“Şüphesiz ki münâfıklar/içi dışı bir olmayanlar, cehennem ateşinin en aşağı tabakasındadırlar. Sen, onlara bir yardım edici de bulamazsın.” (Nisa Sûresi, 145)
بسم الله الرحمن الرحيم
Rahmân ve Rahîm Olan Allah’ın Adıyla…
Tekfir meselesinde doğru bir sonuca ulaşabilmemiz için tekfire dair tüm kaidelerin İslam'ı yakinen sabit olan kimseler hakkında geçerli olduğunu bilmemiz gerekir. Bu aslın bilinmemesi tekfire dair kuralların Müslüman/kafir ayırt edilmeksizin herkesin üzerinde tatbik edilmesini ve doğal olarak aslen kafir olan kimselerin Müslüman olarak isimlendirilmesine yol açacaktır. Bundan dolayı böyle bir hataya düşmemek için “Tekfir Kuralları İslam’ı Yakînen Sabit Olan Kimseler Hakkında Uygulanır” şeklinde verdiğimiz bu üçüncü uyarının iyi bir şekilde bilinmesi gerekmektedir. Konuya dair Ahmed Bukrîn der ki:
“Ehli Sünnet, bidat sahibi kimselere günah veya küfür ile hüküm verme ile kendisinden bir bidat sadır olmuş İslam’ı kesin olarak sabit olan muayyen bir şahsa günahkârdır, fasıktır veya kâfirdir diye hüküm verme arasında kesinlikle ayırım yapmıştır…”[1]
Yani kendisini şirk ve küfür bidatinden arındırmamış sıradan insanlarla, şirkten kendisini temizlemiş, küfrü reddeden ve Allah’ın dinine teslim olmuş insanların arasını ayırmamız gerekmektedir. Bu, Ehl-i Sünnet yoludur. Aksi bir tutum Ehl-i Sünnet yolundan sapmak demektir.
İşte bu mesele hakkında günümüzde yapılan hatalardan biri -belki de en önemlisi- budur. Allah’ın dini ile uzaktan-yakından alakası olmayan, şirki ve küfrü artık normal gören, sözlerinde, fiillerinde ve inançlarında onlarca şirk uzantısı olan müşrik insanlar “Kavidu’t-Tekfir” ile muhatap tutulmakta ve sırf bu gerekçeden ötürü kendilerine İslam hükmü verilmektedir. Buna karşılık şirk içerisinde olmaları nedeniyle onlara Müslüman demeyenler ise “Haricî” veya “tekfirci” damgasıyla damgalanmaktadırlar. Hâlbuki bu ayırımı yapmak –bırakın tekfirci veya Haricî olmayı– ilmin gerektirdiği ve mutlaka uygulanması gereken zorunlu bir kuraldır.
Yakînen (kesin olarak) Sabit Olan Bir Şey
Şüphe İle Zail (yok) Olmaz.
Burada, İslam ulemasının dinin temel ilkelerinden hareketle ortaya koymuş oldukları bir kuralı hatırlatmada yarar görüyorum. Ulema, “el-Kavaidu’l-Fıkhiyye” ya da “el-Kavaidu’l-Külliyye” diye bilinen fıkhî kuralların içerisine şöyle bir kaide yerleştirmiştir:
“اليقين لا يزول بالشكّ= Yakînen (kesin olarak) sabit olan bir şey şüphe ile zail (yok) olmaz.”[2]
Bu kaide gerek fıkhî meselelerde gerekse diğer meselelerde gerçektende son derece önemli bir boşluğu doldurmaktadır. Bu kaideden hareketle fıkhı, akaidi ve daha birçok alanı ilgilendiren onlarca hüküm konulmuştur.
