“(İşte) Allah, öğüt almaları için insanlara böyle benzetmeler yapar.” (İbrahim, 25)

TEKFİRE KİM YETKİLİDİR?

 

بسم الله الرحمن الرحيم

Rahmân ve Rahîm Olan Allah’ın Adıyla…

 

Günümüzde karıştırılan meselelerden biriside tekfire kimin yetkili olduğudur. İlmin aydınlığının, yerini cehaletin karanlığına bıraktığı şu asırda insanlar bilir bilmez İslamî her konu hakkında Allah’ın hükmüne isabet ettirip-ettirmediğine aldırış etmeksizin konuşabilmektedirler. Öyle ki bu meseleler bazen âlimlerin bile konuşmaya cesaret edemediği ve söz söylemeye kendilerini ehil görmedikleri meseleler olabilmektedir. Bu, bizleri kuşatmış amansız bir hastalıktır. Rabbimizin bir an önce bizleri bu hastalıktan kurtarmasını diliyoruz.

Bu konuyu izaha geçmeden önce kitabın muhtelif yerlerinde de birçok kez atıfta bulunduğumuz çok önemli bir hatırlatmayı tekrar edelim. Tağutu reddedip Allah’a iman etmiş bir müslümanı küfre delaleti sarih olmayan bir mesele nedeniyle tekfir etmek gerçektende çok zor bir iştir. Eğer bu şartları ve manileri gözetilmeksizin yapılırsa sahibini büyük sıkıntılara sokar ve Allah katında hesabı çok zor bir pozisyonla karşı karşıya bırakır. Bu nedenle bizim -elimizde güneş kadar berrak deliller olmadığı sürece- tevhide gönül vermiş Müslümanları tekfir etmekten uzak durmamız gerekmektedir. Bu hatırlatmayı yaptıktan sonra şimdi konumuzun izahına geçebiliriz.

Allah’a iman etmiş ve şirki reddetmiş bir müslümanı tekfir etmeye ve onun dinden çıktığına karar vermeye elbette ki İslam’ı çok iyi bilen ve tekfirin kuralları hakkında etraflı bir bilgiye sahip olan âlimler yetkilidir. İslam ahkâmının icra edildiği beldelerde ise bu yetki sadece hâkim ve kadıların elindedir. Ancak hemen hatırlatalım ki, âlimlerin bir insanın dinden çıkıp mürtet olduğuna dair vermiş oldukları hüküm asla icra edilmez. Bu hükmün icra edilmesi sadece hâkimin elindedir. Yani hâkim ve kadı bir adamın mürtet olduğuna hüküm verdiğinde, o adam bu hükmün neticesi ile yüz yüze kalır; ama bir âlim bir şahsın mürtet olduğu kanısına ulaşırsa onun bu kanısı adama riddet ahkâmının icra edilmesini gerektirmez. Bu iki merci arasındaki fark asla göz ardı edilmemelidir.

Bir müslümanı tekfire bu iki grubun dışında başka bir merci yetkili değildir. Hatta bırakın avam insanları ilim talebelerinin bile bu konu hakkında söz söylemeye hak ve yetkileri yoktur. Fehd Abdullah der ki:

“Bir fikre, bir olaya veya bir şahsa küfür hükmü vermek ancak şeriatı hakkıyla bilen ve ilimlerini ehil insanlardan almış muteber âlimlerin işidir. Bu mertebeye ulaşmamış insanların aynî tekfir yapmaları haramdır. Bunlarda iki guruptur: 1- İlim talebeleri. 2- Avam.”[1]

Fehd Abdullah kitabının ilerleyen sayfalarında da şöyle der:

“Tekfir meselesi ciddi ve önem arz eden bir meseledir. Bu nedenle bu hükmü verecek tek merci âlimler ve hâkimlerdir. Bazılarının içerisine düştüğü fahiş hatalardan biriside ümmetin âlimlerine müracaat etmeksizin tekfir hükmü vermesidir. Tekfir hükmünü vermeye tek yetkili olanlar âlimlerdir. İlim talebesi ilimde ne kadar ilerlerse ilerlesin (gerçek bir âlim olmadığı sürece) muayyen bir müslümana tekfir hükmü veremez. Çünkü ortada bir takım dakîk meseleler ve ihtimalli durumlar vardır. Bunlara ise ilimde derinleşmiş olan âlimlerden başka kimse dikkat edemez.”[2]

Şam’ın büyük âlimlerinden birisi olan Mustafa Said el-Hınn der ki:

“Muayyen şahısları tekfirde ihtiyatlı davranmak en uygun ve en selametli yoldur. Bir şahsa veya bir cemaate küfür hükmü vermede en uygun olan yol bu işi ilmî inceleme imkânlarına sahip olan yargı heyetine havale etmektir. Avamın kulaktan duyma yaygaralara dayanarak bu gibi konulara dalmaktan men edilmesi yine bu konuda en tutarlı yoldur. Allah Teâlâ şöyle buyurur:

"Hakkında ilim (kesin bir bilgi) sahibi olmadığın şeylerin ardına düşme! Çünkü kulak, göz ve kalp bunların hepsi ondan sual edilecek/hesaba çekilecektir." (İsra, 36)”[3]

Bu nakillerden de anlaşılacağı üzere bir müslümanın dinden çıktığına hüküm vermek için kesinlikle ya âlim olmak gerekir ya da kadı. Aksi halde Allah’a iman etmiş bir müslümanı işlemiş olduğu küfre delaletinde ihtimal bulunan bazı ameller sebebiyle dinden çıkmış kabul edemeyiz. Çünkü buna yetkili değiliz.

