“O size istediğiniz her şeyden verdi. Eğer Allah’ın nimet(ler)ini saymaya kalksanız sayamazsınız. Kuşkusuz insan çok zalim, çok nankördür!” (İbrahim, 34)

TEVHİD MÜDÂFAASI YAPANLARI MÜDÂFAA VE ELBÂNİ’NİN İRCÂ YÖNÜ ÜZERİNE BİRKAÇ NOT


بسم الله الرحمن الرحيم

Rahmân ve Rahîm Olan Allah’ın Adıyla…

Müslümanların, diğer müslümanlar üzerinde bir takım hakları, sorumlulukları ve riayet etmesi gereken bazı kardeşlik kuralları vardır. Bunlara riayet edildiğinde, ilişkilerin sınırları korunduğu gibi, Allah’ın da rızası kazanılır aynı zamanda. İşte bu nedenle bu haklara riayet çok önemli ve çok gereklidir.

Bu hakların başında elbette ki kardeşimizin haysiyet, onur ve kişiliğini korumak gelir. Bir insan, eğer kardeşimizin onurunu kırıcı veya şahsiyetini zedeleyici bir söylem ortaya atarsa ya da böylesi bir tutum sergilerse, bize düşen hiç tereddüt etmeden onu savunmak ve hakkındaki bu saldırıyı bertaraf etmektir. Hele bir de bu saldırı kardeşimizin imanına, tevhidine ve akidesine yapılıyorsa, o zaman bizim tavrımız daha net, duruşumuz daha dik, savunmamız daha etkili olmalıdır. Rasûlü sallallahu aleyhi ve sellem şöyle buyurur:

منْ ردَّ عَنْ عِرْضِ أخيهِ، ردَّ اللَّه عنْ وجْههِ النَّارَ يوْمَ القِيَامَةِ

“Kim, müslüman kardeşinin  şeref ve haysiyetini (ona saldıranlara karşı) müdâfaa ederse, Allah da kıyamet günü o kimsenin yüzünden cehennem ateşini savar”[1]

Biz de Allah Rasûlü sallallahu aleyhi ve sellem’in bu müjdesine nâil olmak, kıyamet günü yüzümüzü ateşten çevirmek ve kardeşlik haklarından birisini yerine getirmek adına bu yazıyı kaleme alıyor ve tevhidi müdafaa eden kardeşimiz Ebu Hanzala’nın aleyhinde ağza alınmayacak hakaretler eden, İslâm’ın edep ilkesiyle örtüşmeyecek tarzda şahsiyet yaralaması yapmaya kalkışan ve bunu da Selefîlik adına icrâ eden kimi gâfillere bazı hatırlatmalarda bulunmak istiyoruz.

Bilindiği üzere Türkiye’de son yıllarda fikrî anlamda meydana gelen bazı gevşemeler ve kimi Müslümanların fikirlerinden teracu‘ etmesi üzerine –Allah kendisini korusun ve ayaklarını hak üzere sabit eylesin– Ebu Hanzala kardeşimiz, “Tevhid Müdâfaası” adlı derslerine başladı ve yıllardır müslümanların açıkça dile getiremediği veya dillendirmekten çekindiği tevhidî bazı hakikatleri, sosyal medya üzerinden net ve dik bir duruş sergileyerek gündem etmeye koyuldu.

Tabiî ki kardeşimizin birçok delille ortaya koyduğu ve bizim de tereddütsüz altına imza attığımız gerçekler, malum kimi çevreleri rahatsız edecekti ve nitekim de etti. Bu rahatsızlığın sebebi ise; bu çevrenin tabanında yer alan insanların kardeşin anlattığı hakikatlerden etkilenmeleri, bazı gerçekleri sorgulamaya başlamaları ve sürekli üstatlarına bu bağlamda sorular sormaları…

 Bunda aslında garipsenecek bir durum yok; zira bu çevrenin tabanı, söylem olarak Kur’an ve Sünneti öncelemekte, bu iki kaynağı diğer tüm insan kavillerinin önüne geçirmektedir. Kardeşimiz de Allah kendisinden razı olsun anlattığı tüm konuları Kur’an ve Sünnetten onlarca nass ışığında ele aldığı için bu çevreye müntesip tabanda gerçekten de güzel bir uyanışa vesile oldu.

