“Andolsun, size öyle bir kitap indirdik ki, sizin bütün şeref ve şanınız ondadır. Hâlâ aklınızı kullanmayacak mısınız?” (21/Enbiya, 10)
بسم الله الرحمن الرحيم
Rahmân ve Rahîm Olan Allah’ın Adıyla…
SORU: Değerli Üstadımız! Son dönemlerde toplumumuzda (Filistin’de), kendilerine “Selefî” diyen ve hali hazırdaki yöneticileri kendilerine beyat edilmesi vacip olan “Ulu’l-Emr” kabul eden, Allah’ın indirdiği ile hükmetmeyi kalben helal görerek terk etmeleri müstesna, onlara karşı ayaklanmayı –şartlar ne olursa olsun– haram addeden bir gurup türedi. Onlar bu görüşlerini Ehl-i Sünnet’e nispet ediyor ve bu görüşe karşı çıkanların, kendilerine düşmanlık beslenmesi ve sakınılması zorunlu olan “Haricî” ve “Tekfirci” olacağını söylüyorlar.
Acaba kendisine davet ettikleri bu görüşün doğruluk derecesi nedir?
Onlarla ilişki kurmanın veya sayılarını kabartmanın (yani onlarla beraber olmanın) hükmünü açıklar mısınız?
Allah sizi muhafaza buyursun ve ilminizle (insanları) faydalandırsın.
CEVAP: Hamd, âlemlerin Rabbi olan Allah’a mahsustur. Nefislerimizin şerrinden, amellerimizin kötülüklerinden Allah’a sığınırız. Allah kime hidayet verirse onu saptıracak; kimi de saptırırsa onu doğru yola sevk edecek kimse yoktur. Ben şahadet ederim ki, tek olan, asla ortağı bulunmayan Allah’tan başka (hak) hiç bir ilah yoktur ve Muhammed O’nun kulu ve rasûlüdür.
Bu bahsedilen gurup, toplumumuzda gerçek anlamda yayılmaya başlamış bir guruptur. Onlar hakkında çok ilginç ve garip şeyler duymaktayız. Birçok ilim talebesi, onların kendisine çağırmış olduğu bazı şeyler hakkında bizlere nakilde bulundu ki, bunların en meşhuru, sizin de sorunuzda yer alan görüşleridir.
İşin aslına bakılırsa ben onların, halkın kafasını karıştıran bazı şüphelerine etraflıca cevap vermek istiyordum; lakin suâliniz, meseleye ilişkin özel bir cevap vermeye beni sevk etti.
İşte şimdi, Allah’tan yardım dileyerek ve sevap umarak onların, görüşlerini temellendirdikleri en önemli şeylere ışık tutan kısa ve öz bir cevapla suâlinize cevap vereceğim.
İlk Olarak:
Ameli imandan ayırmayı gerektiren, imanı yalnız kalbin tasdiki ve dilin ikrarından ibaret kabul eden ve amelin sadece imanın kemal şartı olduğunu söyleyen bu görüş, Ehl-i Sünnet ve’l-Cemaat’e muhalefet eden Sapık Mürcie’nin mezhebidir. Oysa Ehl-i Sünnet’e göre iman, söz ve ameldir; artar ve eksilir.
İbn Teymiyye rahimehullah “el-Akîdetu’l-Vasıtiyye” adlı eserinde şöyle der:
“Ehl-i Sünnet ve’l-Cemaat’in inanç esaslarından birisi de şudur: Din ve iman söz ve ameldir. Kalbin ve dilin sözü ile kalbin, dilin ve azaların amelidir. İman, taatle artar, günah ile eksilir.”
Allah sana merhamet etsin bir bak, İbn Teymiyye bu tanımı nasıl da Ehl-i Sünnet ve’l-Cemaat’in temel inanç esaslarından yani dinlerinin, üzerine kaim olduğu temel kaidelerden kabul etti!
Usul ilminde bilindiği üzere, bir şey ancak kendisini beyan eden ve tanımlayan şeyle bilinir.[1]
İşte Şeyhu’l-İslam İbn Teymiyye’de (bu asla binaen) Ehl-i Sünnet nezdinde imanın hakikatinin üç rükün üzere kaim olduğunu beyan etti. Bu rükünler:
1- Kalbin ameli,
2- Dilin ameli,
3- Âzaların amelidir.
Âzaların ameli de imanın rükünlerindendir.
Bilindiği üzere rükün: “Kendisi terk edildiğinde ―her ne kadar diğer rükünler yapılsa bile― (beraberinde) aslın da yok olduğu en güçlü taraf” demektir. Buna namazı örnek gösterebiliriz. Şayet bir adam namazın geri kalan tüm erkânını yerine getirmekle birlikte rükuya gitmeksizin namaz kılacak olsa, namaz kılmış olmaz.
Peki neden?
Çünkü o namazın rükünlerinden bir rüknü terk etmiştir.
İşte tıpkı bunun gibi her kim âzalarla amel işlemezse ―her ne kadar dili ile inandığını söylese ve kalbi ile tasdik etse bile― mümin kabul edilmez.
İbn Teymiyye rahimehullah (Mecmuu’l-Fetâvâ’da) şöyle der:
“Haricîlerin ve Mürcie’nin imanın anlamı hakkında söyledikleri şeyleri inceden inceye düşünen birisi, zorunlu olarak bu söylenen şeylerin Rasulullah sallallâhu aleyhi ve sellem’in söylediklerine aykırı olduğunu bilecektir. Aynı şekilde yine zorunlu olarak bilecektir ki, Allah ve Rasulüne itaat etmek, imanın tamam oluşundan ileri gelir ve O sallallâhu aleyhi ve sellem, günah işleyen her kişiyi kâfir kabul etmemiştir.
Ve yine şunu da bilir ki, söz gelimi bir kavim Rasulullah sallallâhu aleyhi ve sellem’e:
“Biz senin bize getirdiklerine kalbimizle kesin olarak inanıyoruz. Dilimizle iki şehadet kelimesini ikrâr ediyoruz. Ancak bizlere emredip nehyettiğin hiçbir hususta sana itaat etmeyecek, namaz kılmayacak, oruç tutmayacak, haccetmeyeceğiz! Doğru söz söylemeyecek, emaneti yerine getirmeyecek, ahde vefâ göstermeyecek, akrabalık bağlarını gözetmeyecek ve bize emrettiğin hiçbir hayrı yapmayacağız. Öte yandan içki içecek, bize haram olan kadınlarla alenî bir şekilde zina edecek, ashabından ve ümmetinden gücümüz yetenleri öldürecek, mallarını alacak ve hatta gerekirse seni bile öldürecek veya düşmanlarınla bir olup seninle savaşacağız!” dese, aklı olan birisi Rasulullah sallallâhu aleyhi ve sellem’in böylelerine: “Sizler kâmil manada iman etmiş müminlersiniz. Kıyamet gününde şefaatime layık olacaksınız. İçinizden hiçbir kimsenin cehenneme girmemesi umulur” diyeceğini düşünebilir mi? Aksine her Müslüman kesin olarak bilir ki Rasulullah sallallâhu aleyhi ve sellem böylelerine “Sizler, getirdiğim şeylere karşı insanların en kâfirlerisiniz” der ve şayet bu hallerinden tevbe etmezlerse onların boyunlarını vurur.”
İbn Teymiyye’nin bu sözlerini düşünen bir kimse, onun iki taifeye reddiye verdiğini görür:
Birincisi: Günahları nedeniyle insanları tekfir eden Haricîlere.
İkincisi: Amelleri iman kapsamından çıkaran Mürcie’ye.
İbn Teymiyye (bunlara reddiye vermekle kalmaz, aynı zamanda) bu insanların dalaletini dinde zorunlu bilinen meselelerden kabul eder. Yani bunların sapıklıkları ―bilgeleri bir tarafa― Ehl-i Sünnet’in avamına bile kapalı değildir.
Hatta “Aklı olan birisi böyle düşünebilir mi?” demek suretiyle daha da öteye gider ve bu meselenin, Allah’ın kendisinden akıl nimetini aldığı kimselerden başkasına kapalı kalmayacağını belirtir. Hidayetten sonra dalalete düşmekten Allah’a sığınırız.
İbn Teymiyye rahimehullah’ın savunduğu bu görüş, Ehl-i Sünnet ve’l-Cemaat’in bizatihi mezhebinin kendisidir. Hatta öyle ki, bu konuda onlara muhalefet eden kimse, muhalefeti oranında Ehl-i Sünnet ve’l-Cemaat’in yolundan çıkmış kabul edilir. Özellikle de onlara olan muhalefeti ―izah etmekte olduğumuz mesele gibi― Ehl-i Sünnet’in temel meselelerine ilişkin olursa…
Amelin iman kapsamına dâhil olduğunun şer‘î delillerinden bir tanesi Yüce Allah’ın şu sözüdür:
“Mü’minler ancak o kimselerdir ki; Allah anıldığı zaman kalpleri ürperir. O’nun âyetleri kendilerine okunduğu zaman (bu) onların imanlarını artırır. Onlar sadece Rablerine tevekkül ederler. Onlar namazı dosdoğru kılan, kendilerine rızık olarak verdiğimiz şeylerden Allah yolunda harcayan kimselerdir. İşte onlar gerçek müminlerdir. Onlara, Rableri katında yüksek mertebeler, bir bağışlanma ve cömertçe verilmiş rızık vardır.” (Enfâl, 2-4)
Ayettin orijinalindeki (ancak anlamında kullanılan) “إِنَّمَا/innemâ” edatı hasr-u kasr ifade etmektedir. Yani Allah, imanın hem kalbin amelini, hem de bedenin amelini kapsadığını beyan etmektedir.
Ayette yer alan “…Kalpleri ürperir. O’nun âyetleri kendilerine okunduğu zaman (bu) onların imanlarını artırır. Onlar sadece Rablerine tevekkül ederler” kısmı, kalbin ameliyle alakalıdır.
Devamında yer alan “Onlar namazı dosdoğru kılan, kendilerine rızık olarak verdiğimiz şeylerden Allah yolunda harcayan kimselerdir.” kısmı ise, âzaların ameliyle alakalıdır.