Bu Kaidenin Delili
Bu kaidenin temel dayanağı Rasûlullâh sallallâhu aleyhi ve sellem’den nakledilen bazı hadislerdir. İmam Müslim, Sahihinde şöyle bir rivayete yer verir:
“Peygamber sallallâhu aleyhi ve sellem'e namazda iken; abdestinin bozulduğunu zanneden bir adam şikâyet edildi. Rasûlullah sallallâhu aleyhi ve sellem: ‘Böyle bir kimse ses İşitmedikçe veya koku duymadıkça namazdan çıkamaz’ buyurdu.”[3]
Yine Müslim’in rivayet ettiği başka bir hadiste Rasûlullâh sallallâhu aleyhi ve sellem şöyle buyurur:
“Biriniz namazında üç mü kıldı yoksa dört mü diye şüphe ederse şüpheyi terk etsinde (namazını) yakînen (kesin olarak) bildiğinin üzerine bina etsin. Sonra selam vermeden önce iki secde eder! Şayet beş rek'ât kılmışsa bu iki secde onun namazını çift yapar. Eğer dördü tamamlamak için kıldıysa bu iki secde şeytanı çatlatmak için yapılmış olur”[4]
İmam Nevevî ilk hadisin şerhinde der ki:
“Bu hadis İslam’ın temellerinden birisi ve fıkıh kaidelerinden büyük bir kaidedir. Şöyle ki: aksini kesin olarak ortaya koyacak bir şey olmadığı zaman eşyada asıl olan onun asıllığının bekasına (devam ettiğine) hükmetmektir. Sonradan husule gelen şüpheler ona zarar vermez. Konumuzla alakalı hadisin varit olduğu babda ki meselede aynıdır. (Yani) kim abdestli olduğuna kesin olarak inanır ve abdestsizliğinden şüphe ederse onun abdestli olduğuna hükmedilir…”[5]
Hadisler, kesin olarak sabit olan bir şeyin şüphe ile zail olmayacağı noktasında son derece açıktır. Abdest aldığı kesin olduğu halde onun bozulup bozulmadığında şüphe eden sahabesine Rasûlullâh sallallâhu aleyhi ve sellem böyle fetva vermiştir. Bu hadislerin medlulünden hareketle ulema bu gerçeği “Yakînen (kesin olarak) sabit olan bir şey şüphe ile zail (yok) olmaz” cümlesi ile kaideleştirmiş ve bunun üzerine sayılamayacak kadar çok ahkâm bina etmişlerdir.
Bu ahkâmdan birisi de İslam’ı yakînen sabit olan bir Müslüman’ın şüpheler sonucu tekfir edilemeyeceğidir. İslam, o kişi hakkında kesin olarak sabit olduğu halde küfrün sabitliği kesin değildir. Bundan dolayı bizim bir insanın –gerçektende küfrü reddedip Allah’a iman ettiğini bildikten sonra– yapmış olduğu küfe muhtemel bir amel neticesinde hemen onun dinden çıkmış olduğuna karar vermemiz çok zordur; çünkü böylesi bir insan, yapmış olduğu küfür amelini ikrah sonucu yapmış olabilir ya da o amelin küfür olduğu noktasında bir bilgisi yoktur veya o amelin kendisini küfre götüren bir amel olmadığını zannedebilir.[6]
İşte bu ve ileride de detaylıca ele alınacak olan “Mevaniu’t-Tekfir” dediğimiz tekfir engellerinden bir engelin o adamda bulunması şüphesi bizim onu tekfir etmemize manidir. Bu noktada Müslüman’a düşen o şahsın ortaya koymuş olduğu amelin küfür olduğunu söylemesi ama o şahsın bu ameli işlemesinden dolayı kâfir olup-olmayacağına dair her hangi bir hüküm vermemesidir. Üstat Ebu Basir “Kavaid fi’t-Tekfir” adlı eserinde şöyle bir kaideye yer vermektedir: “Sarih İslam’ı ancak sarih küfür bozar.”[7]
Yani her kimin İslam’ı kesin ve sarih olarak sabit olmuşsa, onun dinden çıkması da ancak o kesinlikte bir delil ile mümkündür. Hiçbir şüpheye mahal vermeyecek şekilde Müslüman olan birisi küfür olduğu (kesin değil de) muhtemel olan şeylerden birini işlemek sureti ile kâfir olmayacağı gibi kâfir olduğuna da hüküm verilmez; zira onun İslam’ı kesin iken küfrü kesin değildir. Yakînî şeyler şüphelerle zail olmayacağından ötürü böylesi biri Müslüman olarak kabul edilir.
