“İman eden erkekler ve kadınlar, birbirlerinin velisidirler. Onlar iyiliği emreder, kötülükten menederler.” (Tevbe, 71)

SARİH İSLAM’I ANCAK SARİH KÜFÜR BOZAR

 

بسم الله الرحمن الرحيم

Rahmân ve Rahîm Olan Allah’ın Adıyla…

 

 

الإسلام الصريح لا ينقضه الا الكفر الصريح

Bu kaide tekfir meselesinin en önemli kaidelerinden birisidir. Abdullah el-Eserî der ki: “Ehl-i Sünnet imamları bu kaide hususunda ittifak halindedirler”[1]

Biz, kitabın ilk bölümlerinde bu kurala ilişkin bazı bilgilere yer vermiş ve İslam ahkâmının şek, şüphe üzerine değil, kesin ve yakînî bilgiler üzerine bina edildiğini ifade etmeye çalışmıştık. Burada konuyu biraz daha açmaya ve gerekli delilleri biraz daha zikretmeye gayret edeceğiz. Yardım ve başarı yalnız Allah’tandır.

Bilindiği üzere İslam’da hükümler, şek ve şüphe üzere değil, kesin ve yakîn üzere bina edilir. Şüphenin İslam’da yeri yoktur. Kesin bilginin dışında bir şeyle insanlara hüküm verilmez. Bu nedenle, hadlerin tatbikinin gerçekleşebilmesi için çok ağır şartlar öne sürülmüştür. Örneğin, zina suçunun ispatı için şahitlik şartlarına elverişli olan dört şahidin şahadeti gerekmektedir. Dolayısıyla bir insana üç kişi tarafından zina suçlaması isnat edilse olaya tanıklık eden dördüncü bir şahit şahitlik etmediği sürece o kişiye had cezası tatbik edilmez. İslam’da bu hakikat “Hadler en ufak şüpheyle düşer” şeklinde formüle edilmiştir. Bu böyledir; zira zan hakkın karşısında hiçbir şey ifade etmez. Bu girişten sonra kaidemizin şerhine geçebiliriz.

Bilindiği üzere “sarih” kelimesi sözlükte açık, net, saf, arı ve katışıksız manalarına gelir. Burada ise “kesinlik” manası kastedilmektedir. Dolayısıyla biz “sarih İslam’ı ancak sarih küfür bozar” dediğimizde şu anlaşılmalıdır: Hiçbir şüpheye mahal bırakmayacak şekilde kesinleşmiş ve tahakkuk etmiş bir İslam’ı ancak onun gibi kesin ve net bir küfür bozabilir. Böylesi bir İslam’a sahip olan bir kimsenin küfre delaleti kesin ve net olmayan bir amelle din dışına itilmesi asla caiz değildir. Böylesi bir şeyin gerçekleşebilmesi delaletinde ihtimal olan bir küfür ile değil, ancak güneş gibi açık ve net olan bir küfrün sübutu ile mümkün olur. Bunun aksinin söylenmesi ilimden birazcık nasibi olanlar için söz konusu değildir.

Bunun delillerine geçmeden önce önemli bir konuya temas etmek istiyorum. Kitabın önceki sayfalarında da izah etmeye çalıştığımız üzere İslam’da kesin olarak sabit olan bir şey şüphe ile zail olmaz. Bu, fıkhın temel kurallarından birisidir. Şimdi kısaca bunun üzerinde biraz duralım.

Yakînen (kesin olarak) Sabit Olan Bir Şey Şüphe İle Zail (yok) Olmaz.

İslam uleması, “el Kavaidu’l Fıkhiyye” ya da “el Kavaidu’l Külliyye” diye bilinen fıkhî kuralların içerisinde biraz önce atıfta bulunduğumuz “اليقين لا يزول بالشكّ= Yakînen (kesin olarak) sabit olan bir şey şüphe ile zail (yok) olmaz”[2] kaidesini yerleştirmişlerdir.  Bu kaide gerek fıkhî meselelerde olsun gerekse diğer meselelerde gerçektende son derece önemli bir boşluğu doldurmaktadır. Bu kaideden hareketle fıkhı, akaidi ve daha birçok alanı ilgilendiren onlarca hüküm vaz edilmiştir.

