"(Ey Muhammed,) Allah'ı sakın zulmedenlerin yapmakta olduklarından habersiz sanma, onları yalnızca gözlerin dehşetle belireceği bir güne ertelemektedir."(İbrahim - 42)

TEKFİRİN FAYDASI VAR MIDIR?

 

بسم الله الرحمن الرحيم

Rahmân ve Rahîm Olan Allah’ın Adıyla…

 

Tekfir şer‘î bir görev ve İslamî bir hükümdür. Nikâh, miras, kısas ve benzeri ahkâm nasıl ki Allah’ın birer hükmü ise tekfirde aynı şekilde Allah’ın bir hükmüdür ve dinin ahkâmından bir ahkâmdır.

Şeyhu’l-İslam İbn-i Teymiyye der ki: “Tekfir şer‘î bir hükümdür ve ancak şer‘î delillerle sabit olur…”[1]

Takiyyuddin es-Subkî de şöyle der: “Tekfir şer‘î bir hükümdür…”[2]

Bu nedenle tekfir boş ve faydasız bir şey değil, aksine üzerine birçok ahkâmın terettüp ettiği İslamî bir hükümdür. Bizler nasıl ki, nikâh, talak veya miras gibi ahkâm için “Bunların ne faydası var?” diyemiyorsak aynı şekilde tekfir meselesi içinde böylesi bir ifade kullanamayız. Zira her iki konuda İslamî birer hüküm olma noktasında eşittir ve kendisine göre bir takım faydaları vardır. Bu noktada Allah’tan korkan bir Müslümanın ağzından çıkan sözlere dikkat etmesi ve Allah’ın ahkâmı için “Boş ve faydasız işler” dememesi gerekir; aksi halde Allah’a vereceği hesap çok zor olur.

Ebu Muhammed el-Makdisî der ki: “Gerek dünyevi hükümler açısından gerekse uhrevi hükümler açısından birçok sonuç, tekfir ahkâmı üzerine terettüp etmektedir.” “Fıkıh kitaplarını inceleyen birisi açıkça görür ki birçok mesele ve ahkâm, tekfir konusu ile yakından alakalıdır.”[3]

Allah Teâlâ’nın yeryüzünde icra edilmesi için indirmiş olduğu hükümlerin hemen hemen tamamı tekfir ahkâmı üzerine kurulmuştur. Şimdi kısaca bunları açıklamaya çalışalım.

 1) Yöneticilerle Alakalı Hükümler. Müslüman yönetici ile beraber olmak, onu desteklemek, ona itaat etmek, açık bir küfür işlemedikçe ona isyan etmemek veya itaatsizlik yapmamak, İslam dairesinde kaldığı ve İslam şeriatını uyguladığı sürece iyi veya kötü olsun arkasında namaz kılmak ve beraberinde cihada çıkmak vaciptir. Yine Müslüman yönetici, velisi olmayan Müslümanların velisi konumundadır.

Kâfir yönetici hakkında ise ona bey’at etmek, onu yönetici edinmek, desteklemek, yardım etmek, onu dost edinmek, sancağı altında onunla beraber savaşa çıkmak, arkasında namaz kılmak, onun hükmüne başvurmak caiz değildir. Bu kâfire itaat yoktur. Aksine ona karşı çıkmak, yönetimden uzaklaştırmak ve yerine Müslüman yöneticiyi getirmek vaciptir.[4] Buna bağlı olarak onu dost edinen, küfrünü veya küfür yasalarını destekleyen, koruyan, yasalarının yapılmasında ve uygulanmasında ortak olan ve bu kanunlar ile hüküm verenlerin kâfir olduğu sonucu ortaya çıkmaktadır.

2) Velayet İle Alakalı Hükümler. Kâfirin Müslümana velayeti geçerli değildir. Kâfirin, Müslümanlara veli (yönetici) yahut namaz imamı olması caiz değildir. Müslüman kadına nikâhta veli olması, Müslüman çocuklara veli yahut vasi olması yahut onlardan yetim olanların malları hakkında velayet makamında olması caiz değildir.

3) Nikâh İle Alakalı Hükümler. Kâfirin Müslüman kadınla nikâhlanması caiz değildir ve nikâhta ona veli olamaz. Müslüman erkek, Müslüman kadınla evlendikten sonra mürted olursa, aradaki nikâh bâtıl olur ve ikisi birbirinden ayrılır.