İşte bu veya benzeri bazı sebeplerden ötürü malum camia rahatsız oldu ve kardeşimizi, tabanlarının gözünden düşürmek istediler. Bunun için fırsatlar kolluyorlardı; ama bir türlü bulamıyorlardı. Taki geçen haftaya kadar… Kardeşimiz geçen hafta, kendisini selefî akideye nispet ettiği ve söylemde de bunu dillendirdiği halde, küfür meselelerinde kelimenin tam anlamıyla “İrcâ” fikrinin muasır savunucusu olan ünlü muhaddis Nasiruddin el-Elbânî’yi haklı olarak eleştirdi. Kardeşimiz eleştiri oklarını ona yöneltir yöneltmez, sanki çölde su bulmuş kimsenin suya saldırdığı gibi hemen kardeşe saldırdılar. Hem de ders yayınlandıktan çok kısa bir süre sonra![2]

İşte şimdi tevhidi dillendiren bu müslümanı tebaalarının gözünden düşürmek ve onun tevhidî davetini zihinlerde haricilik yaftasıyla tescillemek için ellerine mükemmel bir koz geçmişti!

Bu fırsat kaçmamalıydı.

Çünkü bu şahıs, selefî uyanışın öncülerinden olan ve hadisteki otoritesi tüm dünyaca kabul edilen bir hadis âlimini eleştiriyor, onu Mürciî olmakla suçluyordu!

Bu kozu iyi değerlendirmeli ve onu tüm gençlerin gözünden düşürmeliydiler!

Hemen elleri sıvayıp klavye başına oturarak yazılmaya koyuldular ve kardeşimizin ne sapıklığını bıraktılar, ne köpekliğini, ne de hariciliğini ve cehennemlik oluşunu…

Ağza alınmayacak tarzda hakaretler ettiler.

Tahkirler ve tahfiflerin biri bin para!

Hatta bir tanesi, ondan teberri etmeyi Lâ ilâhe illallâh’ın şartlarından saydı!

Bu yazılara Face’den yorum yapanlar da, eleştiri ve hakaret kervanına katılarak ağza alınmayacak galiz laflar ettiler.

Aman ya Rabbi! Bu insanlar ne diyor, ne büyük laflar ediyorlar! Senin tevhidini savunan, dinine sövenleri temize çıkarmaya çalışanları eleştiren ve bu uğurda çile çekmiş bir kuluna, ancak Firavunlara söylenecek lafları söylüyorlar!

Vallahi biz bundan Allah’a sığınıyor, haksız yere kardeşimize yapılan iftiralara rıza göstermiyoruz. Ve soruyoruz:

Acaba bu lafları ortaya atan zavallılar, Elbânî’nin, Allah’a ve Rasûlüne söven kimseler hakkında söylediği sözleri biliyorlar mı?

Ve yine bu zavallılar, Şeyh Elbânî’nin, aslında kendilerinin de kabul etmedikleri bir itikadı savunduğunu, Ehl-i Sünnet’in aksine küfrü sadece kalbe hasrettiğini ve bir insanın kâfir olabilmesi için mutlaka küfrü kalben helal görmesi gerektiğini söylediğini biliyorlar mı?

Eğer biliyor da bunu söylüyorlarsa, hiç kuşkuları olmasın ki kendileri de küfür meselesinde tıpkı Elbânî gibi ircâ akidesine kaymış kimselerdir.

Yok, eğer bilmiyorlarsa, o zaman biraz sonra aktaracağımız nakillerle küfür meselesinde Elbânî’nin nasıl bir hata yaptığını ve nasıl bir inanca sahip olduğunu bilsinler ve kardeşimiz hakkında söyledikleri haksız sözlerden tevbe ederek Allah’tan af, kardeşimizden de helallik dilesinler.