Bu Kaidenin Delili

Bu kaidenin temel dayanağı Rasûlullâh sallallâhu aleyhi ve sellem’den nakledilen bazı hadislerdir. İmam Müslim, Sahihinde şöyle bir rivayete yer verir:

Peygamber sallallâhu aleyhi ve sellem’e namazda iken; abdestinin bozulduğunu zanneden bir adam şikâyet edildi. Rasû­lullah sallallâhu aleyhi ve sellem: ‘Böyle bir kimse ses İşitmedikçe veya koku duymadıkça namazdan çıkamaz’   buyurdu.”[3]

Yine Müslim’in rivayet ettiği başka bir hadiste Rasûlullâh sallallâhu aleyhi ve sellem şöyle buyurur:

“Biriniz namazında üç mü kıldı yoksa dört mü diye şüphe ederse şüpheyi terk etsinde (namazını)  yakînen (kesin olarak) bildiğinin üzerine bina etsin. Sonra se­lam vermeden önce iki secde eder! Şayet beş rek'ât kılmışsa bu iki secde onun namazını çift yapar. Eğer dördü tamamlamak için kıldıysa bu iki sec­de şeytanı çatlatmak için yapılmış olur”[4]

İmam Nevevî ilk hadisin şerhinde der ki:

“Bu hadis İslam’ın temellerinden birisi ve fıkıh kaidelerinden büyük bir kaidedir. Şöyle ki: aksini kesin olarak ortaya koyacak bir şey olmadığı zaman eşyada asıl olan onun asıllığının bekasına (devam ettiğine) hükmetmektir. Sonradan husule gelen şüpheler ona zarar vermez. Konumuzla alakalı hadisin varit olduğu bab da ki meselede aynıdır. (Yani) kim abdestli olduğuna kesin olarak inanır ve abdestsizliğinden şüphe ederse onun abdestli olduğuna hükmedilir…”[5]

Hadisler, kesin olarak sabit olan bir şeyin şüphe ile zail olmayacağı noktasında son derece açıktır. Abdest aldığı kesin olduğu halde onun bozulup bozulmadığında şüphe eden sahabesine Rasûlullâh sallallâhu aleyhi ve sellem böyle fetva vermiştir.

Bu hadislerin medlulünden hareketle ulema bu gerçeği “Yakînen (kesin olarak) sabit olan bir şey şüphe ile zail (yok) olmaz” cümlesi ile kaideleştirmiş ve bunun üzerine sayılamayacak kadar çok ahkâm bina etmişlerdir. Bu ahkâmdan birisi de İslam’ı yakînen sabit olan bir Müslüman’ın şüpheler sonucu tekfir edilemeyeceğidir. İslam o kişi hakkında kesin olarak sabit olduğu halde küfrün sabitliği kesin değildir.

Bundan dolayı, bizim bir insanın -gerçektende küfrü reddedip Allah’a iman ettiğini bildikten sonra- küfre delaleti zannî olan bir amel neticesinde hemen onun dinden çıkmış olduğuna karar vermemiz çok zordur. Çünkü böylesi bir insanın İslam’ı kesin olduğu halde küfrü kesin değil, aksine ihtimallidir. İhtimal olan yerde de tekfir olmaz.

İmam Nevevî’nin şerh etmeye çalıştığı kaide usul ilminde “ıstıshâb” olarak adlandırılmaktadır. Usulcülere göre ıstıshâb; “geçmişte bir delil sonucu sabit olan bir durumun -değiştiğine dair her hangi bir delil bulunmadığı sürece- hâlihazırda da varlığını koruduğuna hükmetmek” demektir.[6] Bu kuralda bizim meselemizle yakından alakalıdır; şöyle ki: bir insanın İslam’ına hükmettikten sonra onun bu hali olduğu gibi kabul edilmelidir. Onun bu halinin değiştiğine (yani küfre girdiğine) dair elimizde kesin bir delil olmadığı sürece biz o şahsa Müslüman hükmü vermeye devam ederiz. Ama her ne zaman ki onun bu halinin değiştiğini yakîni bir şekilde bilirsek işte o zaman elimizde bir delil olmuş olur ve onun küfre girdiğine kanaat getirebiliriz. Burada onun küfrünün de -her hangi bir şüpheye mahal bırakmaksızın- yakîni bir şekilde sabit olması gerekmektedir. Eğer bu yakînen sabit değilse biz yine onun Müslüman olduğunu kabul eder ve hükmümüzü şüpheye değil de kesin bir bilgiye dayandırmış oluruz.