4) Miras İle Alakalı Hükümler. Bütün âlimlere göre din farklılığı mirasçı olmaya engeldir.

5) Kısas Ve Kan Diyetleri İle Alakalı Hükümler. Kâfirin kanına karşı Müslüman öldürülmez. Muharip kâfirin veya mürtedin bilerek veya yanlışlıkla öldürülmesi kefaret ya da diyet vermeyi gerektirmez. Öldürülenin Müslüman olması halinde ise, durum bunun aksinedir.

6) Cenazeler İle Alakalı Hükümler. Kâfir için cenaze namazı kılınmaz, yıkanmaz, Müslüman mezarlığına gömülmez, kendisi için istiğfar caiz olmaz ve kabrinin başında durulmaz. Müslüman ise böyle değildir.

7) Yargı İle Alakalı Hükümler. Kâfir kişi Müslümanlar için yargıç olmaz, Müslüman hakkında kâfirin şahitliği geçerli olmaz, küfür yasaları ile karar veren kâfir yargıcın mahkemesine başvurmak caiz değildir. Bu yargıcın verdiği hükümler uygulanmaz ve o hükümlere gereken sonuçlar terettüp etmez.

8) Savaş İle Alakalı Hükümler. Kâfir, müşrik ve mürted ile savaşmak, Müslüman bâği ve asiler ile savaşmaktan farklıdır. Kâfirler ile savaşırken kaçanları kovalamak ve öldürmek mubah olduğu halde, asi ve bâğilerden kaçanlar izlenmez, yaralıları öldürülmez, malları yağmalanmaz, kadınları esir alınmaz. Müslümanın imanı sebebiyle kanı, malı ve namusu diğer bir Müslüman için haramdır. Hâlbuki kâfir hakkında asıl olan, kanı, malı ve namusu, Müslüman olmadıkça mubahtır.

9) Vela ve Bera (dostluk ve düşmanlık) İle Alakalı Hükümler. Müslümana velayet vacip olup tümden onunla ilişkiyi kesmek caiz değildir. Sadece günah olan fiillerinden uzak durmak gerekir. Kâfire velayet ve Müslümanlara karşı kâfire destek vermek veya Müslümanların sırlarını kâfire bildirmek haramdır. Kâfirden ilişkiyi kesmek ve ona buğzetmek vacip olup onu dost edinmek caiz değildir.

Tekfir ahkâmı ile ilgili ve etkileri büyük olan daha pek çok mesele vardır. Verdiğimiz örnekler devede kulak misalidir. Örnek olması amacı ile burada sadece çok küçük bir kısmını aktardık.[5] Bu konularla ilgili deliller ve hükümler fıkıh kitaplarında belli ve açıktır. Mü’min ile kâfir ayrımı yapmayanların, aktardığımız bütün bu konularda dini ve işi karışık olur. Verdiğimiz örneklerden de anlaşıldığı gibi Müslümanlarla ilgili hükümlerin kâfirlerle ilgili hükümlerle karıştırılmasında çok büyük sakıncalar, zararlar ve kötülükler bulunmaktadır.

Bugün doğru ile yanlışın, hak ile bâtılın birbirine karıştığını, bu konularla ilgili şer‘î meselelerde birçok Müslümanın kafasında ölçülerin bozulduğunu hepimiz görüyoruz. Bu durum, oldukça önemli olan tekfir konusuna gereken önemin verilmemesinden, Müslüman ile kâfirin birbirinden ayrılmamasından ve bu konuda ihmalkâr davranılmasından dolayı ortaya çıkmaktadır. Avamından, yetişmiş olanına kadar birçok kimsenin ahkâmda, muamelelerde, ibadetlerde, dostluk ve düşmanlıkta ve daha birçok işte bocalamalarından bu durum açıkça anlaşılmaktadır.”[6]

Yaptığımız bu nakillerden şartları ve manileri gözetilerek yapılan tekfirin boş ve faydasız bir hüküm olmadığını rahatlıkla anlayabiliriz. Ancak şartlarına ve manilerine dikkat edilmeden yapılan tekfirin ise sahibine fayda getirmeyeceği açıktır. Bu noktaya dikkat etmek gerekir. Fakat yaşadığımız bölgedeki İrca Ehlinin “Kâfirleri tekfir etmenin ne faydası var?” şeklinde ortaya attıkları şüphe İslam şeriatının bütün hükümlerini iptal etmeye ve işlevsiz kılmaya yöneliktir. Samimiyet duyguları içerisinde söylenmiş bir söz değil, aksine tağutları ve yandaşlarını temize çıkarma adına dile getirilmiş bir lakırtıdır. Bunun bu şekilde bilinmesi gerekir.