En sonunda ise Allah subhanehu ve teâlâ şöyle buyurmuştur: “İşte onlar gerçek müminlerdir”
Gerçek müminler: Yani imanın hakikatini gerçekleştirmiş kimseler…
Yani hem kalbin hem de azaların amellerini bir araya getirmiş kimseler…
Allah subhanehu ve teâlâ diğer bir ayette şöyle buyurur:
“Hayır, Rabbine andolsun ki, aralarında çıkan ihtilaflarda seni hakem yapıp sonrada verdiğin hükümden dolayı içlerinde hiçbir sıkıntı duymadan tam bir teslimiyetle teslim olmadıkça iman etmiş olmazlar.” (Nisa, 65)
Allah subhanehu ve teâlâ bu ayet-i kerime de, mümin olduğunu zanneden insanlardan ―ta ki onlar hem zahiri ile hem de bâtını ile Rasulullah’ın hükmüne boyun eğene dek― imanı nefyederek/iptal ederek kendi zatına yemin ediyor.
Ayetin ”Aralarında çıkan ihtilaflarda seni hakem yapıp…” kısmı zahirin boyun eğmesine delildir.
Ayetin devamındaki “İçlerinde hiçbir sıkıntı duymadan” kısmı ise bâtının boyun eğmesine delildir.
Bu iki ayet arasında şöyle bir fark vardır: Birinci ayet, zâhirin ve bâtının (yani kalbin ve âzaların) amellerini bir araya getirenlerin imanlarının varlığına delalet etmekte. İkinci ayet ise, zâhiri ve bâtını ile Allah’ın hükmüne boyun eğmeyenlerin imanlarının yok olduğuna işaret etmektedir.
Fakat burada birisi çıkıp: “Burada ki imanın nefyedilmesi/yok sayılması, hakikatinin değil; kemalinin yok oluşunu gösterir” şeklinde bir itiraz getirebilir.
Biz bu itiraza şöyle cevap veririz:
Bu ―tıpkı üstte olduğu gibi― onların ameli iman kapsamından çıkarmaya dayalı mezheplerinin usulüne göre (yapılmış) bir itirazdır. Bu görüş, Ehl-i Sünnet ve’l-Cemaat’in üzerinde bulunduğu inanca muhaliftir. Buna şu iki ayeti örnek gösterebiliriz. Allah subhanehu ve teâlâ şöyle buyurur:
“Size ne oluyor da münafıklar hakkında iki gruba ayrılıyorsunuz? Allah, onları yaptıkları işlerden dolayı baş aşağı ederek eski konumlarına (küfre) döndürmüştür. Allah’ın saptırdığını yola getirmek mi istiyorsunuz? Allah kimi saptırırsa, sen onun için asla bir çıkış yolu bulamazsın. Onlar, tıpkı kendilerinin kâfir olmaları gibi sizin de kâfir olmanızı istediler. Böylelikle bir olacaktınız. Öyleyse Allah yolunda hicret edinceye kadar onlardan veliler (dost ve yardımcılar) edinmeyin. Şayet yine yüz çevirirlerse, artık onları tutun ve her nerede ele geçirirseniz öldürün. Onlardan ne bir veli edinin, ne de bir yardımcı!” (Nisâ, 88, 89)
“ed-Durru’l-Mensûr”[2] adlı eserde bu iki ayetin iniş sebebiyle alakalı olarak şu rivayetlere yer verilir:
“Şüphesiz ki o (Medine) tertemiz bir yerdir ve tıpkı ateşin, gümüşün kir ve pasını giderdiği gibi, o da (insanların) pis olanlarını uzaklaştırır!” buyurdu.[3]
“Bu ayet bizim hakkımızda inmiştir. (Aişe annemize iftira atılınca) Rasûlullâh sallallâhu aleyhi ve sellem minbere çıkıp bir hutbe verdi ve şöyle dedi:
— “Bana eza veren kimseye karşı kim bana yardım eder? Kimdir bana eziyet edeni evine getirecek olan?”
Bu cümleleri duyan Sa‘d b. Muâz radıyallahu anh hemen ayağa kalktı ve:
— “Ya Rasûlallah! Eğer bu iftirayı çıkaran bizden biri ise boynunu vuracağım. Eğer Hazreçli kardeşlerimizden ise, yapılacak işi Sen bize emredersin, biz de emrini yerine getiririz” dedi.
Bu sözler üzerine Sa’d b. Ubâde radıyallahu anh ayağa kalktı ve:
— “Ey Muaz’ın oğu! Rasûlallah’a taatle ne alakan var? Aksine sen onun (İbn-i Selûl’ün) sana karşı konumunu bildin” dedi.
Bu defa Useyd b. Hudayr radıyallahu anh ayağa kalkarak, Sa‘d b. Ubâde’ye karşı:
— “Ey Ubade’nin oğlu! Şüphesiz ki sen münafıkları seven bir münafıksın” dedi.
En sonunda Muhammed b. Mesleme ayağa kalktı ve:
“Ey insanlar! Şüphesiz ki aramızda Allah’ın Rasulü var. O, bize emreder, biz de onun emrini yerine getiririz” dedi ve bunun üzerine Allah subhanehu ve teâlâ “Size ne oluyor da münafıklar hakkında iki gruba ayrılıyorsunuz?” ayetleri indirdi[4]
— ‘Eğer Muhammed’in ashabına rastlarsak; onlardan bize bir zarar gelmez’ dediler.
Onların Mekke’den çıktıkları müminlere bildirilince içlerinden bir grup:
— ‘Haydi, binin, şu pis insanların üzerine gidip onları öldürün. Zira onlar sizin aleyhinizde düşmanlarınıza yardım ediyorlar!’ dedi. İçlerinden bir grup da:
—Subhânallah! Sizin söylediğinizin aynısını söyleyen bir kavmi mi öldüreceksiniz? Hicret etmediler ve yurtlarını terk etmediler diye kanları ve malları helâl mi kılınacak?’ dedi ve Allah Rasûlü aralarında olduğu halde iki guruba ayrıldılar.
Rasûlullâh sallallâhu aleyhi ve sellem bu iki gruptan hiç birini menetmedi. Bunun üzerine: “Allah yolunda hicret edinceye kadar” kısmına dek “Size ne oluyor da münafıklar hakkında iki gruba ayrılıyorsunuz?” ayetleri nazil oldu.[5]
— ‘Ne oldu? Niçin geri dönüyorsunuz?’ dediler. Onlar:
— ‘Bizlere Medine vebası isabet etti’ (bu nedenle geri dönüyoruz dediler.) Ashab:
— ‘Rasulullah da sizin için güzel bir örnek yok mu?’ dedi ve kimisi onların münafık olduğunu söyledi, kimisi ise münafık olmadıklarını; bilakis Müslüman olduklarını söyledi ve bu şekilde onlar hakkında iki guruba ayrıldılar. Bunun üzerine Allah subhanehu ve teâlâ: “Size ne oluyor da münafıklar hakkında iki gruba ayrılıyorsunuz?” ayetini inzal buyurdu.[6]
Bu iki ayetten anladığımıza göre, sahabe, İslamlarını ortaya koydukları halde müminlere yardımı terk eden bir guruba hüküm verme noktasında anlaşmazlığa düşmüştür. Müslümanlardan bir gurup onların gerçek anlamda şehadet getirdikleri için Müslüman olduklarına hükmederken, diğer bir gurup ise onların münafık olduğuna ve kâfirleri dost edinip müminlere yardım etmekten geri durdukları için İslam’dan çıktıklarına hükmediyor. Allah subhanehu ve teâlâ ise onların, aslında olmaması gerek bu ayrılıklarını reddedip (Müslümanlara) yardım etmekten geri kalan o kimseler hakkında ‘onların açık bir şekilde münafık’ olduğunu ifade eden hükmünü beyan ediyor.
Onların İslam izhar ettiklerinin delili, onlarla alakalı olarak sahabe arasında meydana gelen ihtilaftır. Eğer onlar, dinden çıktıklarını/mürtet olduklarını ilan etmek suretiyle net bir şekilde kâfir olsalardı, sahabe arasında her hangi bir görüş ayrılığı meydana gelmezdi. Ancak onlar her ne zaman Müslüman olduklarını izhar etmekle birlikte aynı zamanda onu bozacak bir şeyi ortaya koydular, işte o zaman sahabe onlar hakkında iki guruba ayrıldı. İçlerinden bazısı onlara itibar edip iki şehadet kelimesini telaffuz etmeleri sebebiyle onları İslam dairesinden çıkarmadı. Kimisi de onların kâfir olduğuna hükmetti. Onların kâfir olduğuna hükmedenleri Allah subhanehu ve teâlâ, ayeti ile teyit etti/destekledi. Allah’ın bu teyidi, ‘ret’ anlamı içermektedir. Çünkü ayet “Size ne oluyor?” şeklinde ‘istifhâm-ı inkârî’[14] sîgasıyla gelmiştir.
Dolayısıyla bu söz, amelin imandan olduğunu ve imanı bozacak davranışlar ortaya koyanlara —cahil kalmış, tevil yapmış, ikraha maruz kalmış veya hata etmiş kimseler gibi Şer’an mazur olması hali müstesna— küfürle hükmedileceğini ifade etmektedir.
Bu görüş, tekfiri sadece kalben helal görmeye bağlayan Mürcie’ye muhalif olarak Ehl-i Sünnet ve’l-Cemaat âlimlerinin ortaya koyup takrîr ettikleri bir görüştür.
Fakat burada “Biz de tıpkı Ehl-i Sünnet ve’l-Cemaat mezhebi gibi ‘İman söz ve ameldir; artar ve eksilir’ diyoruz” diyerek bize karşı bir düzeltme yapmak isteyebilirler. Biz de onlara şöyle deriz:
Bu söz doğrudur. Sizin bunu söylediğinizde doğru; ancak bunu söylüyor olmanız bizi ilgilendirmez. (Bizi ilgilendiren sizin bunu nasıl söylediğinizdir.) Acaba siz bu sözü Ehl-i Sünnet ve’l-Cemaat’in dediği gibi “Amel imanın sıhhat şartıdır” şeklinde mi söylüyorsunuz, yoksa “Amel imanın kemal şartıdır” şeklinde mi?