BİR HATIRLATMA

Şeyh Elbânî’nin küfür meselesinde Ehl-i Sünnet’in yolundan ayrılarak ircâ akidesine kaydığını anlatmaya geçmeden önce, burada şu iki hususun altını çizmek istiyoruz:

1- Bazı âlimlerimizin kitaplarında zikrettiği “Biz âlimleri severiz; ama hakkı, âlimlerden daha çok severiz” sözü, kendisini bu dine nispet eden her insanın temel düsturu olmalıdır. Hangi âlim ne söylerse söylesin, bizim için ölçü “hak” olmalıdır. Bu bağlamda Elbânî’nin hadis alanında gerçekten de hakkı yenilmeyecek bir şahsiyet olduğu ehlinin malumudur. Bizler de onun bu alandaki malumatlarından yeri geldikçe faydalanmaktayız. Ama şunu da teslim etmek gerekir ki, onun hadis alanında bu kadar büyük bir âlim olması, akidede hata yapmayacağı ve bu hususta yanlış söylemeyeceği anlamına gelmez. O, her ne kadar hadis konusunda ciddi bir birikime sahip olsa da –kabul edin veya etmeyin– küfür meselesinde Ehl-i Sünnet gibi düşünmemiş ve küfür ameli işleyip, küfür sözleri söyleyen kimselerin, kalben bu işi yapmadıkları sürece tekfir edilmeyeceklerini iddia etmiştir. Oysa Ehl-i Sünnet’in bütün âlimleri, sarih küfür sözü söyleyen veya sarih küfür ameli işleyen kimseleri, kalplerinin kastına bakmaksızın tekfir etmişler ve bu konuda asla bir ihtilafa düşmemişlerdir. Zaten biraz sonra aktaracağımız nakiller, bunu net bir biçimde ortaya koyacaktır.

2- Bir insan bir fikri, bir akideyi veya bir düşünceyi kabul etmeyebilir. Bu, onun kendi bileceği bir iştir; ama ona muhalif olanları eleştirirken asla İslamî olmayan bir üslup kullanmamalı, kesinlikle sövgü ve hakarette bulunmamalıdır. Siz, birilerinin Elbânî’yi veya bir başka şahsiyeti eleştirmesini kabullenmeyebilirsiniz. Bu sizin en doğal hakkınızdır. Nasıl olsa kendi hesabınızı kendiniz vereceksiniz. Ama kalkar da onu eleştirenleri köpeklikle, itlikle veya buna benzer etik olmayan bir takım laflarla eleştirirseniz, o zaman daha baştan haksız pozisyonuna düşer ve var olan tüm itibarınızı kaybedersiniz. Ebu Hanzala kardeşimiz, sizin şeyhinizi kendi delil ve argümanlarıyla eleştirmiş ve onun hakkında inandığı şeyleri soru-cevap üslubu çerçevesinde güzelce ortaya koymuştur. Böyle bir eleştiride bulunmak da onun en doğal hakkıdır; çünkü o da kendi hesabını kendisi verecektir. Kardeşimiz eleştirisini sunarken asla şeyhinize “it” dememiş, “köpek” diyerek tahkirde bulunmamıştır. Eğer siz de bu noktada bir şeyler söylemek istiyorsanız, çıkar delilleriyle eleştirinizi yapar ve katılmadığınız noktaları ilmî üslup çerçevesinde dile getirirsiniz. O zaman kimse size bir şey demez. Lakin eğer eleştirinizin dozunu artırır ve hakarete varan ifade tarzlarıyla karşı tarafı susturmaya çalışırsanız, bunu kimse kabul etmez ve bu, Müslümanlar tarafından nefretle karşılandığı gibi, Allah katında da menfûr bir amel olarak kayda geçer; zira Allah, ancak sözün güzel olanını kabul edecektir. Bu, eleştiri bile olsa böyledir.

İşte bu iki nokta, meselenin detayına girmeden önce hatırlatmak istediğimiz ve eleştiri yapılırken insanların dikkat etmesini beklediğimiz hususlardandır.

Allah her zaman hakkı her şeyin önünde tutmayı bizlere nasip etsin ve doğruları kabul etmeyi bizlere kolay kılsın. (Allahumme Âmîn)

KÜFÜR MESELESİNDE ELBÂNÎ’NİN SELEF’İN YOLUNDAN SAPTIĞI YER

Nasiruddin el-Elbânî, gerek yazdığı kitaplarında olsun, gerekse yaptığı konuşmalarda teorik olarak imanın, –tıpkı Selefin dediği gibi– ancak kalp ile tasdik, dil ile ikrar ve azalarla amel etmekle gerçekleşeceğini söylemiştir. Bu konuda Selef ile arasında her hangi bir problem yoktur. Ama aynı Elbânî, küfrün tahakkuku noktasında bu hassasiyeti göstermemiş ve küfrü sadece kalbe hasrederek Selef’in söylemediğini söylemiş ve bu meselede onların kutlu yolundan ayrılmıştır.