6-) Kişi Dinin Hangi Kapısından Çıkmışsa Tekrar O Kapıdan

Girmedikçe İmanı Sahih Olmaz

Günümüzün en çok karıştırılan meselelerinden biriside budur. Kendisinde Mürcie bulantısı olan bazı çevreler ve hatta bazı meşhur yazarlar bu konuda ilimden fersah fersah uzak bir düşünceyi savunmakta ve ne aklın ne de naklin kabul edeceği çok garip bir fikir ortaya atmaktadırlar.

Bir gün kitaplarından çokça istifade ettiğimiz bir hoca efendinin tekfir ile alakalı bir konuşmasını dinliyordum. Konuşma ilerledikçe şaşkınlığım artıyor ve bir âlimden nasıl böylesi sözler sadır oluyor anlayamıyordum doğrusu. Hoca efendi şöyle diyordu konuşmasında:

“Bu gün Allah’ın kanunlarını kaldırıp yerine küfür kanunlarını ikame edenlerin küfre girdikleri kesin. Ancak bu insanlar bu amelleri ile küfre girmelerinin yanı sıra diğer taraftan da “Lâ ilâhe illallah” diyor ve namaz kılıyorlar. Kanun koyarak küfre giriyorlar sonra “Lâ ilâhe illallah” diyerek imana giriyorlar. Küfür sözleri söyleyerek ve küfür amelleri işleyerek dinden çıkıyorlar, sonra “Lâ ilâhe illallah” diyerek yeniden imana giriyorlar. Şimdi biz onların ortaya koyduğu amellerden hangisini tercih edeceğiz? Acaba küfür yönlerini ağır görüp onlara kâfir hükmü mü vereceğiz, yoksa imanlarına delalet eden amellerini baskın kabul edip onlara Müslüman mı diyeceğiz?”[7]

Bu sözler yüzeysel bir şekilde okunduğunda evvelemirde doğru gibi algılanabilir. Ancak ilmî bir bakışla derinlemesine okunduğunda sözlerde çok ciddi bir hatanın olduğu aşikârdır.

Bir insan küfrü mucip bir söz söylese o sözün içerdiği manadan tevbe etmediği sürece “Lâ ilâhe illallah” demesi kendisine fayda vermez. Aynı şekilde kişi küfre düşürücü bir amel işlese o amelden tevbe etmediği sürece “Lâ ilâhe illallah”  demesi veya İslamî ameller izhar etmesi kendisine bir fayda sağlamaz. Şimdi bunu birkaç örnekle izah etmeye çalışalım:

Bir insan içkinin haram olduğunu bildikten sonra onun helal olduğunu iddia etse bu iddiasından dönene kadar “Lâ ilâhe illallah” demesi kendisine fayda vermez. Çünkü o kişinin küfrü bir haramın helalliğini itikat etmek sureti ile meydana gelmiştir. Bu itikadından vazgeçmediği sürece hiçbir İslamî amel kendisine fayda vermeyecektir.

Ya da bu gün Allah’ın ahkâmını değiştiren, O’nun kanunlarına alternatif kanunlar çıkaran, helalleri haram, haramları helal yapan tağutlar sırf bu yaptıkları sebebiyle dinden çıkmış ve kâfir olmuşlardır. Onlar bu görevlerinden vazgeçmedikleri sürece kelime-i tevhidi telaffuz etmeleri veya dinin bazı emirlerini yerine getirmeleri asla kendilerine bir fayda sağlamaz. Çünkü onların küfrü “tağut” olmalarından ve Allah’ın haramlarını helal, helallerini haram saymaları yönündendir, kelime-i şahadeti telaffuz etmemelerinden değil. Bu nedenle onların Müslüman olabilmeleri için tağutluklarını bırakmaları ve küfürlerini terk etmeleri gerekmektedir. Aksi halde mümin olmazlar.

