yanlış anlaşılmamalıdır. Elbette ki Kur’an’ın lafızlarının rukyede tesiri büyüktür; lakin okuyan kimse, ihlâsı göz ardı ederek bu lafızları dile dökecek olsa, bu durumda o lafızların her hangi bir faydası olmayacaktır. Bizim demek istediğimiz şey budur.