Eğer derlerse ki: “Amel imanın kemal şartıdır” —ki zaten böyle söylüyorlar— o zaman bizde deriz ki: İşte bu Mürcie’nin itikadıdır. Çünkü kemal şartı olan bir şey, o şeyin cüz’ü/bir parçası olamaz, aksine onu tamamlayıcı bir unsur olur. Dolayısıyla kemalinin yok olmasıyla o şey yok olmaz; bilakis yok olmasını gerekli kılan bir şeyle ancak yok olur. Buna binaen (diyoruz ki:) Onların (Biz de tıpkı Ehl-i Sünnet ve’l-Cemaat mezhebi gibi ‘İman söz ve ameldir; artar ve eksilir’ diyoruz) sözü, sadece halkın zihnini bulandırma adına söylenmiş bir sözdür ve meselenin tahkikinde kast edilen mana değildir.
Bunu iyi anla ve bu mesele hakkında sebat üzere ol! Allah seni muhafaza buyursun.
İkinci Olarak:
Allah subhanehu ve teâlâ, kendi şeriatından başkasının hükmüne müracaat edenleri, her biri küfrü, zındıklığı ve mürtetliği ifade eden farklı farklı vasıflarla nitelendirmiştir. Bu vasıflardan bazısı şunlardır:
Bu lafızların hepsi büyük küfre delalet eden lafızlardır. Çünkü buradaki hitap Yahudî ve Hıristiyanlara yöneltilmiştir. İnşâallah bunun detayı ilerleyen satırlarda gelecektir.
Bu lafızların hepsi sarih küfre delalet etmektedir.
Lakin burada belki bize, İbn-i Abbas radıyallahu anhuma’nın “Kufrun dûne kufr/dinden çıkartmayan küfür” şeklindeki sözü ile bir itirazda bulunulabilir. Biz buna şöyle cevap veririz:
Bu rivayetle, ya hüküm vermek kastedilmektedir ya da (hüküm veren) hâkim... Hüküm vermenin kastedilmesine gelince; bu, kesinlikle murad edilmiş olamaz; çünkü Allah onu (yani hükmü) “Tağut” ve “Cahiliye” gibi vasıflarla vasıflandırmıştır. Dolayısıyla (tağut ve cahiliye gibi lafızları kısımlara ayırarak) “Küçük Tağut”, “Büyük Tağut” veya “Küçük Cahiliye”, “Büyük Cahiliye” denilemez. Alâ külli hâl, tağut (olmak) kesin bir şirktir.
Mesele böyle olduğuna göre, geriye hâkim hakkında hüküm vermekten başka bir yol kalmıyor.
(Ve yine Mürcie’nin iddia ettiği gibi Allah’ın hükmü ile hükmetmeyen) hâkimin/yöneticinin mutlak manada kâfir olmayacağını söylemekte kastedilmez; zira her hâkimin küfrü, küçük küfür değildir. Ortada detay vardır. Küfür sadece helal görmeye (istihlâl’e) has değildir. Önceden de geçtiği üzere bu, Ehl-i Sünnet ve’l-Cemaat’in değil; Mürcie’nin görüşüdür.
“Hâkim, ancak Allah’ın indirdiğinden başka bir şeyle hüküm vermenin uygun olacağını itikat ettiği zaman kâfir olur” şeklindeki görüşten, haklarında (bir takım Kur’an) ayetlerinin nazil olduğu Yahudileri istisna etmek gerekir; zira onlar, vermiş oldukları hükümlerin doğru olduğuna kalpleri ile inanmıyorlardı. Aksine hakka inanıyorlardı.[15] Bunu, Muhammed aleyhisselam’ın doğruluğuna ve Onun getirdiğinin Allah katından olduğuna dair kesin bilgilerini ifade eden ayetlerin umumundan anlıyoruz. Allah subhanehu ve teâlâ şöyle buyurur:
“İman ettikten, Peygamberin hak olduğuna şahitlik ettikten ve kendilerine açık deliller geldikten sonra küfre sapan bir topluma Allah nasıl hidayet etsin ki? Allah, zalim toplumu doğru yola iletmez.” (Âl-i İmran, 86)
“Kendilerine kitap verdiklerimiz onu (Peygamberi) oğullarını tanıdıkları gibi tanırlar. Böyle iken içlerinden birtakımı bile bile gerçeği gizlerler.” (Bakara, 146)
Yahudiler, dinlerinin ve hükmüne başvurdukları şeyin sahih olduğunu itikat etmediler; aksine hak olanı itikat ettiler. Ama buna rağmen onlar büyük küfürle kâfir oldu. Bunun böyle olduğuna bir Müslüman asla muhalefet edemez.
Buna binaen; İslam ile hükmetmeyen bir yöneticinin tekfiri için İslam ile hükmetmemeyi kalbi ile itikat etmesi şart değildir. Bilakis biz, onun Allah’ın hükmünü sadece terk etmesi sebebiyle kâfir olduğuna hükmederiz. Lakin bu durumdan cahil olması, ikrah altında kalması, hata etmiş olması ve tevilde bulunması gibi durumlar istisna edilir.
Bilerek, ısrar ederek, müminlere düşmanlık edip kâfirlere dostluk göstererek, insanları ona zorlayıp herhangi bir ikrah altında olmadan Allah’ın şeriatından başkasıyla hükmedene gelince; –kalbi ile itikat etmediği sürece İslam’ı bozan şeylerle bile tekfir etmeyen Mürcie akidesini benimsemiş olmamız müstesna– onu tekfir etmekten bizi engelleyen şey nedir?[16]
Allah fitnelerin açığından da gizlisinden de bizleri muhafaza buyursun.
İbn-i Abbas radıyallahu anhuma’dan nakledilen söze gelince; bu söz, umumu üzere alınamaz. Bilakis bu söz, bazı gerekçelerin kendilerini bu işi yapmaya sevk ettiği muayyen hâkimlere hakkında geçerlidir/onlara hastır.
İkrah altında kalanlar hariç, küfrü izhar edenlerin kâfir olacağını Allah subhanehu ve teâlâ’nın şu ayeti teyit etmektedir.
“Kalbi iman üzere sabit ve bununla mutmain olduğu halde, – ikrâha uğratılanlar müstesna olmak üzere– kim imanından sonra Allah’a karşı küfre sapar ve küfre göğüs açarsa işte onların üstünde Allah'tan bir gazap vardır ve büyük azap onlarındır.” (Nahl,106)
Bu ayet, –kalpleri iman ile dopdolu olduğu halde küfre zorlanmış olmaları durumu hariç– küfrü izhar edenlerin kâfir olacağı noktasında son derece sarihtir. Bu, kesin bir şekilde kalbî küfrü değil, zahir olan küfrü ifade etmektedir. Yani “Her kim küfrü izhar eder, ama küfür izhar ederken ona zorlanır ve içinden ona buğuz ederse, işte böylesi birisi kâfir değildir” demektir.
Ancak ikrah altında olmadan küfrü izhar edene gelince; böylesi birisi küfre gönül açmış demektir;[17] küfrüne hükmedilir. Ve yine bu, küfürle kastedilenin zahirî küfür olduğunun da delilidir. Zira ayet-i kerime –tefsircilerin de naklettiği üzere– karşılaştığı eziyetler sonucu kalbi imanla mutmain olduğu halde kavmine küfrü izhar eden Ammar b. Yasir hakkında inmiştir.
Üçüncü Olarak:
Allah’ın indirdiği ile hükmetmemenin küfür olduğunu söylemiştik. Burada ikinci bir mesele daha vardır. O da: Hükmü terk etmekle hükmü değiştirmenin arasını ayırmaktır. Burada hemen belirtelim ki, Allah’ın indirdiği hükmü beşerî kanunlarla değiştiren bir kimse hiç kuşkusuz kendisini Allah’a ortak tutmuş olur. Çünkü kanun koymak/teşride bulunmak yalnız Allah’a özgü bir şeydir. Allah subhanehu ve teâlâ şöyle buyurur:
“Siz Allah’ı bırakıp; sadece sizin ve atalarınızın taktığı birtakım isimlere (düzmece ilâhlara) ibadet ediyorsunuz. Allah, onlar hakkında hiçbir delil indirmemiştir. Hâkimiyet yalnızca Allah’a aittir. O, kendisinden başka hiçbir şeye ibadet etmemenizi emretmiştir. İşte en doğru din budur. Fakat insanların çoğu bilmezler.” (Yusuf, 40)
Hüküm vermek yalnız Allah’a aittir. Allah subhanehu ve teâlâ burada “hüküm” ile “ibadeti” yan yana zikretmiştir. Bu şu demektir: Her kim Allah’ın şeriatından başkasının hükmüne giderse, hükmüne gittiği kimseye ibadet etmiş olur. Çünkü ibadet, “boyun eğmek, baş eğerek itaat etmek” demektir. Bu ise yalnız Allah’a yapılır. İşte bundan ötürü Allah subhanehu ve teâlâ, kendi koymuş olduğu yasadan başkası ile hükmetmeyi “tağut” olarak kabul etmiştir. Allah subhanehu ve teâlâ şöyle buyurur:
“(Ey Muhammed!) Sana ve senden önce indirilen kitaplara iman ettiklerini iddia edenleri görmüyor musun? Tağutu inkâr etmeleri kendilerine emrolunduğu hâlde, onun önünde muhakeme olmak istiyorlar. Şeytan da onları derin bir sapıklığa düşürmek istiyor.” (Nisa, 60)
Müminlere farz olan tağutu reddetmektir. Allah subhanehu ve teâlâ şöyle buyurur:
“Dinde zorlama yoktur. Şüphesiz ki doğruluk sapıklıktan iyice ayrılmıştır. O hâlde, her kim tâğûtu reddedip Allah’a iman ederse, kopmak bilmeyen sapasağlam bir kulpa yapışmış olur. Allah, hakkıyla işitendir, hakkıyla bilendir.” (Bakara, 256)
Bir önceki ayette Allah subhanehu ve teâlâ (tağutu reddetmenin farz olduğunu beyan sadedinde) şöyle buyurmuştu:
“Onlar tağutu inkâr etmekle emrolunmuşlardı…”
Bu ayetler üzerinde durmamız gereken bazı noktalar var:
1- Tağutu reddetmek imanın bir şartıdır. Allah Teâlâ’nın tağutu reddetmeyi, kendisine imandan önce zikretmesi, bunu ortaya koymaktadır. Çünkü ayette: “Her kim tâğûtu reddedip Allah’a iman ederse…” buyrulmuştur. Dolayısıyla tağutu reddetmek, Allah’a imanın bir neticesidir ve tağut ancak Allah’a imanla reddedilir.