“Sarih İslam’ı Ancak Sarih Küfür Bozar” Kaidesinin Delilleri

1-) Bizlere araştırma yapmayı ve olayların gerçek yüzünü öğrenmeyi emreden ayetler bu kaidenin delilleri arasındadır. Bu konuda iki ayet zikredeceğiz:

a) Rabbimiz şöyle buyurur:

Ey iman edenler! Allah yolunda gazaya çıktığınız zaman, gerekli araştırmayı yapın. Size selâm veren kimseye, dünya hayatının geçici menfaatine (ganimete) göz dikerek, “Sen mü’min değilsin” demeyin. Allah katında pek çok ganimetler vardır. Daha önce siz de öyle idiniz de Allah size lütufta bulundu (müslüman oldunuz). Onun için iyice araştırın. Çünkü Allah, yaptıklarınızdan hakkıyla haberdardır.” (Tevbe, 94)

Bu ayeti kerime de Rabbimiz bir işi açığa çıkarmak için gerekli araştırma yapmayı bizlere emretmiştir. Bu emri de iki kere tekrarlamıştır. Bu vurgunun amacı bizlere işin ehemmiyetini kavratmaktır. Yani “bir işe koyulduğun vakit sakın ha aceleci davranma; araştır, incele ve kesin sonuçlara ulaşmaya çalış. Aksi halde yanlış hüküm vererek zulme kapı aralamış olursun” demektir. Tefsirlerde geçtiği üzere bu ayet-i kerimenin sebeb-i nüzulünde birkaç rivayet bulunmaktadır.[7]

* Abdullah İbn-i Ebi Hadred’den şöyle rivayet edilmiştir: “Rasûlullah sallallâhu aleyhi ve sellem bizi “İdam” denilen bir yere gönderdi. Müslümanlardan bir gurupla yola çıktık. Grup içerisinde Ebu Katâde ve Muhallem b. Cessâme’de vardı. İdam vadisine vardığımızda devesi üzerinde ve yanında bir miktar eşyası ile süt kabı bulunan Âmir İbn-i Azbat el-Eşcaî bize uğradı. Yanımıza geldi­ğinde bize selâm verdi. Biz de onu yakaladık. Aralarında olan bir şey­den dolayı Muhallem İbn-i Cessâme onun üzerine hücum ederek onu öldürdü, devesini ve eşyasını aldı. Rasûlullah sallallâhu aleyhi ve sellem’e vardığımızda kendisine du­rumu haber verdik de bizim hakkımızda: «Ey iman edenler! Allah yolunda gazaya çıktığınız zaman, gerekli araştırmayı yapın… Çünkü Allah, yaptıklarınızdan hakkıyla haberdardır» ayeti nazil oldu.

* Diğer bir rivayet ise şöyledir:

Süleym oğullarından bir adam Hz. Peygamber sallallâhu aleyhi ve sellem’in ashabından bir gruba rastladı. Koyunlarını güdüyordu ve onlara selâm verdi. Onlar: “Bu, sadece bizden korunmak için selâm verdi” diyerek üzerine yürüdüler ve onu öldürerek koyunla­rını Hz. Peygamber sallallâhu aleyhi ve sellem’e getirdiler. Bunun üzerine «Ey iman edenler! Allah yolunda gazaya çıktığınız zaman, gerekli araştırmayı yapın… Çünkü Allah, yaptıklarınızdan hakkıyla haberdardır» ayeti nazil oldu.

Diğer bir rivayette ise şu şekildedir:

