“(Rasûlüm!) Sakın ha, Allah’ı zalimlerin yaptıklarından habersiz sanma! Ancak, Allah onları (n cezalandırılmasını), korkudan gözlerin dışarı fırlayacağı bir güne erteliyor.” (İbrahim, 42)
بسم الله الرحمن الرحيم
Rahmân ve Rahîm Olan Allah’ın Adıyla…
Bu bölümde tekfirin şartlarını izah etmeye çalışacağız. Konumuzun daha iyi anlaşılabilmesi için öncelikle şart kelimesinin ne anlama geldiğini kısaca izah etmemiz gerekmektedir.
Şart Kelimesinin Manası
Malum olduğu üzere şart, sebep ve mani gibi kavramların incelenip ele alındığı ilim dalı usul-u fıkıhtır. Bu ilim dalına dair malumatı olanlar zikri geçen kavramları ve o kavramların delalet ettiği anlamları bilirler.
Tekfir meselesinin bu kavramlarla yakından alakası vardır. Hatta “bu kavramların muhtevasını bilmeyenlerin tekfir meselesi hakkında konuşmaları caiz değildir” desek abartmış olmayız. Miras hukukunu bilmeyen nasıl ki onun taksimatı hakkında konuşamıyorsa, tekfirin şart, sebep ve manilerini bilmeyen biriside aynı şekilde bu konuda konuşmamalıdır. Bilgisi olmadan miras taksimatına kalkışan birisinin hata etmesi nasıl ki kaçınılmazsa, tekfirin şart, sebep ve manilerini bilmeden içine dalan kimsenin de hata etmesi kaçınılmazdır.
Bu girişten sonra şart kelimesinin izahına geçebiliriz.
Şart kelimesi lügatte “alamet, nişane, belirti ve bir şeyi zorunlu kılma” gibi anlamlara gelmektedir. Bu kelime Türkçemize de geçmiştir. Kelimenin bu kısmının bizim maksadımızla ilgisi yoktur. Bizi asıl ilgilendiren kısım, bu kelimenin Usul-u fıkıh terminolojisinde ne anlama geldiğidir. Şimdi, usul âlimlerinin bu kelimeyi nasıl tarif ettiğine bir göz atalım.
Şam’ın büyük âlimlerinden birisi olan Mustafa Said el-Hınn, şartı şöyle tarif eder:
“Şart kendi yokluğundan meşrutun (şart koşulan şeyin) de yokluğunun gerektiği, ama varlığından meşrutun varlığının gerekmediği şeydir.”[1]
Vehbe Zuhaylî de şartı hemen hemen aynı lafızlarla tarif etmiştir.[2] Hasan Karakaya şöyle der:
“Hükmün bulunması kendisinin bulunmasına bağlı olan husustur. Yani hükmün bulunması şartın bulunmasına bağlıdır. Bu nedenle şartın yokluğu halinde hükümde bulunmaz. Fakat şartın varlığı halinde hükmünde mutlak bulunması gerekmez…”[3]
Şart kelimesi usul-u fıkıh kitaplarında aşağı yukarı aynı manada tarif edilmiştir. Bu nedenle daha fazla nakil yapmaya gerek görmüyoruz[4] Şimdi yaptığımız tarifler etrafında “şart” meselesini örneklerle açıklamaya çalışalım.
Mesela abdest almak namazın sıhhati için bir şarttır. Abdestsiz namaz olmaz. Fakat abdestli olmak mutlaka namaz kılmayı gerektirmez. Bu misalde ki şart abdesttir; meşrutta namazdır. Şartın (yani abdestin) bulunması mutlaka meşrutun (yani namazın) bulunmasını gerektirmez. Ama şartın (abdestin) yokluğundan meşrutun (namazın) da yokluğu gerekir.
Kişinin akıllı ve ergin olması tekfirin şartlarındandır. Kişi akıllı ve baliğ olmadan kâfir olmaz. Ancak her akıllının da tekfir edilmesi gerekmez. Bu misalde ki şart kişinin akil ve baliğ olmasıdır. Meşrut ise onun tekfiridir. Şartın (yani kişinin akil ve baliğ olmasının) varlığından mutlaka meşrutun (yani tekfirin) bulunması gerekmez. Ama şartın (kişinin akil ve baliğ olmasının) yokluğundan meşrutun (yani tekfirin) de yokluğu gerekir.
