“Andolsun, size öyle bir kitap indirdik ki, sizin bütün şeref ve şanınız ondadır. Hâlâ aklınızı kullanmayacak mısınız?” (21/Enbiya, 10)
بسم الله الرحمن الرحيم
Rahmân ve Rahîm Olan Allah’ın Adıyla…
Burada bu başlığı mutlaka hatırlatmamız gerekmektedir. Öncelikle unutmayalım ki tekfir müspet ve menfî olmak üzere ikiye ayrılır:
1) Müspet tekfir; şartları oluşan ve manileri gözetilerek yapılan tekfirdir ki bu, bırakın bir hastalık olmasını, aksine vacip olan şer’î bir görevdir.
2-) Menfî tekfir; şartları oluşmamış ve manileri gözetilmeyerek yapılan tekfirdir. İşte tekfirin bu kısmı caiz değildir ve bunu adet edinenler için gerçektende bir hastalıktır.
Bu alanda eser veren yazarların[1] bazıları hariç neredeyse tamamı bu ayırımı gözetmedikleri için tekfiri hep sakınılması gereken kötü bir amel olarak nitelendirmiş ve onu icra edenleri –isabet etseler dahi– hastalığa bulaşmakla vasfetmişlerdir. Hâlbuki böyle bir nitelendirme, mutlak olarak kullanıldığı zaman doğru değildir. Bunun bir takım kayıtları vardır. Bu kayıtları zikretmeksizin eğer tekfire hastalık derseniz, o zaman şartları oluşmuş bir tekfiri yapan kimseleri de doğal olarak “tekfircilikle” damgalayabilirsiniz. Bu da hak etmediği bir vasıfla bir müslümanı itham etmek olduğu için sizi Allah katında sorumlu yapmaya yeter.
Bilinmelidir ki, tekfir bazen aşırılık olabileceği gibi bazen de imanın bir gerekliliği olabilir. Örneğin yaşadığı dönemin tâğutlarını tekfir etmeyenler iman iddialarında ne kadar doğrudurlar? Onları tekfir etmeksizin ortaya atılan akide iddiası ne kadar tutarlıdır? Elbette ki böylesi bir şey “boş bir iddia”dan öteye geçmez. Çünkü Rabbimiz kendisi için geçerli olan imanı ancak tâğutların red, inkâr ve tekfirine bağlamıştır. Bu şart tahakkuk etmeden ortaya atılan iman iddiaları hep geçersizdir. Rabbimiz şöyle buyurur:
“Dinde hiç bir zorlama yoktur. Gerçekten iman ile küfür apaçık meydana çıkmıştır. Artık her kim tâğutu tekfir[2] eder ve Allah’a iman ederse o, kopması mümkün olmayan sapasağlam bir kulpa (urve-i vüskaya) tutunmuş olur. Allah işitendir, bilendir.” (Bakara, 256)
Görüldüğü gibi tâğut tekfir edilmeden Allah’a olan iman iddiası geçersizdir. Bugün bırakın tâğutları tekfir etmeyi onları Müslüman kabul eden insanlar bile mevcuttur. Oysa tâğutu reddetmeyen Müslüman olamıyorsa o tâğutların bizzat kendileri hayli hayli Müslüman olamazlar, çünkü kişilerin imanı onları reddetmeye bağlanmıştır. Bu gerçektende ince bir noktadır.
“Gerçekten İbrahim’de ve beraberindeki müminlerde sizin için çok güzel bir örnek vardır. Hani onlar kavimlerine ‘Biz hem sizden hem de Allah’ın dışında ibadet ettiğiniz şeylerden uzağız. Biz sizi tekfir ettik.[3] Bir olan Allah’a iman edinceye kadar bizimle sizin aranızda ebedi bir düşmanlık ve kin baş göstermiştir’ demişlerdi.” (Mümtahine, 4)
Burada da bizler için “çok güzel bir örnek” olarak takdim edilen bir peygamberin, tekfiri hak eden kavmine karşı takınmış olduğu tavrı ile karşı karşıyayız. Hem o hem de yanında ki müminler hak ettikleri için onları tekfir etmiş ve bu bize “çok güzel bir örnek” olarak sunulmuştur.
Şunu bilmemiz gerekir ki küfrü sarih kafirlerin tekfir edilmesi Allah Subhanehu ve Teâlâ'nın kesin bir emridir. Allah Subhanehu ve Teâlâ şöyle buyurur:
“Deki: ey Kafirler!” (Kafirun, 1)
Allah Teâlâ Nebisine bizzat Mekke müşriklerine “Ey Kureyşliler! Ey Mekkeliler” şeklinde değil bizzat “Ey Kâfirler” diye hitap etmesini emretmiştir. Bilindiği üzere emir sigaları, aksi bir karine olmadığı sürece vücub ifade eder.[4] Her ne kadar burada ki hitab direkt Rasulullah sallallahu aleyhi ve sellem’e yönelik olsa da, bu noktadaki temel kaide –bilindiği üzere– Rasulullah’a yönelik tüm emirlerin aksi bir delil olmadığı müddetçe tüm ümmete şamil olduğudur.[5] Bundan dolayı kâfirleri tekfir etmek dinin emirlerine sarılmanın kendisidir.