Allah Rasûlü sallallâhu aleyhi ve sellem bir seriye göndermişlerdi. İçlerinde Mikdâd b. Esved radıyallâhu anh’de bulunmaktaydı. (Üzerlerine gönde­rildikleri) kavme vardıklarında, onları dağılmış bir vaziyette buldular. Sadece ya­nında çok mal bulunan bir adam ayrılmayıp orada kalmıştı. O da: “Ben Allah’tan başka ilâh olmadığına şehâdet ederim” dedi. Mikdâd ise bu sözü söylemiş olmasına rağmen üzerine yürüyüp adamı öldürdü. Arkadaşlarından birisi Mikdâd’a: “Allah’tan başka ilâh olmadığına şehâdet eden bir adamı mı öldürdün? Allah’a yemin ederim ki, bunu Hz Peygamber sallallâhu aleyhi ve sellem’e anlatacağım” dedi. Allah Rasûlü sallallâhu aleyhi ve sellem’in yanına geldiklerinde: “Ey Allah’ın Rasûlü, bir adam Allah’tan başka ilâh olmadığına şehâdet ettiği halde Mikdâd onu öldürdü” dediler. Allah Rasûlü: “Bana Mikdâd’ı çağırın buyurdu. Mikdâd radıyallâhu anh gelince ona; “Ey Mikdâd, Allah'tan başka ilâh yoktur, diyen bir adamı mı öldürdün? Yarın kelime-i tevhid ile senin durumun nasıl olacak?” buyurdular. Bunun üzerine Allah Teâlâ Ey iman edenler! Allah yolunda gazaya çıktığınız zaman, gerekli araştırmayı yapın. Size selam veren kimseye, dünya hayatının geçici menfaatine (ganimete) göz dikerek, “Sen mü’min değilsin” demeyin. Allah katında pek çok ganimetler vardır. Daha önce siz de öyle idiniz de Allah size lütufta bulundu (müslüman oldunuz). Onun için iyice araştırın. Çünkü Allah, yaptıklarınızdan hakkıyla haberdardır” ayetini indirdi. Sonra Allah Rasûlü sallallâhu aleyhi ve sellem Mikdâd’a: “O mümin bir adamdı, inanmayan bir kavimle beraber olarak imanını gizliyordu. İmanını açığa vurdu sende onu öldürdün. Bundan önce Mekke’de sen de imanını gizliyordun” buyurdular.[8]

“Gerekli araştırmayı yapın…” ayeti hakkında Taberî der ki: “Durumu size kapalı olan, imanının ve küfrünün hakikatini bilmediğiniz bir kimseyi öldürme hususunda teenni ile hareket ediniz ve acele etmeyiniz. Aksi halde durumu sizin için kapalı olan birisini öldürürsünüz. Allah’a, Rasûlüne ve sizlere harp ilan ettiği için durumunu kesin olarak bildiğiniz kimselerin haricinde hiçbir kimsenin katline yönelmeyin.”[9]

Burada sahabenin yapmış olduğu hareket eleştirilmekte ve zan üzere hareket ettikleri için düşmüş oldukları hata kendilerine beyan edilmektedir. İslam bizlere kesin bilgi üzere hareket etmeyi zorunlu kılmış, kesin olmayan bilgiler üzerine ahkâm bina etmeyi ve fikir sahibi olmayı yasaklamıştır. Bu nedenle tüm işlerimizi kesin ve net bilgi üzere bina etmeliyiz. Aksi halde zan üzere hareket etmiş oluruz ki, bu da bize yasaklanmıştır.

b) Rabbimiz şöyle buyurur:

Ey iman edenler! Eğer bir fâsık size bir haber getirirse onun doğruluğunu araştırın. Yoksa bilmeden bir topluluğa kötülük edersiniz de sonra yaptığınıza pişman olursunuz.” (Hucurat, 6)

Bu ayetin iniş sebebi şu olaydır:

Allah Rasûlü; Velîd b. Ukbe’yi Mustalik oğullarına zekâtlarını toplamak üzere göndermişti. Onlar Velîd’i zekâtla karşıladılar. Velîd döndü ve: “Mustalik oğulları se­ninle savaşmak üzere toplanmışlar” dedi. Allah Rasûlü sallallâhu aleyhi ve sellem onlara Hâlid b. Velîd’i göndererek acele etmemesini, durumu iyice araştırmasını emret­ti. Hâlid yola çıkıp geceleyin onlara vardı, gözcüler gönderdi. Gözcüler geldiklerinde Hâlid’e, Mustalik oğullarının İslâm’a sımsıkı sarılmış ol­duklarını, ezan okuyup namaz kıldıklarını işittiklerini haber verdiler. Sabah olunca Hâlid onlara geldi ve kendisini hayretlere düşüren duru­mu gördü, sonra da Allah Rasûlü sallallâhu aleyhi ve sellem’e dönerek ona haberi iletti. Bunun üzerine Allah Teâlâ bu ayet-i kerime’yi indirdi.[10]