Biraz daha izah edecek olursak; kişinin kâfir olabilmesi için öne sürülen şartlardan bir tanesi akil ve baliğ olmasıdır. Akil ve baliğ olmayan bir kimse asla tekfir edilemez. Yani deli birisinin veya henüz çocukluktan kurtulmamış birisinin tekfiri asla caiz değildir. Bu şart yoksa tekfirde yoktur; çünkü şartın yokluğundan meşrutunda yokluğu gerekir.
İşte tekfirle alakalı diğer şartları bu örnekler çerçevesinde değerlendirmek gerekir. Bu sayede şart meşrut ilişkisini daha iyi anlamış oluruz.
Şart kelimesinin kısaca izah ve açıklamasını yaptıktan sonra şimdi asıl konumuz olan tekfirin şartlarını beyan etmeye geçebiliriz. İslam âlimleri tekfirin şartlarını üç kısım altında incelemişlerdir:
Birinci Kısım: Tekfir edilenle yani fail ile ilgili şartlar. Bunlar:
1-) Failin mükellef olması yani akıllı ve ergin olması,
2-) Fiilini kasıtlı ve bilerek işlemesi,
3-) Kendi hür iradesi ile bunu seçmiş olmasıdır.[5]
Kendisinden küfrü gerektiren bir fiil veya söz sadır olan kimse eğer akıllı veya baliğ değilse yaptığı işten sorumlu tutulmaz. Bir kimsenin sorumlu kabul edilmesi ancak akıllı ve baliğ olduktan sonra mümkündür. Akıl ve buluğ şartı yoksa, yani kişi mükellef değilse, o zaman ortada teklifin varlığından söz etmek mümkün değildir. Bu şart delilik ve çocukluk (siğar) engelinin karşılığıdır.
Aynı şekilde kendisinden küfrü gerektiren bir fiil veya söz sadır olan kimse eğer bu işi kasıtlı değilde ğayri ihtiyari olarak yapmışsa o zaman yine sorumlu tutulmaz. Tıpkı çölde devesini kaybeden adamın örneğinde olduğu gibi. O adam küfür kelimesini söylemeyi kastetmemişti, sadece aşırı sevinci onun ağzından, zahiri küfür olan bir cümlenin çıkmasına neden olmuştu. Adamın bu sözü tamamen istem dışı ve ğayri ihtiyari bir şekilde ağzından çıkmıştı. Onun bu durumu tekfir hükmünün kendisine ilişmesine engel oldu.
Ancak burada ince bir noktaya dikkat etmek gerekir: Küfür kelimesini söyleyip de onu kastetmediğini söyleyen kimse ile küfür kelimesini söylemeyi kastetmediği halde yanlışlıkla onu söyleyen kimse tamamen bir birinden farklıdır. Küfür kelimesini, küfür kelimesi olduğu halde söyleyen kimse bunu kastetmemiş ve küfre düşmeyi murat etmemiş olsa bile kâfir olur. Böylesi birisinin “Ben bu ameli kalben kastederek yapmıyorum” demesine itibar edilmez. Bu meseleyi tekfirin engelleri bölümünde detaylıca ele aldık, oraya müracaat edebilirsiniz.[6] Zikrettiğimiz bu şart hata engelinin karşılığıdır.
Fail ile ilgili üçüncü şart yaptığı işi veya söylediği sözü kendi hür iradesi ile seçmiş olmasıdır. Kişi eğer hür iradesi olmaksızın, zorlama (ikrah) altında kalarak küfrü mucip bir eylem veya söylemde bulunursa o zaman tekfir hükmünün kendisine verilmesinden kurtulur. Bu şart ikrah manisinin karşılığıdır.
İkinci Kısım: Tekfir hükmünün sebebi ve illeti olan fiil ile ilgili şartlar. Bu fiilin hiç şüphesiz küfre düşürücü olması gerekir. Bu ise;
1-) Mükellefin fiilinin veya sözünün küfre delaleti sarih/kesin olacak
2-) Şer‘î delilin o amelin küfür olduğuna delaleti sarih olacak.