2- Allah’ın bizlere farz kıldığı şeylerden bir tanesi de tağutu reddetmektir. Allah subhanehu ve teâlâ şöyle buyurmuştur: “Onlar tağutu inkâr etmekle emrolunmuşlardı…” Yani onlara tağutu inkâr etmek emredilmişti. Tağutu reddetmenin lazımı ise ona buğz etmek ve onu savunanlara düşmanlık beslemektir. Nitekim Allah subhanehu ve teâlâ İbrahim aleyhisselam ve beraberindeki müminlerden söz ederek şöyle buyurur:
“İbrahim’de ve onunla birlikte bulunanlarda sizin için güzel bir örnek vardır. Hani onlar kavimlerine, “Biz sizden ve Allah’ı bırakıp taptıklarınızdan uzağız. Sizi reddediyoruz. Siz bir tek Allah’a iman edinceye dek, sizinle bizim aramızda sürekli bir düşmanlık ve nefret belirmiştir” demişlerdi. Yalnız İbrahim’in, babasına, “Senin için mutlaka bağışlama dileyeceğim. Fakat Allah’tan sana gelecek herhangi bir şeyi önlemeye gücüm yetmez” sözü başka. (O size örnek değildir). (Onlar şöyle demişlerdi): “Rabbimiz! Ancak sana dayandık, içtenlikle yalnız sana yöneldik. Dönüş de ancak sanadır.” (Mumtahine, 4)
Bu nedenle müslümana düşen tağutu (tamamıyla) reddetmektir; onu veli edinmek, savunmak ve –kendileri için dostluk ve düşmanlık sergileyen mücrimlerin yaptığı gibi– düşmanlarına düşmanlık etmek değildir.
3- Allah subhanehu ve teâlâ insanları iki kısma ayırmıştır:
* Kendi şeriatına göre yargılananlar ki, bunlar onun kulları ve dostlarıdır.
* Tağuta göre yargılananlar ki, bunlar –Allah muhafaza buyursun– şeytanın kullarıdır. Allah subhanehu ve teâlâ şöyle buyurur: “Şeytan onları derin bir sapıklığa düşürmek istiyor.” (Nisa, 60) Yani Allah’ın şeriatına göre yargılanmayı terk ettikleri için onları dalalete düşürüyor.
Dolayısıyla Tağuta göre yargılanmak Allah’ın iradesine muhalif olan şeytanın iradesi/isteğidir. Bunda şaşılacak herhangi bir şey yoktur; çünkü Allah subhanehu ve teâlâ şöyle buyurmuştur:
“Ey Âdemoğulları! Ben, size, şeytana ibadet etmeyin. Çünkü o, sizin için apaçık bir düşmandır diye emretmedim mi?” (Yâsîn, 60)
İbrahim aleyhisselam’dan söz ederek de şöyle buyurur:
“Babacığım! Sakın ha Şeytana ibadet etme! Çünkü şeytan Rahmân’a karşı isyankâr olmuştur.” (Meryem, 44)
Eğer insan Allah’a ibadet etmekten yüz çevirirse (zorunlu olarak) şeytana ibadet etmiş olacaktır. Allah’a itaatten çıkan herkes şeytana itaate girmiş demektir. Bunun sebebi ise şudur: Şeytan Allah’a isyanı emreder. Allah’ın hükmünden çıkmak ise zorunlu olarak başkasının hükmüne girmeyi gerektirir. İşte bu da kastedilen şeydir.
Dolayısıyla Allah’ın kanunundan başka bir kanuna göre yargılanana kimse, Allah’a ibadetten yüz çevirmiş demektir. O, bu durumda Allah’ın, Rasulünün ve müminlerin düşmanı olmaktadır. Bir olan Allah’a iman edene kadar kendisine düşmanlık beslenmesi vaciptir.
4-Kanun koymak şirktir. Çünkü bu, yalnızca Allah’ın kendisine has olan bir şeydir. Allah subhanehu ve teâlâ şöyle buyurur:
“Hâkimiyet yalnızca Allah’a aittir. O, kendisinden başka hiçbir şeye ibadet etmemenizi emretmiştir. İşte en doğru din budur. Fakat insanların çoğu bilmezler.” (Yusuf, 40)
“Yoksa onların, dinden Allah’ın izin vermediği şeyleri kendilerine kanun yapan ortakları mı var? Eğer (cezaların ertelenmesine dair) kesin hüküm olmasaydı, derhal aralarında hüküm verilirdi. Şüphesiz, zâlimler için elem dolu bir azap vardır.” (Şûra, 21)
Allah’ın şeriatından başkasıyla hükmeden yöneticiler, bizlere Allah’ın izin vermediği şeyleri kanunlaştırmakta ve Allah’ın kanunlarına ters kanunlar yapmaktadırlar. Ehl-i Sünnet ve’l-Cemaat’in temel esaslarından birisi de; şirki reddetmek, ehlinden berî olmak, insanları onun tehlikesinden ve üzerine terettüp eden büyük fitnelerden sakındırmaktır. Bu konuda ilim ehlinin büyük bir çoğunluğu çok gevşek davranmaktadır. Maalesef onlardan birçoğunun çoğu zaman vakıası olmayan kabir ve türbe şirkini (reddetmeye) yoğunlaştığını; ama aynı zamanda hâkimiyet şirkine çok az değindiklerini görmekteyiz. Hatta onlardan bazılarının “Hâkimiyet tevhidi sapık bir bidattir!” görüşünü dillendirmesi insanı dehşete düşüren şeylerdendir.
Bununla ne amaçladıklarını bilmiyorum.
Acaba Allah’ın egemenliğinde bir başkasının ortak olabileceğini mi kastediyorlar? Yoksa bu taksimatın Ehl-i Sünnet ve’l-Cemaat’in usulüne aykırı olduğunu mu?
Eğer birincisini kastediyorlarsa bu kesin bir küfürdür.
Yok, eğer kasıtları ikincisi ise, biz de onlara şöyle deriz: O halde tevhidin; ‘Rububiyet Tevhidi, Ulûhiyet Tevhidi ve İsim-Sıfat Tevhidi’ şeklinde taksim edilmesinin delili nedir? Hele hele isim ve sıfat tevhidini dillendirmenin delili nerededir?
Eğer: “Naslar buna delalet ediyor” diyecek olurlarsa, bizde: “Aynı şekilde Hâkimiyet Tevhidi’ne de naslar delalet ediyor” diye karşılık veririz. Şayet: “Âlimlerin ‘Hâkimiyet Tevhidi’ni söyledikleri sabit olmamıştır” derlerse, bizde: “Hâkimiyet Tevhidini dile getirmek ne ise İsim ve Sıfat Tevhidini dile getirmekte odur” deriz. Çünkü tevhid; ya Allah’la, Onun isim ve sıfatlarıyla alakalıdır ki, bu Rububiyet Tevhidi’dir. Ya da ibadetle alakalıdır ki, bu “Ulûhiyet Tevhidi” diye adlandırılır. Ortada üçüncü bir kısım yoktur.
İsim ve sıfatlar ya Rububiyet Tevhidi kapsamına dâhildir, ya da Ulûhiyet Tevhidi kapsamına dâhildir. Aslında üçüncü bir kısım değildir. Âlimlerin bunu üçüncü bir kısım olarak değerlendirmesi, onlar hakkında meydana gelen ihtilaf sebebiyledir. Âlimler (bu taksimatı yaparak) isim ve sıfatlar hakkında söz söylemenin, Allah’ın zatı hakkında söz söylemekle aynı olacağını ve bunun Allah’a imandan olduğunu beyan etmek istemişlerdir.
Bu günde mesele aynıdır. İnsanların birçoğundan hâkimiyetin ancak Allah’a ait olması gerektiği, egemenliğin; cahiliyeden, küfürden, zulümden ve fısktan uzak Hak ve Adil olan Allah’a mahsus olduğu ve Allah’ın hükmünden başkasına boyun eğmenin şirke düşüreceği gerçeği yok olup gitmiştir.
Dördüncü Olarak:
Yönetici seçiminde asıl olan, dini ikame etmek ve hem İslam’ı hem de ehlini muhafaza etmektir. Ebu Hureyre radıyalahu anh’ın rivayet ettiği bir hadiste Rasulullah sallallâhu aleyhi ve sellem şöyle buyurur:
“Kim (Müslüman olan) emire/yöneticiye itaat ederse bana itaat etmiş olur, kim de emire isyan ederse bana isyan etmiş olur. Emir, arkasında savaşılan ve kendisiyle korunulan bir kalkandır. Eğer Allah’tan korkup sakınmayı emreder ve adaletli olursa bununla kendisine ecir verilir; bundan başka bir şey emrederse ondan gelen aleyhine olur.”[18]
Yönetici, arkasında savaşılan ve kendisiyle korunulan kalkan mesabesindeki kimse demektir. Yönetici, tevhidin yüceltilmesi ve insanlar arasında yayılması için çalışır, insanlarla bunun için çarpışır. Nitekim Enes b. Malik radıyallahu anh’ın rivayet etmiş olduğu sahih bir hadiste Rasulullah sallallâhu aleyhi ve sellem şöyle buyurur:
“Allah'tan başka ilâh olmadığını/Lâ ilâhe illallâh’ı söyleyene dek insanlarla savaşmakla emrolundum. Şayet bunu yaparlarsa -İslâm'ın hakkı hariç- kanlarını ve mallarını benden korumuş olurlar, hesaplarını görmek ise Allah'a aittir.”
Yönetici, dini tebliğ etmek, yaymak ve onu korumakla mükelleftir. Müslümanlar bu konuda ona beyat ederler. Müslümanların itikatlarını, kanlarını, mallarını ve namuslarını korumak, beyatın gerektirdiği şeylerdendir.
Bunların tamamı yöneticinin mesuliyetine dâhil olan şeylerdir.
Yöneticinin Müslümanların birliğini muhafaza etmesi ona yüklenen en büyük görevlerdendir. Nitekim Abdullah İbn-i Amr radıyallahu anh’dan rivayet edilen sahih bir hadiste Rasulullah sallallâhu aleyhi ve sellem şöyle buyurur:
“İki halifeye beyat edildiğinde (Müslümanların birliğini korumak için) hemen diğerini öldürün”[19]
Böyle yapılması Müslümanların birliğini korumak içindir.