Bir topluluğa bilmeden kötülük etmemek için haberin kaynağını ve sıhhat derecesini araştırmak gerekir. Araştırma yapılmadan verilen hükümler sahibini hep zor duruma sokar, öyle ki, en sonunda öldürmeye kadar gider. Öldürmek gibi bir yanlışa düşmemek için Rabbimiz araştırmayı bizlere emretmiştir. Öldürme fiilinde durum bu ise ya öldürmekten daha ağır bir suç olan haksız tekfirde durum nasıl olur? Müslümanları kesin bir bilgiye ve kat‘î bir delile dayanmadan tekfir edenler, sonuç bakımından daha kötü bir iş yapmış olurlar. Onların yaptıkları elbette ki daha ağır bir suçtur. Hadiste şöyle buyrulur: “Kişi (din) kardeşine (haksız yere) ‘ey kâfir!’ dediği zaman, adeta onu öldürmüş gibidir. İman etmiş bir kula lanet okumak onu öldürmeye benzer.”[11] Müslümanı haksız yere tekfir etmek onu öldürmekle eş değerdedir. Bir insanı haksız yere öldürmemek için Rabbimiz araştırmayı ve haber kaynağını tahkik etmeyi emrediyorsa, bir müslümanı haksız yere tekfir etmemek için bu emri tevcih etmesi daha makul değil midir? İşte bu nedenle araştırmadan ve kesin bir bilgiye sahip olmadan Müslüman olarak bildiğimiz insanları tekfir etmede acele etmemeliyiz.

2-) Ubâde b. Sâmit radıyallâhu anh der ki:

Rasûlullah sallallâhu aleyhi ve sellem, canlı zamanımızda, ke­derli zamanımızda, zorluğumuzda, kolaylığımızda ve başkalarının bizlere tercih edildiği durumlarda dinleyip itaat etmeye ve emirlik hususunda ehil olan birisi ile çekişmeyeceğimize (savaşmayacağımıza) dair bizden beyat aldı. Rasûlullah sallallâhu aleyhi ve sellem bu son cümlede şöyle buyurdu:Ancak elinizde Allah tarafından kesin bir delil olduğu halde emir sahibinde açık bir küfür görürseniz başka (o zaman onlarla savaşabilirsiniz)”[12]

Bu hadis konumuz açısından son derece önemlidir. Bir yönetici eğer açık küfür işlemiyorsa -lehimizde olmasa dahi- ona itaat etmeliyiz, ancak yapmış olduğu şeyler şayet onu küfre düşürecek derecedeyse o zaman ona itaat şöyle dursun, aksine onu azletmek için tüm gücümüzü harcamalıyız.

Bu gün yeryüzünde hüküm süren tağutların küfrü güneşin parlaklığı kadar nettir. Allah’ın ahkâmını tebdil etmeleri, İslam ile hükmetmemeleri, kâfirlere velayet vermeleri ve daha sayamayacağımız birçok amel nedeniyle küfre girmişlerdir. Bu nedenle onlara itaat etmek caiz değildir.

Hadiste geçen “açık küfür”, hiçbir şüpheye mahal bırakmayacak şekilde net ve sarih olan küfürdür. Böylesi bir küfür bir yöneticide varsa ona itaat caiz değildir. İtaatin caiz olmaması için küfrün net ve sarih olması gerekir. Küfre delaleti net ve sarih olmayan şeylerde bir kimsenin din dışına itilmesi caiz olmadığı gibi bir emirin de din dışına itilmesi caiz değildir. Bu, ancak kesin olan küfürlerde caiz olur.

Hadisin mefhum-u muhalifinden şunu anlarız: Eğer bir emirin küfrü sarih, açık ve kesin değil de şüpheli ve ihtimalli ise o zaman onun din dairesinden ihraç edilmesi caiz değildir. Ona karşı kılıçla ayaklanılmaz. Yakîn, şüphe ile zail olmaycağı için ona karşı ayaklanmak uygun değildir.

İbn-i Hacer, Rasûlullah sallallâhu aleyhi ve sellem’in Ancak elinizde Allah tarafından kesin bir delil olursa…” sözü hakkında der ki: “Buradaki delil kelimesinden kasıt bir ayet veya tevil ihtimali olmayan sahih bir hadistir. Bu hadisin gerektirdiği mana, emir sahiplerinin yapmış oldukları işler tevile açık olduğu sürece onlara karşı çıkmanın caiz olmayacağıdır.”[13]

Bu konu hakkında daha birçok delil vardır. Konunun delillerini etraflıca öğrenmek isteyenler Abdulmun‘im’in “Kava‘id fi’t-Tekfir” adlı eserin ilgili bölümüne müracaat edebilirler.

Konuyla Alakalı Bazı Örnekler

Konunun daha iyi anlaşılması için burada bazı örneklere yer vermek istiyorum.