Bu ifadeler ilk bakışta biraz garip gelebilir; ama az sonra nakledeceğimiz nakilleri okuduktan sonra, bu sözlerin onun görüşlerinin hatalı oluşunu ortaya koyma noktasında ne kadar cılız kaldığını ve bir selefînin asla böyle bir şey söyleyemeyeceğini çok rahatlıkla göreceksiniz. İşte o zaman Ebu Hanzala kardeşimizin eleştirilerindeki haklılığı anlayacaksınız. İşte size Elbânî’nin, Selef’in yolundan ayrılarak tıpkı Mürcie gibi küfrü sadece kalbe hasrettiğini gösteren ve Allah ve Rasulüne söven kimselere karşı nasıl bir inanca sahip olduğunu ortaya koyan sözleri. Bu sözleri özellikle “Ben selefî bir akideye sahibim” diyenlerin dikkatle okumasını istiyoruz; zira bu sözleri duyduktan sonra akidenin mi, yoksa şahısların mı daha değerli olduğu net bir biçimde gönüllerde belirecektir. Acaba şeyhlerini kurtarma adına hakkı görmezden mi gelecekler, yoksa şeyhlerini karşılarına alma pahasına hakka mı tâbi olacaklar?

Göreceğiz?..

Elbânî’nin “el-Küfrü küfran” adlı bir ses kaseti vardır. Bu kasette küfrün iki kısma ayrıldığını anlatmış ve özet olarak söz ve amelle işlenen küfrün insanı dinden çıkarmayacağını, aksine insanın ancak kalben işlenen küfür sonucu kâfir olacağını savunmuştur. Bunun yanında bir de Allah ve Rasûlüne söven kimsenin normal şartlarda kâfir olmayacağını, ancak sövmeyi kalben helal kabul ederek yaparsa, bu durumda kâfir olacağını iddia etmiştir. Şimdi bu hususta söylediklerinden bazılarını nakledelim. O, mezkûr kasetinde şöyle der:

 لكننا نفرق بين الكفر المقصود قلباً وبين الكفر الذي لم يقصد قلباً، وإنما قالباً وفعلاً

“Bizler, kalben kastedilen küfür ile fiilen ve şekil olarak küfür olduğu halde kalben kastedilmeyen küfrün arasını birbirinden ayırıyoruz.”

إن الكفر عمل قلبي وليس عملاً بدنياً

“Küfür kalbi bir ameldir, (azalarla yapılan) bedeni bir amel değildir.”

ما نرى ذلك على الإطلاق فقد يكون السب والشتم ناتجاً عن الجهل وعن سوء التربية وقد يكون عن غفلة وأخيراً قد يكون عن قصد وعن معرفة، وإذا كان بهذه الصورة عن قصد ومعرفة فهو الردة الذي لا إشكال فيه، أما إذا احتمل وجهاً من الوجوه الأخرى التي أشرت إليها فالاحتياط في عدم التكفير أهم إسلامياً من المسارعة إلى التكفير.

“Biz, bunu (yani Allah’a ve Rasûlüne söven kimsenin kâfir olacağını) ale’l ıtlak kabul etmiyoruz. Çünkü sövmek bazen cahillikten, bazen kötü terbiyeden[3], bazen gafletten kaynaklanır; bazen de bilerek ve kastederek olur. Bu şekilde olduğu zaman (yani bilerek ve kastederek sövüldüğünde) o zaman bu, kendisinde hiçbir problemin olmadığı bir riddet olur. Ancak, eğer işaret ettiğim vecihlerden birisinden olması muhtemel olursa, o zaman tekfir etmeme hususunda ihtiyatlı davranmak tekfirde aceleci davranmaktan dini açıdan daha ehemmiyetlidir.”

Bu sözler “el-Küfrü küfran” adlı kasetinde mevcuttur. Elbânî’nin bazı yazılarında da buna benzer sözler vardır.

Şimdi kendisini selefî akideye nispet edenlere samimi duygularla soruyoruz:

·        Allah için söyleyin, siz böyle mi inanıyorsunuz?