Eğer mükellefin sözünün veya fiilinin küfre delaleti kat‘î/kesin değilse o zaman fiildeki şart tahakkuk etmediği için o şahsın tekfiri caiz değildir. Tekfirin caiz olabilmesi için mükellefin sözünün veya fiilinin hiçbir şüpheye yer vermeyecek şekilde kesin olması gerekmektedir. Aksi halde ortada zan ve şüphe bulunduğu için tekfirden söz etmek mümkün değildir. Buna bir örnek verecek olursak; mesela birisi “Hain Muhammed” dese biz böylesi bir adama hemen "Rasûlullâh sallallâhu aleyhi ve sellem’e hakaret etmiştir" hükmünü veremeyiz; çünkü adamın bu sözü ile adı Muhammed olan bir arkadaşını kastetmesi muhtemeldir. Bu ihtimalden dolayı adama öncelikle “Sen bu sözünle kimi kastettin” diye sorarız. Adam eğer “Peygamberi kastettim” derse o zaman kâfir olduğuna hüküm veririz. Ama adam “Ben falanca arkadaşımı kastettim” derse o zaman ortada zaten bir problem kalmaz.
Bir amelin küfür olarak adlandırılabilmesi için şer‘î delilin o amelin küfür olduğuna delaleti sarih olmalıdır. Şayet delaletinde sarihlik yoksa o zaman bu ameli işleyen kimseye hemen küfür hükmü verilmez. Buna namazı terk edenin kâfir olup-olmayacağına dair nakledilen hadisleri örnek olarak gösterebiliriz. Bu hadislerden bazıları namazı terk edenin kâfir olacağını, bazıları da kâfir olmayacağını ifade etmektedir.[7] Yine bu hadislerde yer alan “küfür” lafzının küçük küfür mü yoksa büyük küfür mü olduğu tartışmalıdır. Bu nedenle ulemadan bazıları hadislerin zahirine tutunarak namazı terk edenin kâfir olacağını söylerken[8] bazıları da bu hadislerde yer alan küfür lafzının küçük küfür olduğunu, dolayısıyla namazı terk edenin -farziyetini inkâr etmediği sürece- küfre düşmeyeceğini söylemişlerdir.[9]
İşte bu konuda mevcut olan delillerin küfre delaleti sarih değildir. Bu nedenle, konu hakkında kesin hüküm verip aynı düşünmeyenlerin dinden çıkacağı gibi bir sonuca varılamaz. Böylesi bir durumda deliller arasında tercih yapılır ve aynı düşünmeyenler mazur kabul edilir.
Üçüncü Kısım: Mükellefin fiilinin (töhmetin) ispatlanmasında aranan şartlar. Bunun zan ile tahmin ile şüphe ve ihtimal ile değil, şer‘î sahih ve sarih bir yol ile sabit olması gerekir. Bu ise;
1-) Kişinin işlediği fiili kabul etmesi
2-) Adalet sahibi iki kişinin şahitliği ile olur.[10]
* Kişinin işlemiş olduğu fiili kabullenmesi, yani ikrar ve itiraf etmesi deliller arasında en güçlü olanıdır. Bir insan “Ben bu işi yaptım” dediğinde başka hiçbir delil aramaya gerek yoktur. Onun bu ikrarı had cezasının tatbiki için yeterlidir. Konumuzda ise küfür amelini işlediğini itiraf etmesi gerekir. Eğer bu itiraf gerçekleşirse, o zaman tekfir ahkâmı kendisine icra edilir. Eğer bir kimse suçu kabullenmezse -her ne kadar hakikatte işlemiş olsa dahi- suçu ispat edilene kadar kendisi suçsuz kabul edilir. Zira beraat-i zimmet asıldır.