Bu konu anlaşıldıktan sonra önemli bir ayrıma daha dikkat çekmek istiyorum.

Malum olduğu üzere İslam âlimleri küfürle alakalı meseleleri herkesin bilebileceği zahir meseleler ve yalnızca âlimlerin bilebileceği hafî meseleler olmak üzere ikiye ayırmışlardır.

1-) Herkesin Bilebileceği Zahir Meseleler

Bu, Allah’a ve Rasûlüne sövmek, din ile alay etmek ve İslam’a hakaret etmek gibi küfür olduğunda kesin delillerin bulunduğu meselelerdir. Böylesi bir meselede âlim olmaya veya kadı olmaya gerek yoktur. Bir Müslüman bu amellerden birisini işlediğinde -eğer ikrah altında değilse- âlim veya cahil herkes tarafından tekfir edilebilir. Örneğin bir Müslüman -hâşâ- Allah’a sövse bu sövgüyü duyan herkesin onu tekfir etmesi gerekir. Burada âlim olma şartı aranmaz. Âlim veya kadı olma şartı bir sonraki başlıkta da göreceğimiz üzere hafî meselelerde geçerlidir. Eğer bir mesele hafî değil de zahir ise orada âlim olma şartı aranmaz.

2-) Yalnızca Âlimlerin Bilebileceği Hafî Meseleler

Hafî meselelerle kastedilen; küfür olduğunda kesin nasların olmadığı veya nassın bulunup küfre delaletinin zannî olduğu meselelerdir. Burada âlim ve kadıların dışında kalan insanların konuşma hakkı yoktur. Böylesi bir meselede sadece âlimler ve kadılar söz söyleyebilirler. Aksi caiz değildir.

Bu iki başlığı öğrendiğimize göre şunu açıkça söylemeliyiz: Bizim yukarıdan beri Müslümanları kendisinden sakındırmaya çalıştığımız konu budur. Yani hafî veya içtihada dayalı meselelerde Allah’a iman etmiş kulları tekfir etmek. Bu konuda söz söylemek ne bizim nede diğer ilim talebesi kardeşlerimizin işidir; aksine bu konuda söz söylemek ilimde derinleşmiş, meseleleri enine boyuna bilen tahkik ehli âlimlerin işidir. Fehd Abdullah der ki:

“Şahıslara tekfir hükmü vermek ancak âlimlerin işidir. (Ancak) bu, Allah’a ve Peygambere sövmek ve İslam karşıtı olduğunu ilan etmek gibi sarih olan küfürlerde geçerli değildir. (Yani böylesi durumlarda tekfir hükmünü vermek için âlim olmaya gerek yoktur.)”[4]

Sonuç olarak; bu gün küfür olduğu ihtimalli olan meselelerde Müslümanların birbirlerini tekfir etme hakları yoktur. Böylesi meselelerde ancak ilimde derinleşmiş âlimler söz söyleyebilir. Cahil olanların sükût etmesi hem dünyaları hem de ahiretleri için daha hayırlıdır.

Küfür olduğu güneşin parlaklığı kadar açık olan meselelere gelince; bu nokta da herkesin aynı tavrı göstermesi ve Allah ve Rasûlünün küfür olarak adlandırdığı şeylerde hiçbir ihtilafa düşmemeleri gerekmektedir. Böylesi bir konuda muhalefete düşen kimseleri tekfir etmek için âlim olmak şart değildir.

Konuyu bu şekilde izah ettikten sonra deriz ki; bu gün küfür olduğu hususunda kesin ve kat‘î nasların olmadığı meselelerde Müslümanlar birbirlerini tekfir etmemelidirler. Çünkü onlar hem bu hususta yeterli delile sahip değiller hem de bu işe yetkili değiller. Ancak içlerinde ciddi ilmî birikimi olan, nassları yerli yerinde kullanan ve tekfirin kurallarını etraflıca bilen birisi varsa o zaman durum farklıdır. Böylesi biri içtihatını ortaya koyarak kendince küfür kabul ettiği bir ameli işleyenleri tekfir edebilir. Bunun hesabını Rabbine verecektir; isabet etmişse iki, hata etmişse bir sevap alacaktır. Ancak burada şu noktanın da altını çizmek gerekir: Bu âlim her ne kadar kendi içtihadına dayanarak bir ameli küfür kabul ediyor ve o ameli işleyenleri tekfir ediyorsa da onunla aynı düşünmeyen kimseleri tekfir hakkına sahip değildir. Çünkü bu içtihada dayalı bir meseledir. İçtihada dayalı olan yerlerde de tekfirleşme olmaz. Allah en iyisini bilir.

 

 

Faruk Furkan

 



[1] “et-Tekfîr; Hükmuhu-Davâbituhu- el-Ğuluvvu fîhi”, sf. 40 vd. (Not: İlim talebesi ile kastedilen, İslamî camialardan eline diploma geçirmiş olan kimseler değildir. Nice diploma sahibi insanlar var ki ilimle onun arası yerle gök arası gibi uzaktır. İlim talebesi ile kastedilen; nereden mezun olursa olsun ehliyet sahibi bir âlimin önünde şer‘î ilimleri tahsil eden ve tahsil ettiği bu ilimle amel eden kimselerdir.)

[2] A.g.e. sf. 103, 104.

[3] “el-Akîdetu’l-İslâmiyye Erkânuha-Hakâikuha-Müfsidâtuha”, sf. 582.

[4] A.g.e. sf. 160.

Okunma Sayısı:3091