Metot açısından bu hadisten şunları anlamaktayız:
1- Müslümanların iki yöneticisinin olması caiz değildir. Bu, onların güçlerini sağlayan birliğini korumak için böyledir. Tek olan bir ümmet içerisinde yöneticilerin çok olması, ümmeti helake sürükleyen bir anlaşmazlığı gerekli kılar. Allah subhanehu ve teâlâ şöyle buyurur:
“Allah’a ve Resûlüne itaat edin ve birbirinizle çekişmeyin. Sonra gevşersiniz de gücünüz, devletiniz elden gider. Sabırlı olun. Çünkü Allah sabredenlerle beraberdir.” (Enfal, 46)
Bunun böyle olduğu çok açıktır ve Allah’ın basiretlerini kör ettiği kimselerden başkasına kapalı değildir.
Eğer tek olan bir ümmet içerisinde iki yöneticinin varlığı, anlaşmazlık etkenlerinden dolayı ümmeti helake sürüklüyorsa, o zaman bu gün ümmetin şu durumu nedir?
Ümmet, en basit temel ihtiyaçlarına bile muhtaç vaziyette farklı farklı küçük devletlere bölünmüş bir halde yaşıyor. İçlerinde saltanat hüküm sürüyor. Birbirlerine karşı ayaklanmalar var. Kâfirleri dost edinme ve onların projelerini hayata geçirme noktasında bir araya gelebilirlerken, dünya hayatının geçici metaına ve süsüne nail olabilme adına birbirlerine karşı düşmanlık ediyorlar.
Hatta durum öyle bir hal aldı ki, dinle yalnızca ismen alakası olan bu devletlerde “vela” ve “bera” (hukuku) şer’î bir bağ üzere değil, (vatan bağı) gibi kopuk bir ilişki üzerine kurulmaktadır. Şu Filistinli, öbürü Ürdünlü, beriki falanca ülkeli vs. vs. gibi…
(Örneğin) Filistinli birisinin doğmuş olduğu topraklardan başka bir yerde yaşaması, ikamet ettiği devletin izni olmadığı sürece söz konusu değildir. Vatandaşlık haklarından yararlanamaz ve devlet istediği vakitte onu çıkarma hakkına sahiptir. Bu tüm Müslümanlar için geçerlidir.
Bu ayrılıktan daha büyük bir ayrılık var mıdır? Hangi farklılık bu farklılıktan daha büyüktür? Hangi cahiliye bu cahiliyeden daha ileridir? Acaba Rasulullah sallallâhu aleyhi ve sellem: “Bir kimsenin cahiliye (adetlerinden birisi ile) övündüğünü gördüğünüz zaman ona “Babanın zekerini ye!” deyin ve kinaye yapmayın”[20] buyurmamış mıydı? Ve yine Rasulullah sallallâhu aleyhi ve sellem: “Her kim körü körüne (çekilmiş) bir bayrağın altında, ırkçılığa davet ederken veya ırkçılığa yardım ederken öldürülürse onun ölümü cahiliye ölümüdür”[21] dememiş miydi?
Kavimlerine taassup gösteren Müslümanlar bu hadislerin neresindeler?
Yoksa cahiliye ölümüyle ölmeye razı mı oldular?
Ya da cahiliyeyi savunanlardan olmaya rıza mı gösterdiler?
Hiç kuşku yok ki, her kim bu vasıflarla vasıflanırsa onda bir cahiliye vardır; onda ilk dönem cahiliyyesinden bazı sıfatlar vardır. Böylesi birisinin dinin(in gitmesin)den korkulur.
Sonra biz ilim kisvesine bürünmüş, haksız yere selef yolunda olduğunu iddia eden, zalimlerin zulmünü güzel gösterip tuğyanlarını tebrik eden, yaptıklarını rastgele bile olsa eleştirenler aleyhinde ölümcül fetvalar veren ve tağutları “ulu’l-emr” kabul edenlere ne diyeceğiz? Bütün bunların ardından çıkıp birde “Bu ayrılık ve bölünme değildir; aksine bu hakkın ta kendisidir” diyorlar? Lâ havle vela kuvvete illa billâh…
2- Müslümanların halifesi var iken, kendisine beyat edildiği zaman Müslümanlar tarafından beyat edilen bu Müslüman yöneticinin öldürülmesinin caiz olduğu. Bu, Rasulullah sallallâhu aleyhi ve sellem’in ”Hemen diğerini öldürün” sözünden bunu net olarak anlamak mümkündür.
Malumdur ki, bazı insanların kendisine beyat etmesi ile halifeliği meydana gelmiştir. Bu, Rasulullah sallallâhu aleyhi ve sellem’in “Beyat edildiğinde…” sözünden anlaşılmaktadır. Bu, ancak beyat işleminin gerçekleşmesi ve halifelik üzere kimi insanların ona beyat etmesi ile tamam olur.
O halde İslam, ikinci halifenin ve ona beyat edenlerin, sırf ümmetin birliğini koruma amacıyla öldürülmesini onaylamaktadır. Bunu iyiden iyiye düşünen bir kimse, meselenin ne kadar da önemli bir mesele olduğunu kesin olarak anlar. Çünkü Allah subhanehu ve teâlâ, haksız yere bir müslümanın öldürülmesini büyük bir olay kabul etmiş ve bunu yapanlara cehennemi, gazabı, laneti ve elim bir azabı vaat etmiştir. Allah subhanehu ve teâlâ şöyle buyurur:
“Kim bir mü’mini kasten öldürürse, cezası, içinde ebedî kalacağı cehennemdir. Allah, ona gazap etmiş, lânet etmiş ve onun için büyük bir azap hazırlamıştır.” (Nisa, 93)
Aynı şekilde hadisler ve katili öldürenlere dünya ve ahirette terettüp eden hükümler, haksız yere bir müslümanın öldürülmesinin ne kadar büyük bir iş olduğunu ifade etmektedir.
Bu hadislerden bir tanesi İbn Mesud radıyallahu anh’ın rivayet etmiş olduğu şu hadistir:
“Allah’a yemin ederim ki, dünya ve içindeki her şey, Allah’a bir müminin haksız yere öldürülmesinden daha basit gelir.”[22]
Ebu Bekre radıyallahu anh’den rivayet edilen başka bir hadiste Rasulullah sallallâhu aleyhi ve sellem şöyle buyurmuştur:
“İki müslüman birbirine kılıç çektiği zaman, öldüren de, ölen de cehennemdedir.”
Bunun üzerine ben:
—Yâ Rasûlallah! Öldürenin durumu belli, ama ölen niçin cehennemdedir? diye sordum. Rasulullah sallallâhu aleyhi ve sellem:
— “Çünkü o da, arkadaşını öldürmek istiyordu” buyurdu.[23]
Üstte naklettiğimiz hadiste ise Rasulullah sallallâhu aleyhi ve sellem ”Hemen diğerini öldürün” buyurmak sureti ile Müslümanların birbirlerini öldürmelerini emrediyor. Bu, diğer halifenin ve beraberindekilerin öldürülmeleri anlamına gelir. Eğer Müslümanların birliği/vahdeti Müslümanların birbirlerini öldürmelerinden daha büyük bir şey olmasaydı, Rasulullah sallallâhu aleyhi ve sellem asla diğer halifenin öldürülmesini emretmezdi.
Urfece radıyallahu anh’den nakledilen sahih bir hadiste Rasulullah sallallâhu aleyhi ve sellem şöyle buyurmuştur:
“Gerçek şu ki, ileride büyük ve hoş olmayan işler meydana gelecektir. Her kim aralarında birlik varken bu ümmetin işini dağıtmak isterse –kim olursa olsun– kılıçla boynunu vurunuz.”[24]
Bununla işin ne derece tehlikeli olduğu ve bir olan ümmet içerisinde farklı yöneticilerin çıkmasının haramlığı ortaya çıkmaktadır.
3- İkinci halifeye karşı ayaklanmanın farz olabilmesi için onun kâfir olması gerektiğini söylemek şart değildir. Rasulullah sallallâhu aleyhi ve sellem ”Hemen diğerini öldürün” buyruğu onun kâfir olduğunu göstermez. Onun öldürülmesi ölümü gerekli kılan bir iş yaptığından dolayıdır. Biz bunu Rasulullah sallallâhu aleyhi ve sellem’in şu sözünden anlıyoruz:
“Allah’tan başka hak bir ilahın bulunmadığına, benim de Allah’ın kulu ve elçisi olduğuma şehadet eden bir Müslümanın kanı ancak şu üç şeyden biri ile helal olur; 1) Cana karşı can, 2) Zina eden evli kimse, 3) Dinini/itaatini[25] terk edip İslam cemaatinden ayrılan kimse.”[26]
Rasulullah sallallâhu aleyhi ve sellem bu hadisinde, dinini/itaatini terk edip İslam cemaatinden ayrılan kimsenin –Müslümanlardan bile olsa– kanının heder olduğunu beyan etmiştir. Bu ise yöneticiye karşı ayaklanmak için onun kesin olarak dinden çıkması gerektiğini söyleyenlerin aleyhinde bir delildir. Allah’ın izni ile bir sonraki madde de bunun detayı gelecektir.
4- İkinci halifeye yapılan beyat, her ne kadar bazı Müslümanlar tarafından gerçekleştirilmiş olsa da munakit/geçerli değildir, itaati gerekmez; aksine reddedilmesi ve karşı çıkılması vaciptir. Şer’î bir mazeret veya şer’î kesin bir maslahat olmadığı sürece sukut edilmesi de uygun olmaz.
“Birkaç halifenin olması caizdir, kalpleri ile helal görmedikleri müddetçe imanı bozan amellerden hangisini yaparlarsa yapsınlar, şartlarından hangisini terk ederlerse etsinler otorite ellerinde kaldığı sürece onlara itaat etmek vaciptir” şeklindeki görüş, dini yok etmeye, öğretilerini silmeye, fesada ve Allah’ın insanlık için çıkarmış olduğu en hayırlı ümmetin çözülmesine sevk eden fasit bir görüştür. Hatta bu görüş, dinin en yaygın kuralı olan adaleti ve onun bütün insanlar arasında yayılmasını ortadan kaldırıp yok etmektedir. Ancak Allah’ın saptırdığına doğru yolu gösterecek yoktur. Allah kimin nurunu almışsa onun (hakkı görecek) nuru olmaz.