Malum olduğu üzere namazı tamamıyla terk eden kimsenin kâfir olup-olmayacağı İslam fıkhının en tartışmalı meselelerinden birisidir. Fakihlerden bazıları böylesi birsinin kesinlikle kâfir olacağını söylerken bazıları da farziyetini inkâr etmediği sürece kâfir olmayacağını söylemiştir. Burada önemli olan namazı terk edenin hükmünün ne olduğu değildir. Asıl önemli olan fakihlerden bazısının kâfir dediğine diğerlerinin kâfir dememesidir. Eğer ihtimalle tekfir caiz olacak olsaydı burada ulemanın birbirini tekfir etmesi gerekirdi.

Namazı terk eden kimsenin kâfir olacağını ortaya koyan deliller delalet yönünden kat‘î değildir. Bu delillerden en meşhur olanları Rasulullah sallallâhu aleyhi ve sellem’den nakledilen hadislerdir. Rasulullah sallallâhu aleyhi ve sellem şöyle buyurur:

“Kul ile küfür arasında ancak namazı terk vardır.”[14]

“Küfür ile iman arasında namazı terk vardır.” [15]

“Bizim ile onların arasında ki ahit namazdır. Kim onu terk ederse kâfir olmuştur.” [16]

Bu hadislerde yer alan küfür lafzı acaba dinden çıkaran büyük küfür müdür, yoksa dinden çıkarmayan küçük küfür mü? Bu iki görüşten hangisi kabul edilirse edilsin ortaya çıkacak sonuç tamamen içtihada dayalı olacak ve yüzde yüz doğru olan budur denilemeyecektir. Şimdi Ahmed b. Hanbel ve aynı menheci takip eden âlimler bu iki görüşten ilkini seçerek namazı tamamen terk eden birisine kâfir hükmünü vermişlerdir. Diğer üç mezheb âlimi ise ikinci görüşü tercih ederek namazı terk eden birisini tekfir etmemişlerdir. Burada ki ihtilaf içtihada dayalı olduğu için ne Ahmed b. Hanbel diğer âlimlere “benim kâfir dediğime kâfir demediler” diyerek küfür suçlamasında bulunmuştur, ne de diğer âlimler Ahmed b. Hanbel’e “Sen bizim Müslüman kabul ettiğimizi tekfir ederek dinden çıktın” demişlerdir. Her iki tarafta ihtilafın içtihada mebni olduğunu iyi bildiklerinden dolayı birbirlerini mazur görmüşler ve asla karşı tarafı itham etmemişlerdir. Aslına bakılırsa küfrü kesin olan birisini tekfir etmemek küfürdür. Ama burada ki küfür kesin olmadığından ve sarih İslam’ı ancak sarih küfür bozduğundan ötürü tekfirleşme olmamıştır.

Bu meseleye başka bir örnek daha verebiliriz.

Temyiz yaşına girmiş bir çocuk kendisini dinden çıkaracak bir amel işlese veya -hâşâ- Allah’a sövse Ebu Hanife ve İmam Muhammed’e göre kâfir olur. Ebu Yusuf ise böyle bir çocuğun -buluğ çağına girmediği için- kâfir olmayacağına fetva vermiştir.[17]

Şimdi ne Ebu Hanife “sen benim kâfir dediğime kâfir demedin” diye Ebu Yusuf’u tekfir etmiştir ne de Ebu Yusuf “sen benim Müslüman kabul ettiğimi kâfir görüyorsun” diye Ebu Hanife’yi suçlamıştır. Kesinlikle böylesi bir suçlama vuku bulmuş değildir. Hâlbuki birinin “kâfir” dediğine öbürü “Müslüman” demekte, diğerinin “Müslüman” dediğine ise öbürü “kâfir” gözüyle bakmaktadır. Aralarında muteber bir ihtilaf söz konusu olduğu için iki taraf arasında hiçbir surette tekfirleşme söz konusu olmamıştır.

İşte böylesi meselelerde birbirimize rahmet etmeli ve bize muhalefet eden kardeşlerimizi mazur görmeliyiz. Sarih küfür derecesine ulaşmadığı sürece küfre muhtemel ameller işleyen Müslümanları tekfirden uzak durmalıyız.    