İmam Şevkanî “es-Seylü’l-Cerrâr” adlı eserinde şöyle der: “Bilinmelidir ki, Müslüman bir şahsiyetin dinden çıktığına ve küfre girdiğine hüküm vermeye kalkışmak -elinde güneşten daha açık bir delil olmadıkça- Allah’a ve ahiret gününe iman eden bir kul için münasip bir şey değildir.”[8]
İbn Hazm der ki: “Şüphesiz ki İslam akdi, hakkında sabit olan bir şahsiyetten bu vasıf ancak bir nass ya da bir icma ile kalkar. (bu vasfın ondan kalktığına dair ortaya atılan) iddia ve iftiralar sebebi ile bu vasıf ondan kalkmaz.”[9]
İmam Nevevî’nin üstte anlatmaya çalıştığı kaide usul ilminde “Istıshâb” olarak adlandırılmaktadır. Usulcülere göre ıstıshâb; “geçmişte bir delil sonucu sabit olan bir durumun –değiştiğine dair her hangi bir delil bulunmadığı sürece– hâlihazırda da varlığını koruduğuna hükmetmek” demektir.[10] Bu kuralda bizim meselemizle yakından alakalıdır; şöyle ki: bir insanın İslam’ına hükmettikten sonra onun bu hali olduğu gibi kabul edilmelidir. Onun bu halinin değiştiğine (yani küfre girdiğine) dair elimizde kesin bir delil olmadığı sürece biz o şahsa Müslüman hükmü vermeye devam ederiz. Ama her ne zaman ki onun bu halinin değiştiğini yakîni bir şekilde bilirsek işte o zaman elimizde bir delil olmuş olur ve onun küfre girdiğine kanaat getirebiliriz. Burada onun küfrünün de –her hangi bir şüpheye mahal bırakmaksızın– yakîni bir şekilde sabit olması gerekmektedir. Eğer bu yakînen sabit değilse biz yine onun Müslüman olduğunu kabul eder ve hükmümüzü şüpheye değil de kesin bir bilgiye dayandırmış oluruz. Her şeyi en iyi bilen Allah’tır.
Faruk Furkan
[1] Ahmed Bukrîn, “et-Tekfir Mefhumuhu-Ahtaruhu-Davabituhu”, sf. 72.
[2] Bkz. Abdulkerim Zeydan, “el-Vecîz fi Şerhi’l-Kavaidi’l-Fıkhiyye”, sf. 35.
[3] Müslim, Kitabu’l-Hayz, 98. (361).
[4] Müslim, Kitabu’l-Mesacid, 88. (571).
[5] İmam Nevevî, “Şerhu Sahîhi Müslim”, 4/38.
[6] Şeyhu’l İslam İbn-i Teymiyye der ki: “…Sahibini tekfir ettiren sözlerin durumu da böyledir. Hakkı bilmeyi gerektiren nasslar bir kimseye ulaşmamış olabilir yahut nasslar ulaşmış da onun yanında sabitlik derecesinde olmayabilir. Veya nassları anlamak onun için mümkün olmamıştır ya da Allah’ın mazur göreceği başka şüpheler olmuşta olabilir. Müminlerden herhangi bir kişi hakkı elde etmede çaba harcar da bununla beraber hata ederse Allah onun hatasını affeder. Mecmuu’l-Fetâvâ”, 23/346.
[7] Abdulmun’im Mustafa Halîme, “Kava‘id fi’t-Tekfir”, sf. 219. Bu kaidenin şerh ve açıklaması, kitabın ilerleyen sayfalarında Allah’ın izni ile gelecektir. Oraya müracaat edebilirsiniz Bu kaide hakkında Abdullah el-Eserî der ki: “Ehl-i Sünnet imamları bu kaide hususunda ittifak halindedirler; çünkü Müslüman bir şahsiyetin tekfiri gerçektende çok tehlikeli bir durumdur. Elde açık deliller ve burhanlar olmadığı sürece bu konuya dalmamak gerekir.” Bkz. “el-İman Hakikatuhu-Havarimuhu ve Nevakiduhu inde Ehli’s-Sünne ve’l-Cemaa”, 1/122.
[8] Şevkanî, “es-Seylü’l-Cerrâr ala Hadâiki’l-Ezhâr”, 4/578.
[9] İbn Hazm,” el-Fisal fi’l-Mileli ve’n-Nihal”, 3/138.
[10] Mustafa Said el-Hınn, “el-Kâfi’l-Vâfî fi Usuli’l-Fıkhi’l-İslamî”, sf. 203. Arapça bilmeyen kardeşlerimiz şu eserlere müracaat edebilirler: Zekiyyuddin Şaban, “İslam Hukuk İlminin Esasları”, sf. 217; Fahreddin Atar, “Fıkıh Usulü”, sf. 75; Abdulkerim Zeydan, ” Fıkıh Usulü”, sf. 251.