Bu meseledeki temel amaç şudur: Yönetici Allah’ın dinini ikame etmek, onu korumak, Müslümanların mal ve namuslarını muhafaza etmek adına ümmet tarafından seçilir. Eğer bunları gerçekleştirmezse varlığına itibar edilmez. Bu durumda kâfir devletlerdeki yöneticilerden farkı kalmaz. Hatta kâfir devletlerdeki yöneticiler ondan daha iyidir. Çünkü onlar beldeleri için samimiyetlerini ortaya koymakta ve halkları adına çalışmaktadırlar. Dahası onlardan bazısı dostluk ve düşmanlıklarını yalnızca halklarının maslahatına göre yapmaktadır. Bu yöneticilere gelince; şahsî çıkarları için olanlar müstesna, halkla ilişkilerini sağlayan tüm bağları koparmak için uğraşıyorlar. Lâ havle vela kuvvete illa billâhi’l-aliyyi’l-azîm…
Beşinci Olarak:
Yöneticilere itaat, onların Allah ve Rasulüne itaat etmelerine bağlıdır. Onların Allah’ın ahkâmına sarılmaları da bu kabildendir. Allah subhanehu ve teâlâ’nın: “Ey iman edenler! Allah’a itaat edin. Peygamber’e itaat edin ve sizden olan ulu’l-emre (idarecilere) de. Herhangi bir hususta anlaşmazlığa düştüğünüz takdirde, Allah’a ve ahiret gününe gerçekten iman ediyorsanız, onu Allah ve Resûlüne götürün. Bu, hem daha iyidir, hem de sonuç bakımından daha güzeldir.” (Nisa, 59) ayeti ve Rasulullah sallallâhu aleyhi ve selem’in “Yaratana isyan hususunda hiçbir yaratılmışa itaat yoktur”[27] hadisi bunu net bir biçimde ifade etmektedir.
Yöneticilere itaat, onların Allah ve Rasulüne itaatlerine bağlıdır. Eğer onlar Allah ve Rasulünün itaatinden çıkarlarsa asla onlara itaat edilmez. Bunu İbn Mesud radıyallahu anh’ın rivayet etmiş olduğu şu hadis teyit etmektedir:
“Yakında işlerinizi sünnetleri yok eden, bidatlerle amel eden ve namazları vaktinde kılmayan insanlar üstlenecektir. İbn Mesud radıyallahu anh derki: Ben:
– “Ya Rasulallah! Onlara yetişirsem ne yapayım?” diye sordum. Rasulullah sallallâhu aleyhi ve sellem:
– “Ey Ümmü Abd’ın oğlu! ‘Ne yapacağım?’ diye soruyorsun; Allah’a isyan edene itaat edilmez!” buyurdu.[28]
Bu hadis, bizlere birçok şeyi hatırlatmaktadır. Bunlar şunlardır:
1- Bu yöneticiler sünnete bağlanmazlar; aksine dinde bidatler ihdas ederler. Bidat ise: “Kitap ve sünnetten her hangi bir delili olmadığı halde bir ibadetle Allah’a yaklaşmak” demektir. Buna göre onlar Allah’a ibadet etmektedirler; lakin meşru kılınan şeylerden başkası ile…
2- Onlar namazı (belirlenmiş) vaktinden geç eda ederler. Bu, onların namaz kıldıklarını gösterir; ama onu eda etmekte gevşek davranırlar.
3- Her kim böyle davranırsa ona itaat edilmez. İtaat kelimesi burada nefy-i cins olan “lâ” edatının ismi olarak gelmiştir. Bu ise umum ifade eder; yani ‘Büyük olsun küçük olsun hiçbir işte itaat edilmez’ demektir. Rasulullah sallallâhu aleyhi ve sellem onlardan, itaatin tamamını nefyetmiştir. Ve bu noktada her hangi bir istisna yapılmamıştır.
4- Sünnete muhalefet edip bidat ortaya koyan ve namazı (belirlenmiş) vaktinden geçiren kimseye itaat yoksa, Allah’ın dinini tebdil edip haram kıldığını helal, helal bıraktığını yasaklayan,[29] müminlere düşmanlık gösterip kafirleri dost edinen ve yeryüzünde fesat çıkaran kimselere nasıl itaat edilebilir?
İşte bununla, İslam’ı bozan her ameli yapsalar bile ulu’l-emr’e –yaptıklarını kalpleri ile helal görmedikleri sürece– mutlak manada itaat edilmesi gerekir, diyenlerin hileleri ortaya çıkmaktadır.
Altıncı Olarak:
Sahih hadislerin ortaya koyduğuna göre, yönetici eğer sarih bir küfür işlere ona karşı ayaklanmak gereklidir.
Ubade b. Samit radıyallahu anh’ın rivayet ettiği şu hadis bunlardandır:
“Biz, Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem’e zorlukta ve kolaylıkta, sevinçli ve kederli anlarda, başkaları bize tercih edildiği zamanlarda kendisini dinleyip itaat etmeye, hakkında Allah katından elimizde kesin bir delilin bulunduğu sarih küfür sayılan bir şey yaptıklarını görmemiz müstesna devleti yönetenlerin işlerine karışmamaya dair bey’at ettik.”[30]
Diğer bir hadiste de şöyle buyrulur:
“İleri de bilip kabul etmeyeceğiniz bir takım yöneticiler başınıza geçecektir. Kim onlarla mücadele ederse kurtulur. Kim kendilerinden uzak durursa selamette olur. Kim de onlarla iş birliği yapar/beraber olursa helak olur.”[31]
(Bu hadisinde) Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem hakkında Allah katından elimizde kesin bir delilin bulunduğu sarih küfür izhar etmeleri hali müstesna, diğer durumlarda yöneticilere itaat etmenin gerekliliğini beyan etmektedir. Allah’ın şeriatını değiştirmeye kalkışmak, hakkında Allah katından elimizde kesin bir delilin bulunduğu sarih küfürlerdendir –ki bu mesele, delilleri ile birlikte önceki sayfalarda zikredilmişti– bu yöneticinin sarih küfrü izhar etmesinde, kalben kâfir olması şart değildir. Bu yönetici, sarih küfrü izhar etmekle birlikte iç âleminde belki Müslüman olabilir. Ve yine (giderilmesi mümkün olmayan) cehalet,[32] (şer’an muteber olan) tevil ve benzeri engeller sebebiyle küfür onun hakkında sabit olmayabilir. Lakin bizim ondan zahir olan bu küfrü yok saymamız/görmezlikten gelmemiz mümkün değildir; zira her kim küfrü gerektiren bir şey yaparsa, –sıhhatini kabul etmese bile– küfrü izhar etmiş kabul edilir. Bu, meseleye ilişkin hüküm verme noktasında böyledir. Sahibine kâfir hükmü vermeye gelince; burada bakılır: Eğer ondan tekfirin engelleri kalkmış, şartları gerçekleşmişse, işte o zaman kâfir olduğuna hükmederiz.
Burada bizim istişhadımız/delilimiz Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem’in “…Görmemiz müstesna.” sözüdür. Buradaki “görmek” kalp ile değil; bizzat göz ile görmektir. Şayet kalp ile görmek kastedilseydi, o zaman ona kendisi açıkça söylemediği veya kalbini yarmadığımız sürece, kâfir hükmü vermemiz mümkün olmazdı.
İşte bu görüş, imanın sadece kalp ile tasdik ve dil ile ikrar şeklinde iki rüknü olduğunu kabul eden Mürcie’nin temel esaslarına racidir. Ehl-i sünnet ise ameli imandan kabul etmekte ve imanı bozan şeylerden birisini işleyen kimsenin –mazur olması müstesna ki biz müslümanın hangi hallerde mazur olacağını beyan etmiştik– kâfir olacağını söylemektedir.
Bu konuyu anlatmamızdaki sebep şudur: Bir yöneticiden, kesin bir küfür meydana geldiğinde kalbi ile inanmasa bile, ona karşı ayaklanmak farz olur. Kime karşı ayaklanmak farz ise, onun velayeti düşer. Kimin de velayeti düşerse, o artık kendisine itaatin zorunlu olduğu müminlerin emiri olamaz.
Her kim bu görüşe sahip ise, malın ve çocukların fayda vermeyeceği, yalnız selîm bir kalple Allah’a gidenlerin fayda göreceği kıyamet gününde hesaba çekilmeden önce şimdi kendisini hesaba çekmelidir.
Geriye burada zikredilmesi gereken bir mesele kalıyor. O da şudur: Yönetici küfrü izhar etmesi sebebiyle kendisine karşı ayaklanılması farz olan bir kimse bile olsa, ayaklanabilmek için ayaklanmanın şartlarının gerçekleşmesi gerekmektedir. Bu şartlar şunlardır:
1- Sarih küfrü izhar etmesi. Ki buna dair söz (önceki satırlarda) geçti.
2- İlmî ve amelî gücün bulunması.
* Birincisine (ilmî gücün bulunmasına) gelince; bu önceki noktaya bağlıdır. Yani sarih küfrün tahakkukuna. Bu da ancak sarih küfürle sarih olmayan küfrü birbirinden ayırt edebilen ehl-i ilim sayesinde olur. Ta ki bu sayede Allah’ın dini hakkında onda ehil olmayan kimseler konuşup ülkeler ve halklar bozulmasın.
* İkincisine gelince; bu da genel prensiplere bağlıdır. Bu prensiplerden bir tanesi Allah subhanehu ve teâlâ’nın şu ayetidir:
“Allah, bir kimseyi ancak gücünün yettiği şeyle yükümlü kılar. Onun kazandığı iyilik kendi yararına, kötülük de kendi zararınadır.” (Bakara, 286)
Ve yine bunlardan birisi Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem’in şu sözüdür:
“Size yasakladığım şeylerden tamamıyla uzak durun, emrettiğim şeyleri ise gücünüz yettiği kadar yapın.”[33]
3- Yöneticiye karşı ayaklanmanın, yöneticiden daha büyük zarara yol açmaması. Yöneticiye karşı ayaklanmanın temel hedefi şer’î bir maslahatı gerçekleştirmektir. Bu maslahat da Allah’ın dinini ikame etmektir. Eğer zann-ı galiple yöneticiye karşı ayaklanmak olumsuz neticelere yol açacaksa ayaklanmak uygun olmaz; bu durumda sabretmek gereklidir.