Sonuç

Yaşadığımız ülke itibarı ile kimi Müslümanlar ellerinde açık deliller bulunmadığı halde kendileri gibi inanan bazı Müslümanları tekfirde aceleci davranmakta ve zannî delillere binaen onları küfürle itham etmektedirler. Yapmış olduğu amelin küfre delaleti kat‘î olmadığı sürece bir Müslümanın din dışına itilmesi caiz değildir. Dolayısıyla her kimin İslam’ı kesin ve sarih olarak sabit olmuşsa onun dinden çıkması da ancak o kesinlikte bir delil ile mümkündür. Hiçbir şüpheye mahal vermeyecek şekilde Müslüman olan birisi, küfür olduğu (kesin değil de)  muhtemel olan şeylerden birini işlemek sureti ile kâfir olmayacağı gibi kâfir olduğuna da hüküm verilmez; zira onun İslam’ı kesin iken küfrü kesin değildir.

Bu günde küfür olduğu ihtilaflı olan meselelerde asla Müslümanların birbirlerini tekfir etmemesi gerekmektedir. Kişi her ne kadar o mesele hakkında sakınmayı esas alsa ve o işi işleyenlere kendince tavır takınsa dahi yine de meseleyi tekfir boyutuna taşımamalıdır. Unutmayalım ki tekfir delaleti ve sübutu kat’î olan meselelerde olur. Delaletinde veya sübutunda zannîlik varsa o zaman Müslüman –her ne kadar tercih yapma hakkına sahip olsa da- kendisi gibi düşünmeyen diğer Müslümanları asla tekfir etmemelidir.[18]

İmam Şevkanî “es-Seylü’l-Cerrâr” adlı eserinde şöyle der:

“Bilinmelidir ki, Müslüman bir şahsiyetin dinden çıktığına ve küfre girdiğine hüküm vermeye kalkışmak -elinde güneşten daha açık bir delil olmadıkça- Allah’a ve ahiret gününe iman eden bir kul için münasip bir şey değildir.”[19]

“el-Mevsuatu’l Kuveytiyye” adlı eserde İbn-i Abidin’den naklen şöyle denir:

“Sözünü güzel bir şekilde yorumlamak mümkün olduğu veya küfür olduğunda –zayıf bir rivayet dahi olsa-  ihtilafın bulunduğu şeylerde bir Müslümanın tekfir edilmesi uygun bir şey değildir.”[20]

Ulema ihtilaflı meselelerde karşı tarafı tamamen haksız kabul etmeyi bile uygun görmemişken bu meselelerde tekfirleşenler acaba hangi insaf ilkesine göre hareket etmektedirler ki? Bunu anlamak gerçektende mümkün değildir. Oysa âlimlerimiz böylesi tartışmalı meselelerde “Hata ihtimaliyle birlikte bizim mezhebimiz doğrudur; doğru olma ihtimaliyle beraber muhalifimizin mezhebi yanlıştır” diyerek karşı tarafında -az bir ihtimalle bile olsa- haklı olabileceğini kabul etmişlerdir. Muhalifin haklı olabileceği ihtimali dahi -bırakın tekfirleşmelerini- birbirlerini itham etmelerini bile olanaksız kılmıştır.

İbn-i Hazm der ki: “Şüphesiz ki İslam akdi, hakkında sabit olan bir şahsiyetten bu vasıf ancak bir nass ya da bir icma ile kalkar. (Bu vasfın ondan kalktığına dair ortaya atılan) iddia ve iftiralar sebebi ile bu vasıf ondan kalkmaz.”[21]

Müslümanların bu noktaya dikkat etmeleri gerekmektedir. İslam’ı sabit olan Müslümanların tekfiri, bu işte ehil olan, tekfirin şart, sebep ve manilerini etraflıca bilen âlim şahsiyetlere havale etmelidir. Maalesef Miras gibi, ukubat meseleleri gibi ya da muamelata ilişkin fıkhî hükümler gibi bilmediği meselelerde konuşmaya cesaret edemeyen bu kimseler iş tekfire gelince aslan kesilmekte ve her önüne geleni şart ve manileri gözetmeksizin tekfir etmektedirler. Oysa böylelerine tekfirin şart ve manilerini; fiilde, failde ve töhmetin ispatında aranan şartları sorsan hiçbir şey bilmezler. Bilmediği için miras meselelerinde konuşamayan bu adamlar ne oluyor da tekfir meselelerinde söz söylemeye ve tağuttan beri olmuş Müslümanlara dil uzatmaya kalkışıyorlar? Ahkâma ilişkin meselelerde konuşamıyorlarsa bu meselede de konuşmamalıdırlar. Eğer Allah’tan korkuları varsa bilmedikleri şeylerin ardına düşmemelidirler. Böylelerine Rabbimizin şu ayetini hatırlatarak konumuzu noktalıyorum.