Burada ince bir noktaya dikkat etmek gerekir. Kişinin küfür amelini işlediğini kabul etmesi ile küfrü kabul etmesi birbirinden farklıdır. Kendisinde Mürcie bulantısı olan bazı kimseler bir kişinin dinden çıkması için mutlaka küfrü kabul etmesi gerektiğini savunurlar. Bu, delilden yoksun ve saçma bir iddiadan öte bir şey değildir. Ehl-i Sünnetin meseleye bakışı ise şu şekildedir: Bir insan küfür amelini işlemişse hâkimin huzuruna çıkarıldığında ona sadece bu ameli işleyip işlemediği sorulur. Küfrü kabul edip etmediği sorulmaz. Ameli işlediğini itiraf ederse küfrü kabul etmediğini söylese dahi kendisine gerekli ahkâm icra edilir. Bu noktaya dikkat etmek gerekir.
Mükellefin fiilinin ispatında aranan şartlardan bir diğeri de -eğer ortada itiraf yoksa- iki şahidin şahitlik etmesidir. İki adalet sahibi kimse bir kimsenin suça bulaştığına dair itirafta bulunursa artık o suç işlenmiş kabul edilir. İbn-i Münzir der ki:
“İlim ehli irtidat konusunda iki kişinin şahadetinin kabulünün gerekli olduğu hususunda icma‘ etmiştir. Eğer o kişi mürtet olduktan sonra tekrar İslam’a dönmezse iki şahidin şahadeti ile katledilir.”[11]
İbn-i Kudâme der ki:
“İlim ehlinin çoğunluğuna göre riddet hususunda iki adil şahidin şahadeti kabul edilir. İmam Malik, Evzâî, Şafiî ve rey sahipleri (Hanefîler) bu görüştedirler. İbn-i Münzir der ki: ‘Hasan’dan[12] başka hiç kimsenin onlara muhalefet ettiğini bilmiyoruz.’ Hasan’a göre öldürme hususunda dört kişinin şahadetinden başkası kabul edilmez.”[13]
Şahitlik yapacak kimsede aranan şartlar dörttür:
1) Müslüman olması
2) Baliğ olması
3) Akıllı olması
4) Adalet sahibi olması.
Bu şartlardan birisinin yokluğu durumunda şahitlik yapacak kimsenin şahadetine itibar edilmez. Örneğin bir kimse henüz buluğa ermemişse veya adalet sahibi değilse ya da akli melekelerini kaybetmişse onun şahadetine itibar edilmez. Aşağıdaki ayetlerin iniş sebebi olan şu olayı buna örnek gösterebiliriz:
Onlar (Münafıklar): “Allah'ın Peygamberinin yanında bulunanlara bir şey vermeyin de dağılıp gitsinler” diyen kimselerdir. Oysa göklerin ve yerin hazineleri Allah’ındır, ama münafıklar bu gerçeği anlamazlar. “Eğer bu savaştan Medine’ye dönersek, aziz olanlar zelil olanları and olsun ki, oradan çıkaracaktır” diyorlardı. Oysa şeref Allah’ın, Peygamberinin ve müminlerindir, ama münafıklar bu gerçeği bilmezler.” (Münafikûn, 7, 8)
Bu ayetin nüzul sebebi şu olaydır: Zeyd b. Erkam radıyallâhu anh der ki:
“Ben bir gazvede bulundum. Orada (münafıkların başı) Abdullah ibn-i Ubey’i şöyle derken işittim:
- “Ey topluluk! Rasûlullah’ın yanındakilere nafaka vermeyin ki etrafından dağılıp gitsinler. Eğer O’nun yanında Medine’ye bir dönersek, izzet ve kuvveti çok olan en zelil ve zayıf olanı Medine’den muhakkak çıkaracaktır!
(Zeyd radıyallâhu anh dedi ki:) “Ben İbn-i Ubey’in bu sözlerini amcama yahut Ömer’e söyledim. O da bunu Peygamber’e söyledi. Bunun üzerine Rasûlullah sallallâhu aleyhi ve sellem beni çağırdı. Ben de İbn-i Ubey’in sözlerini kendisine naklettim. Bu defa Rasûlullah, Abdullah İbn-i Ubey ile adamlarına haber gönderdi. Bunlar geldiler ve: “Biz böyle bir şey söylemedik” diye yemin ettiler! Rasûlullah sallallâhu aleyhi ve sellem beni yalanladı, onu doğruladı. Bunun üzerine ben o kadar gamlandım ki, ömrüm içinde bana asla bunun benzeri bir keder isabet etmemiştir. Artık eve oturdum (dışarı çıkmadım). Amcam da bana: “Ey oğul, uslu durmadın, en sonunda Rasûlullah sallallâhu aleyhi ve sellem’in seni yalanlamasını ve sana öfkelenmesini istedin! dedi (de beni daha da kederlendirdi).