4-Yöneticiye huccet ikame edilmesi gerekir. Bunu Allah subhanehu ve teâlâ’nın şu ayetinden hareketle söylüyoruz:
“Müjdeleyiciler ve uyarıcılar olarak peygamberler gönderdik ki, peygamberlerden sonra insanların Allah’a karşı bir bahaneleri olmasın. Allah, mutlak güç sahibidir, hüküm ve hikmet sahibidir.” (Nisa, 165)
“Biz, bir peygamber göndermedikçe azap edici değiliz.” (İsra, 15)
Lakin burada hemen belirtelim ki, bu şartların tahakkuk etmemesi, oturup kalmak ve tembellik göstermek anlamına gelmez. Aksine vacip olan: Güç yetirmeyi sağlamak için şer’î ölçüler çerçevesinde çalışmaktır. Bunu ise “Vesileler için maksatların hükmü vardır” ve “Bir vacip ne ile tamam oluyorsa, o (tamamlayıcı) şeyde vaciptir” kaidelerinden hareketle söylüyoruz.
Yedinci Olarak:
Ortada bu yöneticilerin yöneticiliklerinin sahih olmadığını gösteren bir delil daha vardır. Bu delil, her ne kadar vakıadan uzak olsa da meseleye tazammun yoluyla delalet eden bir delildir. Bu delil şu şekildedir: Ehl-i Sünnet’in itikat esaslarından birisi de Mehdî aleyhisselam’ın çıkışıdır. Mehdî, Allah’ın onun eliyle dinini nübüvvet menheci üzere ikame edeceği imamdır. Bu, umum ifade eden delillerden bizim tercih ettiğimiz bir şeydir. Umum ifade eden bu delillerden bir tanesi Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem’in İmam Ahmed’in “Müsned”inde geçen şu sözüdür:
“Allah’ın olmasını dilediği kadar içinizde peygamberlik devam edecektir. Sonra kaldırmayı dilediği zaman Allah onu kaldıracaktır. Daha sonra peygamberlik yolu üzere hilafet gelecek ve Allah’ın kalmasını dilediği kadar (yeryüzünde) kalacak ardından kaldırmayı dilediği zaman Allah onu kaldıracaktır. Sonra “zorba krallar” dönemi olacak. Allah’ın kalmasını dilediği kadar devam edecek. Sonra kaldırmayı dilediği zaman Allah onu da kaldıracaktır. Daha sonra ise (tekrar) peygamberlik yolu üzere hilafet gelecektir... Daha sonra Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem sustu/bir şey söylemedi.”[34]
Allah subhanehu ve teâlâ Rasulünün dili ile nübüvvet menheci üzere raşit halifeliğin tekrar geleceğini müjdelemiştir. Bu hilafet, kesin olarak ortalıktaki farklı yönetimleri(n hükmünü) ilga edecek ve onları tek bir halifenin yönetimi altında toplayacaktır. Bu ise öbür yönetimlerin meşru olmadığını göstermektedir. Eğer böyle olmasaydı Mehdî aleyhisselam’ın, onların iddia ettiği gibi Haricîlerden birisi olması gerekirdi. Çünkü her kim böyle olursa, o asla Raşit bir halife olamaz.
Diğer bir yönden de, her müslümana bu halifenin emirliği altında bulunması vaciptir. Çünkü her kim onun emirliğine/yönetimine karşı çıkarsa, cahiliye ölümü üzere ölecektir. Nitekim Abdullah İbn-i Amr radıyallahu anh’ın rivayet ettiği şu hadis bunu ifade etmektedir:
“Kim (bağlılık sözü verdiği) yöneticiye itaatten el çekerse, kıyamet gününde Allah Teâlâ’nın huzuruna, tutunacağı hiçbir delili bulunmaksızın çıkar. Kim de boynunda beyat olmaksızın ölürse, Câhiliye ölümüyle ölmüş olur.”[35]
Buna binan diyoruz ki: Bu yönetimler, nübüvvet yolu üzere olan yönetimler değildir. Bunlar yardım edilmesi, korunması ve uğruna dostluk-düşmanlık gösterilmesi caiz olmayan batıl yönetimlerdir. Bu durumda müslümana düşen hak ile beraber olması ve hakka yardım etmesidir.
Sekizinci Olarak:
Yöneticileri meşru emir sahipleri olarak gören, insanları onlara itaate zorlayan, onlara karşı ayaklanmayı haram sayan, hatta daha da öteye giderek eleştirilmelerini bile –saray mollaları tarafından gizlice yapılması hariç– caiz görmeyen bu kimselere soruyoruz:
Sizinde kabul edip korktuğunuz bu fitneler karşısında müslümanın görevi ne olmalıdır?
Toplumda âlimlerin rolü, ilim talebelerinin rolü nedir?
Sizinde hemen hemen her dersinizde tehlikesinden söz ettiğiniz, kısımlara ayırıp çeşitlendirdiğiniz şirki yok etmenin yolu nedir?
Sizin Müslüman yöneticilerinizin (!), emir sahiplerinizin iptal edip kaldırdığı Allah’ın şeriatını hâkim kılmanın yolu nedir?
Kurtuluş yolu nerededir?
Onlar bu sorulara asla cevap bulamayacaklardır.
Onlar, (hali hazırdaki) yöneticileri Müslümanların meşru idarecileri kabul ettikleri halde kendilerini bu değişime hangi şey sevk edecek ki?
Onlar, böylesi bir girişim yöneticilere karşı ayaklanmak olacağı için onları değiştirme adına (herhangi bir şekilde) çalışmıyorlar.
Böylesi çağrıda bulunan kimseleri hemen “Tekfirci” ve “Haricî” yani yöneticiye itaatten huruc eden/ayrılan kimse olarak nitelendirmekte ve böylelerine “Cehennem ehlinin köpekleri”[36] şeklinde bir yakıştırmada bulunmaktan hiç çekinmemekteler.
Dolayısıyla onlara göre her kim yöneticiye karşı gelirse o, cehennem ehlinin köpeklerindendir!
Onlar bu vasıfla anılmak istememekteler! Ve bu nedenle alabildiğine bundan kaçmakta, kendilerine muhalefet eden herkese düşmanlık ve kin göstermekte, ondan ve ilminden uzak durmaktalar. Hatta insanları ondan uzaklaştırmayı Allah’a en çok yaklaştıran amellerden kabul etmektedirler!
İşte böylesi durumu olan bir kimse hiç değişim için çalışır mı?
Onların çalışması ancak insanları, yöneticilere karşı ayaklanmayı talep eden, yöneticiyi şer’î bir yönetici ile değiştirmek isteyen (sözde) cehennem ehlinin köpekleri Haricîlerden(!) uzak tutan çalışmalarla değiştirmek olacaktır!
Evet, onların vakıası/durumu bu! Davetleri, istedikleri ve gerçekleştirmek için çabaladıkları şey bu!
Allah’tan afiyet ve ölüm gelene kadar hak üzere sabit kalmayı istiyoruz.
Dokuzuncu Olarak:
Burada anlatacaklarımız, sorunun ikinci kısmı ile alakalıdır. Yani onlarla nasıl bir ilişki içerisinde olunacağı ve sayılarını kabartmanın (yani onlarla beraber olmanın) hükmü ile alakalıdır.
Bu soruya cevap birkaç noktadan olacaktır:
1- Bu insanlar, amelin imanın (sıhhat şartı değil de) kemal şartı olduğunu Ehl-i Sünnet ve’l-Cemaat’e nispet ederek Selef-i Salih’inin menhecine yalan yakıştırmaya cüret eden kimselerdir. Onlar bununla ameli iman kapsamından çıkarmayı murad ediyorlar. Ve bu nedenle tekfiri ancak kalben helal görme sebebiyle yapıyorlar. Oysa bu, Ehl-i Sünnet ve’l-Cemaat’in üzerinde bulunduğu inanca muhaliftir. Ehl-i Sünnet ve’l-Cemaat, ameli imandan kabul etmektedir. Bu nedenledir ki onlardan birçoğunun, tembellik sonucu bile olsa, namazı terk edeni dinden çıkaran bir küfürle tekfir ettiği sabit olmuştur. İmam Ahmed rahimehullah’da kendisinden nakledilen iki görüşten birisine göre bunlardandır.
Bin Bâz ve İbn ‘Useymîn rahimehumallah gibi çağımızda ki birçok Sünnet ehli âlim de bu görüşü benimsemiştir. Oysa namaz (kalbin değil) bedenin amellerindendir.
Hatta İbn ‘Useymîn’in “Namazı Terk Edenin Hükmü” adlı eserini okuyan kimse görecektir ki, namazı terk edenin kâfir olacağına dair getirdiği deliller, Allah’ın şeriatını tebdil eden kimsenin kâfir olacağını ortaya koyan delillere nispetle daha az bir kuvvete sahiptir.
Binaen aleyh; hakikatte Mürcie’nin görüşü olan bu fikri Ehl-i Sünnet ve’l-Cemaat’e (yani Selef-i Salihin’e) nispet etmeleri bir yalan ve iftiradır.
2- Bunlar dini, Müslümanların geneline değil; sadece yöneticilere has kılmak anlamında dini devletten ayıran bir topluluktur. Ki böylesi bir durumda bir insanın din işlerine müdahale etmesi veya yöneticiye karşı çıkması kesinlikle caiz olmayacaktır. Çünkü bu onlara karşı huruc etmek/ayaklanmak sayılmaktadır. Dolayısıyla her kim böyle bir şey yaparsa o, cehennem ehlinin köpeklerinden olacaktır!
İşte bundan dolayıdır ki, kendilerine –özellikle de bu meselede– muhalefet edenlere karşı aşırı derecede eleştiri yönelttiklerini görürüz.
Böylesi durumu olan kimseler toplumu ıslah etme veya değiştirme adına asla çalışmayacaklardır; aksine onların çalışması yöneticilerin çıkarı için olacaktır.
Allah görünen ve görünmeyen her fitneden bizleri muhafaza buyursun.
3- Bunlar, zulmedenlere meylettikleri için zalim olmuş bir topluluktur. Allah subhanehu ve teâlâ şöyle buyurur:
“Zulmedenlere azda olsa meyletmeyin. Yoksa size de ateş dokunur. Sizin Allah’tan başka dostlarınız yoktur. Sonra size yardım da edilmez.” (Hûd, 113)
Bu yöneticiler Allah subhanehu ve teâlâ’nın “Kim Allah'ın indirdiğiyle hükmetmezse, işte onlar, zalimlerin tâ kendileridir.” (Maide, 45) ayetinden dolayı şeksiz bir şekilde zalimdirler. Zalimlere az bir meyl bile zulümdür. Hatta Allah subhanehu ve teâlâ, bunu yapan kimselere elîm bir azap vaat etmiştir.