“Hakkında ilim (kesin bir bilgi) sahibi olmadığın şeylerin ardına düşme! Çünkü kulak, göz ve kalp (evet) bunların hepsi ondan sual edilecek/hesaba çekilecektir.” (İsra, 36)

 

Faruk Furkan

 

 

 

 



[1] Abdullah el-Eserî,  “el-İman; Hakikatuhu, Havarimuhu ve Nevakiduhu inde Ehli’s-Sünne ve’l-Cemaa”, 1/122.                                                 

[2] Bkz. Abdulkerim Zeydan, “el-Vecîz fi Şerhi’l-Kavaidi’l-Fıkhiyye”, sf. 35.

[3] Müslim, Kitabu’l Hayz, 98. (361).

[4] Müslim, Kitabu’l Mesacid, 88. (571).

[5] İmam Nevevî, “Şerhu Müslim”, 4/38.

[6] Mustafa Said el-Hınn, “el-Kâfi’l-Vâfî fi Usuli’l-Fıkhi’l-İslamî”, sf. 203. Arapça bilmeyen kardeşlerimiz şu eserlere müracaat edebilirler: Zekiyyuddin Şaban, “İslam Hukuk İlminin Esasları”, sf. 217; Fahreddin Atar, “Fıkıh Usulü”, sf. 75; Abdulkerim Zeydan, “Fıkıh Usulü”, sf. 251.

[7] Tefsir Usûlu ilminde bilindiği üzere bir ayet için “Bu ayet şunun hakkında inmiştir” denildiğinde bununla bazen bizzat sebeb-i nüzulün kendisi kastedilir bazen de -her ne kadar sebeb-i nüzul olmasa da- o olaya paralel başka bir olay kastedilir. Kitaplarda bazen bir ayet için birkaç tane iniş sebebi zikredilir. Burada da aynı şey söz konusudur. Bunu şu şekilde anlamamız gerekmektedir: Bir ayet bir olaya binaen iner. O olay için bizzat bir sebep söz konusudur. Aradan zaman geçer, derken o olayla aynı bağlamda başka bir olay vuku bulur. O hadiseye şahit olan kimseler “Şu ayet bu olay hakkında indi” derler. İşte onların bu sözü o ayetin bizzat o hadise hakkında indiğini göstermez, olaylar birbiri ile paralellik arz ettiği için sanki o olay için inmiş gibi ifade edilir. İşte bir ayet hakkında bir kaç sebeb-i nüzul varsa, onları bu şekilde cem ederek anlamamız gerekmektedir. Aksi halde bir çelişki içerisine düşeriz. Konunun detayı için bkz. Cemaleddin el-Kasımî, “Tefsir İlminin Temel Meseleleri”, sf. 23 vd.

[8] Bu rivayetler için bkz. “Tefsiru’l-Kur’ani’l-Azîm”, 1/716, 717.

[9] “Tefsiru’t-Taberî”, 9/70.

[10] “Tefsiru’l-Kur’ani’l-Azîm”, 4/267.

[11] “Sahihu’l-Camii’s-Sağî”r, hadis no: 710.

[12] Müslim, İmara, 8. Hadis no: 1840.

[13] “Fethu’l-Bârî”, 13/13.

[14] Nesâî rivayet etmiştir. Bkz. “Sahihu’t-Terğib”, 563.

[15] Tirmizi rivayet etmiştir.  Bkz. “Sahihu't-Terğib”, 563.

[16] Ahmed rivayet etmiştir. Bkz. “Sahihu't-Terğib”, 564.

[17] Bkz. “Hukuku İslâmiyye Kamusu”, 4/8.

[18] İbn-i Abidin der ki: “Bir meselede tekfiri gerekli kılan birçok yön olsa, bununla beraber birde tekfire mani tek bir vecih olsa müftünün –tehlikesinin büyüklüğü ve Müslümana hüsnü-ü zan beslemesi gerektiği için- tekfire mani olan o veche meyletmesi gerekir.” bkz. “el-Mevsuatu’l Fıkhiyyetu’l Kuveytiyye”, Tekfir maddesi, 13/227.

[19] Şevkanî, “es-Seylü’l-Cerrâr ala Hadâiki’l-Ezhâr”, 4/578.

[20] “el-Mevsuatu’l Fıkhiyyetu’l Kuveytiyye”, Tekfir maddesi, 13/227.

[21] İbn-i Hazm, “el-Fisal fi’l Mileli ve’n-Nihal”, 3/138.

Okunma Sayısı:2887