Nitekim Rasulullah sallallahu aleyhi ve sellem'in siyerine baktığımız zaman O'nun Allah'ın kendisine verdiği bu emri hiçbir çekince göstermeksizin aynen uyguladığına şahit oluruz. İbn-i Hişam’ın naklettiğine göre bir gün Utbe b. Rebîa Rasûlullâh’a gelerek şöyle demiş:
“Ey kardeşimin oğlu! Sen aramızda bildiğin (gibi değerli bir) konumdasın. Ama kavmine öyle bir şey getirdin ki bununla onların birliğini bozdun, akıllılarını aptallıkla suçladın, ilâhlarını ve dinlerini kötüledin ve babalarını tekfir ettin. Şimdi beni dinle sana bir takım tekliflerde bulunacağım...”[6]
İbn-i İshak “Ebu Bekr Sıddîk’ın Müslüman Oluşu” başlığı altında şu rivayete yer verir:
“Hz. Ebu Bekr Rasûlullâh sallallâhu aleyhi ve sellem ile karşılaşır ve ona ‘Ey Muhammed! İlahlarımızı terk ettiğin, akıl(lı)larımızı aptallıkla suçladığın ve babalarımızı tekfir ettiğine dair Kureyş’in söyledikleri doğrumudur?’ der. Rasûlullâh sallallâhu aleyhi ve sellem’de ona bunun doğru olduğunu anlatır…”[7]
Yaptığımız nakillerden anlaşılacağı üzere tekfir, mutlak mana da bir hastalık değildir. Eğer böyle olsaydı o zaman Hz. İbrahim aleyhisselam ya da önderimiz Muhammed sallallâhu aleyhi ve sellem gibi bir peygamberin bu hastalığa yakalandığını söylememiz gerekirdi. Bu da Kur’an’ın bize örnek olarak sunmuş olduğu iki şahsiyet hakkında haksız bir niteleme olur ve bizi Allah katında mesul etmeye yeter de artar bile. Böylesi mutlak bir ifade yerine “Menfî tekfir hastalığı” dememiz veya “Usulsüz tekfir bir hastalıktır” diye nitelemede bulunmamız daha uygun olacaktır.
Faruk Furkan
[1] Şeyh Ebu Muhammed el-Makdîsî’nin tekfirdeki hatalardan sakındırma adına kaleme aldığı bir eseri vardır. Bu eser yakın bir zaman önce Türkçeye çevrilmiştir. Maalesef Şeyh’in tüm uyarılarına rağmen bu eserin ismi –kasıtlı veya kasıtsız– saptırılmış ve üstadın murad etmediği bir mana ile tercüme edilmiştir. Eserin orijinal adı “Tekfirdeki Aşırılıktan Sakındırma Konusunda Otuz Risale” şeklinde tercüme edilmesi gerekirken bu isim “İslam Ümmetini Tekfircilik Hastalığından Sakındırma Konusunda Otuz Risale” olarak değiştirilmiş ve tarafımızca kabulü mümkün olmayan bir hata yapılmıştır. Oysa üstat tekfirden değil, sadece tekfirdeki hata ve yanlışlardan sakındırmaya çalışmıştır. Hatta kitabının 43. sayfasında şöyle der: “Bundan amacımız mutlak olarak tekfirden sakındırmak değil, bölümün başında da belirttiğimiz gibi, sadece tekfirdeki aşırılıktan sakındırmaktır...” Umarız ki eserin ismi diğer baskılarında tashih edilerek Şeyh’in muradına muhalefetin önüne geçilmiş olur. Başarı yalnız Allah’tandır.
[2] Ayetin bu kısmı “Kim tâğutu redd ve inkâr ederse…” anlamına da gelebilir, ama biz bazı âlimlere ittibaan bu tercümeyi tercih ettik.
[3] Ayetteki “Kefernâ biküm” ifadesi “sizi reddettik” anlamına geldiği gibi, “sizi tekfir ettik” anlamına da gelir. Biz ikinci görüşü tercih ettik.
[4] Bu kaidenin usuldeki ifadesi şu şekildedir: “الامر يقتضي الوجوب ما لم يصرفه صارف”
[5] Bu kaidenin usuldeki ifadesi şu şekildedir: الخطاب للنّبي خطاب لأمته من بعده ما لم يخصصه مخصص شرعي
[6] “Siyretu İbn-i Hişam”, sf. 293 vd.
[7] “Siyretu İbn-i İshak”, 1/44. ayrıca bkz. “Delâilü’n-Nübüvve”, 2/33, 468 nolu haber.