Bu bağlamda misalleri çoğaltmak mümkündür. Ancak maksat hâsıl olduğu için bu iki örnekle iktifa ediyoruz. Enverşah el-Keşmîrî “İkfâru’l-Mulhidîn” adlı eserinde şöyle der:

“Kimin küfrü dinin kesin bir hükmünü örneğin içkinin haramlığını inkâr etme yönünden olursa itikad ettiği o şeyden vazgeçmesi gerekir. (Kelime-i şehadeti ikrar etmesi ona fayda vermez) zira o kişi bu inancıyla beraberde kelime-i şehadeti telaffuz ediyordu. Böylesi birisinin (yeniden Müslümanlığına hüküm verebilmemiz için) bu inancından vazgeçmesi gerekmektedir…” “…Sonra bu kişi adeten kelime-i şehadet getirse (içkinin helalliğine dair) söylemiş olduğu sözden vazgeçmediği sürece kelime-i şehadet ona her hangi bir fayda sağlamaz…”[8]

Enverşah el-Keşmîrî’nin bu tespiti gerçektende çok yerindedir; zira bir insan kendisini küfre ve şirke düşürecek bir amel işlese o amelden teberri etmediği sürece söylediği tevhidin ve yaptığı amellerin ona hiçbir faydası olmayacaktır. Kişinin, bu amellerden istifade edebilmesinin bir tek yolu vardır o da içerisine düştüğü şirkten uzaklaşmasıdır. Eğer içerisine düşmüş olduğu şirkten uzaklaşmazsa hiçbir amel ona fayda sağlamayacaktır.

Hasan Karakaya hocanın ifade ettiği şeyler ise tahkik edilmeden ve ilmî süzgeçten geçirilmeden söylenmiş sözlerdir. Biz bunu ilmî bir varta olarak değerlendiriyor ve hoca efendinin bu yanlıştan dönmesini temenni ediyoruz. Allah bize de hocamıza da hatalarımızı göstersin. (Âmin)

 

Faruk Furkan

 



[1] İbn-i Teymiyye, “Mecmuu’l-Fetâvâ”, 17/78.

[2] Ebu’l Hasen Takiyyuddin es-Subkî, “Fetâvâ’s-Subkî”, 2/586.

[3] “er-Risâletu’s-Selâsîniyye”, sy. 12.

[4] Allah Teâlâ şer‘î siyasetle ilgili konularda Müslümanlara Müslüman yöneticiye itaat edilmesini vacip, buna karşılık kâfir yöneticiye itaat ve yardımı ise haram kılmıştır. İslam âlimlerinin “Hâkim olan yöneticinin durumunu bilmek her Müslümana vaciptir” demelerinin altında yatan etken de budur.

[5] Tüm bunlardan sonra “Tekfirin Anlamsızlığı” şeklinde risaleler kaleme alıp insanları mutlak anlamda tekfirden sakındıranların ne kadar büyük bir hataya düştüklerini anlamak zor olmasa gerek. Bizim kendisinden sakındırmaya çalıştığımız tekfir, şartları ve manileri gözetilmeden yapılan tekfirdir. Tüm şartları oluşmuş ve engelleri ortadan kalkmış tekfire gelince; bu, Allah’ın bir hükmüdür. Bu hükümden ise ancak Allah’ın ahkâmını işlevsiz bırakmak isteyenler sakındırır. Bu ayırıma dikkat et!

[6] “er-Risâletu’s-Selâsîniyye Tercümesi”, sy. 36-38. Konu hakkında daha geniş bilgi için Şeyh Abdulkadir bin Abdulaziz’in “el-Cami‘ fi Talebi’l-İlmi’ş-Şerif” adlı eserinin “İman ve Küfür Konularının Önemi” başlıklı bölümüne müracaat ediniz.

[7] Bu konuşma Hasan Karakaya hocaya aittir. Konuşma metni birebir deşifre edilmemiş, özet olarak nakledilmiştir.

[8] “İkfâru’l-Mulhidîn”, 63. “Kava‘id fi’t-Tekfîr” adlı eserden alıntılanmıştır. Bkz. sf. 197.

Okunma Sayısı:2263