Son derece bunaldığım bir sırada Yüce Allah “Münafıklar sana geldikleri zaman...” diye başlayan Münafikûn Suresini indirdi. Bu surenin gelmesi üzerine Peygamber sallallâhu aleyhi ve sellem bana haber gönderdi. Huzuruna vardığımda bu sureyi okudu ve: “Ey Zeyd! Şüphesiz ki Allah (nakletmiş olduğun sözde) seni doğrulamıştır” buyurdu.[14]
Abdullah İbn-i Ubey’in söylemiş olduğu sözler Rasûlullah sallallâhu aleyhi ve sellem’in şahsı hakkında hakaret içeren küfür sözleri idi. Zeyd b. Erkam radıyallâhu anh bu sözleri Rasûlullah sallallâhu aleyhi ve sellem’e nakletmesine rağmen şahitliği kabul edilmemiş ve bunun neticesi olarak da o sözleri söyleyen kişiye irtidat cezası uygulanmamıştı. Bunun ise iki nedeni olabilir:
1-) Yaşın küçüklüğü (baliğ olmaması)
2-) Tek kişi olması.
Zeyd b. Erkam radıyallâhu anh hakkında bu iki şıktan başkası düşünülemez; zira geri kalan şartların her biri kendisinde tahakkuk ediyordu.
Malum olduğu üzere İslam irtidatın vuku bulduğunu ispat için bir takım ağır şartlar getirmiştir. Bu şartlar tahakkuk etmeden bir insana -o suçu işlese dahi- irtidat cezası uygulanamaz. Cezanın uygulanabilmesi için tüm şartların tahakkuk etmesi zorunludur.
Bu olayda Abdullah İbn-i Ubey’in söylediği sözler şer‘î ispat yolları ile ispat edilemediğinden kendisine irtidat cezası uygulanmadı. Eğer isnat edilen suç ispat edilseydi kendisine kesinlikle irtidat cezası uygulanır ve mürtet olarak öldürülürdü. O kendisine isnat edilen suçu kabul etmedi. Suç kabul edilmediğinde geriye şahitlerin şahitlik etmesi kalıyor. Bu olayda tekbir şahit bulunduğu veya şahit henüz baliğ olmadığı için buda gerçekleşmiyor. Sonuçta isnat edilen suç cezasız kalıyor.
Ulemanın ifade ettiğine göre bir suç bu iki yoldan biri ile ispat edilemezse vahiy o suçun işlendiğini ortaya koysa dahi sahibine o suçun gerektirdiği cezayı müeyyide uygulanmaz. İbn-i Teymiyye der ki:
“Rasûlullah sallallâhu aleyhi ve sellem had cezalarını ikrar ve beyine sabit olana dek ne kendi bilgisine göre ne tek kişinin haberine göre ve ne de vahyin bildirdiğine göre uygulardı. (Yani vahiy o olayı doğrulasa dahi kendisine suç isnat edilen kimse suçu kabullenmedikçe veya olay şahitlerle ispat edilmedikçe Rasûlullah sallallâhu aleyhi ve sellem o kimseye had cezasını uygulamazdı.)”[15]
İşte Zeyd b. Erkam’ın durumu da böyle idi. Kendisi adil olmasına rağmen ya yaşının küçüklüğü nedeniyle ya da kendisi ile beraber bir şahit daha getirememesi nedeniyle Rasûlullah sallallâhu aleyhi ve sellem Abdullah İbn-i Ubey’e irtidat cezası uygulamamıştı.