·        İmanı kalp ile tasdik, dil ile ikrar ve azalarla amel etmek olarak tanımlayan sizler, küfrün de aynı şekilde hem kalp, hem dil, hem de amellerle olabileceğini söylemiyor musunuz?

·        Küfür sadece kalple mi olur?

·        Küfürde kalbî istihlâl şart mıdır?

·        Bedeni ile küfrü gerektiren bir amel işleyen kimse dinden çıkmaz mı?

·        Allah’a ve Rasulüne söven kimsede niyet aranır mı?

·        Bu sözleri söyleyen birisi sizce bu konuda selefî olabilir mi?

·        Tarihte bu sözleri hangi mezhebin müntesipleri söylemiştir?

Ve hakeza ve hakeza…

Tüm bu ve benzeri sorulara Allah için ve samimiyetle cevap verin ve böylesi bir inanca sahip olan birisine ne denilmesi gerektiğini siz söyleyin.

Böylesi bir insan, bu konuda en asgarî şartlarda Mürciî olmaz mı?

Hatta bırakın Mürciî olmayı, bu daha çok Selef uleması tarafından tekfir edilen Cehm b. Safvan’ın başını çektiği Cehmiye’nin fikri değil midir?

Maalesef Elbânî’nin savunduğu bu fikir, tarihte şiddetle tenkit edilmiş olan ve hatta tekfir edilen sapık Cehm b. Safvan’ın fâsit ve bâtıl görüşlerindendir ve kabul edilmesi asla mümkün değildir. Bunu kim söylerse söylesin, bu, kimden gelirse gelsin anında reddedilmeli ve çok sapkın bir fikir olduğu söylenerek şiddetle kendisinden uzaklaşılmalıdır.

Bu fikir –Allah muhafaza– küfre düşmenin önünü açan ve insanları bu konuda cesaretlendiren bir fikirdir. İnsanlar zaten açık bir kapı arıyorlar, eğer biz de bu ve benzeri bâtıl fetvalara dayanarak, insanların ancak kalben inkâr ettiklerinde kâfir olacaklarını söylersek, vallahi ortalık kolaylıkla küfre düşen ve Allah’a şirk koşan insanlarla dolar, taşar. Bu nedenle bu sözü Elbânî değil, kim söylerse söylesin asla kabul etmemeliyiz.

Bilinmelidir ki bizler, Elbânî’nin dillendirdiği bu fikin Cehmiye’nin sapık görüşlerinden bir görüş olduğuna inanıyor ve Allah için bu sözden de, bu sözü söyleyen herkesten de teberri ediyoruz. Çünkü biz bu konuda “amel imandandır” diyen Ehl-i Sünnet mezhebinin yolunu takip ediyoruz.

ALLAH VE RASÛLÜNE SÖVEN KİMSE HAKKINDA ÂLİMLERİN KAVİLLERİ

Gerek Rasûlullah’a, gerek Allah’a, gerekse din, kitap ve şeâir gibi İslam’ın mukaddes addettiği şeylere hakaret eden, söven veya hicveden kimseler, istisnasız bir şekilde sünnet ehli tüm ulemaya göre kâfir olurlar. Bunların kâfir olmalarının Ehl-i Sünnet yanında yeterli tek sebebi vardır, o da bu sövmeleridir. İster kalben sövsünler, ister kalben sövmesinler sonuç değişmez; netice itibariyle küfre düşerler. Üstüne basa basa tekrar söylüyoruz: Böylesi birisinin sırf bu söz sebebiyle kâfir olacağı ve asla niyetine itibar edilmeyeceği Ehl-i Sünnet arasında tartışmasız kabul edilen ve üzerinde icmâya varılan konulardandır. Kur’an ve Sünnette yer alan deliller; Sahabe, Tabiîn ve Mezheb İmamlarının kavilleri, bunun böyle olduğu noktasında son derece açıktır ve hiçbir tartışmaya mahal bırakmayacak kadar sarihtir. Kur’an ve Sünnette yer alan delilleri “İslam Hukuku Açısından Tekfir Meselesi” adlı eserimizde uzun uzadıya verdiğimiz için, burada tekrar zikretmeyeceğiz. Dileyenler o esere müracaat ederek[4] konunun delillerini öğrenebilirler.