Bunların zalimlere meyledişlerinin delili, onları müdafaa etmeleri, dostluk ve düşmanlıklarını onlara göre belirlemeleridir. Dolayısıyla her kim “Bu yöneticiler ulu’l-emir’dir” diyorsa o, (onların nazarında) Ehl-i Sünnet menheci üzere olan selefî birisidir. Her kimde “Bu yöneticiler zalim ve fasıktır” diyorsa o da, kendisinden sakınılması ve ilan edilmesi gerekli olan tekfirci ve Haricî birisidir! Bundan sonra daha nasıl bir meyil olabilir ki?
4- Buna binaen (diyoruz ki): onlara zulümleri noktasında yardım eden, sayılarını kabartmak için çalışan ve onları reddetmeyi terk eden herkesin hükmü, onların hükmü ile aynıdır. Hatta bu kimse, zulümlerinde ve Allah’ın salih kullarına ilişmelerinde onlara ortaktır. Bana göre, insanları onların etrafında pervane yapan, dünyevî çıkarlardan başka bir şey değildir. Çıkarlar ve menfaatler onları bir araya getirmekte, arzu ve istekler aralarını ayırmaktadır. Onlardan birçoğu işin aslına bakılırsa içten içe şöyle demektedir:
“Biz sizin hak üzere olmadığınızı biliyoruz; ama bizim (…) isteklerimiz var…!
Allah’a yemin ederim ki, bu nifakın ta kendisidir.
Nasıl olurda günahları, zulümleri ve haksız yere insanlara düşmanlık etmelerine rağmen onların sayıları çok gösterilebilir/desteklenebilirler?
Onlar hakkında şakası olmayan kesin hüküm şudur:
Onlara yardım eden ve onların sayılarını kabarık göstermek için çalışan herkes, onlardandır, onlardandır, onlardandır.
Allah en iyisini bilen ve en yüce olandır.
Allah’ım! Abdullah’ın oğlu Ümmî ve Emin Peygamber Muhammed’e, âline, ashabına ve kıyamete kadar onların menheci üzere gidenlere salât eyle.
Yazan:
İbrahim b. Abdilazîz
Hicrî 9 Rebiulevvel, 1425 Çarşamba.
Miladî 28.4.2004.
Cevaplayan: İbrahim b. Abdilazîz
Tercüme: İbrahim Gadban
[1] Yani bir şeyi hakkıyla bilebilmek için her şeyden önce onu tanımlayan ve hakikatini beyan eden şeyi bilmek gerekir. İşte Şeyhu’l-İslam İbn Teymiyye rahimehullah, Ehl-i Sünneti böyle tanımlamış ve onların böyle inandığını vurgulamıştır. Bir insan iman konusunda Ehl-i Sünneti ve onların nasıl inandığını öğrenmek istiyorsa, her şeyden önce onların imana nasıl bir tanım getirdiğine ve onu nasıl beyan ettiklerine bakmalıdır. İşte Ehl-i Sünnet, imanı bu şekilde tanımlamıştır, yani iman onlara göre kalp ile itikat, dil ile ikrar ve azalarla ameldir. (Çevirenin notu)
[2] İmam Suyutî’nin kaleme aldığı bir tefsir kitabıdır. (Çevirenin notu)
[3] Tayalisî, İbn Ebî Şeybe, Ahmed, Abd b. Humeyd, Buharî, Müslim, Tirmizî, Nesaî, İbn Cerîr, İbn Münzir, İbn Ebî Hatim, Taberanî, ve Beyhakî rivayet etmiştir.
[4] Saîd b. Mansûr, İbn Münzir ve İbn Ebî Hatim rivayet etmiştir.
[5] İbn Cerîr ve İbn Ebî Hatim rivayet etmiştir.
[6] Ahmed b. Hanbel’in Abdurrahman b. Avf kanalıyla rivayet etmiştir. Senedinde inkita’/kopukluk vardır.
[7] İbn Ebî Hatim rivayet etmiştir.
[8] Abd İbn-i Humeyd, İbn Cerîr, Münzirî ve İbn Ebî Hatim rivayet etmiştir.
[9] Abd İbn-i Humeyd, İbn Cerîr ve Münzirî rivayet etmiştir.
[10] İbn Cerîr rivayet etmiştir.
[11] İbn Cerîr rivayet etmiştir.
[12] İbn Cerîr rivayet etmiştir.
[13] Abd İbn-i Humeyd ve İbn Ebî Hatim rivayet etmiştir.
[14] ‘İstifhâm-ı inkârî’ soru sormak suretiyle soru sorulan o şeyin kabul edilemeyeceğini ortaya koyan bir uslup şeklidir. Allah subhanehu ve teâlâ: “Size ne oluyor da münafıklar hakkında iki gruba ayrılıyorsunuz?” şeklinde soru sorarak aslında onlar hakkında ihtilaf edilmemesi gerektiğini, ihtilaf edenlerin yanlış yaptığını beyan etmektedir. Allah’ın onlar hakkında anlaşmazlığa düşülmesinden razı olmayışı nehiy sîgasıyla değil; ‘İstifhâm-ı inkârî’ üslubuyla ifade edilmiştir. (Çevirenin notu)
[15] Bu tespit gerçektende çok önemlidir. Allah Rasulü dönemindeki Yahudiler, karşılarına gelen meseleler hakkında hüküm verdikleri zaman, bazen sadece zenginleri gözettikleri için, bazen de başka amaçlar nedeniyle Allah’ın hükmü ile hükmetmiyorlardı; ama işin hakikatinde Allah’ın hükmünü de, gerçeğin ne olduğunu da çok iyi biliyorlardı. Buna rağmen kâfir kabul edildiler ve haklarında bir takım ayetler nazil oldu. Bu günkülerinde nitelik olarak onlardan en ufak bir farkı yoktur. (Çevirenin notu)
[16] Yani kişi, dinden çıkardığı kesin olan amellerden dolayı bile tekfir etmekten uzak duran Mürcie akidesini benimsemişse, ancak o zaman böylesi bir yöneticiyi tekfir edemez; ama onun haricinde bu kadar net küfür amelleri işleyen bir yöneticiyi tekfir edememek Ehl-i Sünnet’in tekfir usulünü bilen bir Müslüman için olacak şey değildir. (Çevirenin notu)
[17] Ayette yer alan “Kim küfre göğüs açarsa…” ibaresi üzerine İbn-i Teymiyye rahimehullah der ki: “Burası, ayetin baş tarafına tamamıyla uyumluluk arz etmektedir. Zira her kim ikrah olmaksızın küfre düşerse, göğsünü küfre açmış demektir. Eğer böyle olmasa ayetin baş tarafı ile son tarafı birbiri ile çelişir. Eğer “küfre düşen kimse” ile kastedilen “göğsünü küfre açan kimse” olsaydı, o zaman sadece ikrah altındaki kimse istisna edilmezdi; aksine göğsünü küfre açmadığı zaman ikrah altında olanında olmayanında istisna edilmesi zorunlu olurdu. Bir kimse isteyerek küfrü gerektiren bir söz söylediği zaman küfre göğsünü açmış demektir ki, bu da küfürdür.” (Mecmuu’l-Fetâvâ”, 7/220)
[18] Müslim, Ebû Davut ve diğerleri rivayet etmiştir.
[19] Müslim rivayet etmiştir.
[20] Elbanî, Sahîhu’l-Camii’s-Sağîr’de hadisin “sahih” olduğunu söylemiştir.
[21] Müslim rivayet etmiştir.
[22] Nesaî, Tirmizî ve diğerleri rivayet etmiş olup Elbanî “sahih” olduğunu söylemiştir.
[23] Buharî rivayet etmiştir.
[24] Müslim rivayet etmiştir.
[25] Bu manayı verebilmemiz için burada ki “Din” kelimesini “itaat” kelimesi ile anlamlandırmamız gerekmektedir. Ehlinin malumu olduğu üzere “din” kelimesi Arap dilinde “itaat” anlamında kullanılmaktadır. (Çevirenin notu)
[26]Buharî, Müslim ve diğerleri rivayet etmiştir.
[27] Elbanî, Sahîhu’l-Camii’s-Sağîr’de hadisin “sahih” olduğunu söylemiştir.
[28] Ahmed, İbn Mace ve diğerleri irvayet etmiştir.
[29] Yani yasaklarını serbest, emirlerini yasak sayan…
[30] Müslim rivayet etmiştir.
[31] İbn Ebî Şeybe ve Taberanî rivayet etmiştir.
[32] Burada hemen belirtelim ki, her cehalet iddiası şeriat nazarında kabul edilmez. Cehaletin bir kısmı vardır ki, sahibi tüm çaba ve gayretlerini ortaya koymasına rağmen ilme ulaşamaz ve bu nedenle mazur olabilir. Bir kısmı da vardır ki, sahibi aslında hakikatte ulaşma imkânına sahipken sırf tembelliği, gevşekliği ve gafleti nedeniyle ilme ve doğruya ulaşmamaktadır. Bu noktadaki mazeret iddiaları asla kabul edilmez. Aksi halde –İmama Şafiî’nin de dediği gibi– cehalet ilimden hayırlı olurdu. Müellifin kastettiği cehalet, ikinci kısımda yer alan bir cehalettir ve bugünkü yöneticilerde vakıası herhalde yoktur. Bu nedenle okuyucu, yazarın yöneticileri cehaletleri ile mazur saydığı gibi hatalı bir anlam çıkarmamalıdır. Konu yanlış anlaşılmasın diye parantez içine meselenin doğru anlaşılmasını sağlayan kısa bir açıklama koyduk. (Çevirenin notu)
[33] Buhârî ve Müslim rivayet etmiştir.
[34] Elbanî, “Silsiletu’l-Ehâdîsi’s-Sahîha” adlı eserinde hadisin “sahih” olduğunu söylemiştir.
[35] Müslim rivayet etmiştir.
[36] Haricîler için hadislerde bu vasıf kullanılmıştır. Yani Rasulullah sallallahu aleyhi ve sellem onları “Ateş halkının köpekleri” olarak nitelemiştir. İşte bu nedenle çağdaş Mürcieler, Şeriatın haricinde herhangi bir sistemi kabul etmeyen muvahhit Müslümanları sırf yöneticilere karşı ayaklanıyor ve karşı çıkıyorlar diye bu vasıfla nitelemektedirler. “Subhanallah! Bu gerçektende büyük bir iftiradır!” (Nûr, 16)