Son olarak önemli bir noktaya temas etmek istiyorum. Unutmayalım ki suçu kabullenme ve iki adil şahidin şahadeti gibi şartlar ancak kişinin tekfirinde ve kanı ve malı heder sayma gibi buna terettüp eden ahkâmın icra edilmesi hususunda aranır. Böylesi ihtimali olan insanların şerrinden, fesatlarından, fısk-ı fücurlarından ve bidatlerinden sakındırmaya gelince, bu, onların tekfirinde aranan şartlardan biraz daha düşük seviyededir. Sakındırma haber verme kapsamında değerlendirilir. Malum olduğu üzere verilen haberi kabul etmede aranan şartları şahitlikte aranan şartlardan daha ehvendir. Buna bir örnek verecek olursak, mesela kadının rivayeti tıpkı erkeğin rivayeti gibidir. Onun rivayetinde aranan şartlar erkeğin rivayetinde aranan şartlarla aynıdır. Ama kadının şahitliği böyle değildir. Onun şahitliğinde sayı farklılığı gibi daha farklı şartlar aranır.
Eğer kişi hayatının akışı içerisinde kötü insanlarla kalkıp oturuyor, onlarla içli dışlı oluyor ve onları bu kötülüklerinden vazgeçirmeye çalışmıyorsa ya da işlediği bir bidate insanları davet ediyorsa bundan sakındırmak caizdir. Sakındırmada aranan şartlar tekfirde aranan şartlardan farklıdır. Burada sadece Allah’ın şu emrine riayet ederek hareket etmek gerekir:
“Ey iman edenler! Eğer bir fâsık size bir haber getirirse onun doğruluğunu araştırın. Yoksa bilmeden bir topluluğa kötülük edersiniz de sonra yaptığınıza pişman olursunuz.” (Hucurat, 6)[16]
Faruk Furkan
[1] “el-Kâfi’l-Vâfi fi Usuli’l-Fıkhi’l-İslamî”, sf. 52.
[2] Bkz. “Usulu’l-Fıkhi’l-İslamî”, 1/99 vd.
[3] “Fıkıh Usulü”, Hasan Karakaya, sf. 216.
[4] Geniş bilgi için usul-u fıkıh kitaplarına müracaat ediniz.
[5] Burada şöyle önemli bir bilgiye yer vermenin faydalı olacağını düşünüyorum. Tekfirin tahakkuk etmesi için ön görülen her şart, tekfirin engellerinin bir mukabilidir. Mesela, akıl, tekfirin tahakkuku için bir şarttır. Delilik ise tekfirin bir manisidir ve bu şarta mukabil olarak getirilmiştir. Aynı şekilde tercih, tekfirin bir şartıdır; ikrah ise, tekfirin manisidir ve bu şarta mukabil olarak getirilmiştir. Diğer şartlarda böyledir. Yani her şartın mukabili tekfirin bir engelidir.
[6] Bkz. “Hata Engeli” bölümü.
[7] Bkz. İbn-i Mâce, hadis no: 1401; Nesâî, hadis no: 457; Ebu Davud, hadis no: 425.
[8] Bu görüşe kani olanların başında Sahabe-i Kiram gelmektedir. Hanbelîler, İbn-i Teymiyye, İbn-i Kayyım ve Şevkânî gibi aynı menheci takip eden âlimlerde bu görüştedirler.
[9] Diğer mezhep imamları da bu görüşe meyletmişlerdir.
[10] “er-Risâletu’s-Selasîniyye”, Ebu Muhammed el-Makdisî, sf. 37.
[11] “Kitabu’l-İcma‘”, sf. 123. “el-Kevkebu’d-Durriyyu’l-Münîr”, adlı eserden alıntılanmıştır. Bkz. sf. 65.
[12] Bununla Hasan-ı Basrî’yi kastediyor.
[13] İbn-i Kudâme, “el-Muğnî”, Kitabu’l-Mürted. “er-Risâletu’s-Selâsîniyye” adlı eserden iktibas edilmiştir. Bkz. sf. 205.
[14] Buhârî, Kitabu’t-Tefsir, Münafikûn Suresi. Hadis no: 4900.
[15] “es-Sarimu’l-Meslûl”, sf. 362.
[16] Bu güzel tespit Ebu Muhammed’in “er-Risâletu’s-Selasîniyye” adlı eserinden alınmıştır. Bkz. sf. 210.