Biz burada Ehl-i Sünnet âlimlerinden bazı nakiller aktararak konuya ışık tutmaya ve Elbânî’nin bu konuda ne kadar büyük bir hata içerisinde olduğunu ispatlamaya çalışacağız. İşte şimdi âlimlerimizden bazı nakiller:

İshak b. Rahaveyh rahimehullah der ki:

أجمع المسلمون على أن من سب الله أو سب رسوله أو قتل نبيا من أنبياء الله عز وجل: أنه كافر بذلك وان كان مقرا بكل ما أنزل الله

“Müslüman âlimler, Allah’a veya peygambere söven ya da Allah’ın peygamberlerinden bir peygamberi öldüren bir kimsenin –Allah’ın indirdiği şeylerin tamamını kabul etse bile– sırf bu yaptığı şey sebebiyle kâfir olacağı hususunda icma‘ etmişlerdir.”[5]

İmam Hattâbî rahimehullah der ki:

لا أعلم أحدا من المسلمين اختلف في وجوب قتله

“Böyle bir kimsenin katli hususunda Müslüman âlimlerden hiçbirisinin ihtilaf ettiğini bilmiyorum.”[6]

Muhammed İbn-i Suhnûn rahimehullah der ki:

أجمع العلماء على أن شاتم النبي  المستنقص له كافر، ومن شك في كفره وعذابه كفر

“Ulema Rasûlullâh sallallâhu aleyhi ve sellem’e söven ve O’na noksanlık izafe eden kimsenin kâfir olacağı hususunda icma’ etmiştir. Kim böyle birisinin kâfir olduğundan veya azaba uğrayacağından şüphe ederse, o da kâfir olur.”[7]

Kadı İyaz rahimehullah şöyle der:

لا خلاف أن ساب الله تعالى من المسلمين كافر حلال الدم. وكذلك من أضاف إلى نبينا

“Müslüman olup ta Allah’a söven bir kimsenin kâfir olduğu ve kanının helalleştiği hususunda hiçbir ihtilaf yoktur.”[8]

İbn-i Teymiyye rahimehullah da şöyle der:

وتحرير القول فيه أن الساب إن كان مسلما فإنه يكفر ويقتل بغير خلاف وهو مذهب الأئمة الأربعة وغيرهم

 “Mesele hakkında sözün özü şudur: Söven kimse eğer Müslüman ise (bu yaptığı ile) ihtilafsız bir şekilde küfre girer ve öldürülür. Bu görüş dört imamın ve diğer âlimlerin mezhebidir.”[9]

فإن كان مسلما وجب قتله بالإجماع لأنه بذلك كافر مرتد وأسوأ من الكافر فإن الكافر يعظم الرب ويعتقد أن ما هو عليه من الدين الباطل ليس باستهزاء بالله ولا مسبة له.

 “Eğer söven kimse Müslüman ise icmaen/tüm ulemaya göre katledilmesi vaciptir. O kişi sırf bu sövme sebebiyle kâfir ve mürted olmuş ve kâfirlerden daha kötü bir hale gelmiştir, çünkü kâfir Allah’ı yüceltir ve üzerinde bulunduğu batıl dinin Allah ile istihza etme ve O’na sövme anlamına gelmediğini itikat eder.”[10]

إن سب الله أو سب رسوله كفر ظاهراً وباطناً، سواء كان الساب يعتقد أن ذلك محرم، أو كان مستحلاً له، أو كان ذاهلاً عن اعتقاده، هذا مذهب الفقهاء وسائر أهل السنة القائلين بأن الإيمان قول وعمل. ويجب أن يعلم أن القول بأن كفر الساب في نفس الأمر إنما هو لاستحلاله السب زلة منكرة وهفوة عظيمة.

“Allah’a ve Rasulüne sövmek zâhiren ve bâtınen küfürdür. Söven kimse ister bunun haram olduğuna inansın, ister helal kabul etsin, isterse bu inancının farkında olmasın durum değişmez. Bu, fakihlerin ve ‘İman söz ve ameldir’ diyen Ehl-i Sünnet’in sair âlimlerinin görüşüdür. Burada şunun da bilinmesi gerekir ki, ‘Söven kimsenin kâfir olması ancak sövmeyi helal kabul etmesinden kaynaklanır’ sözü çok kötü bir hata ve büyük bir yanılgıdır.”[11]

Ulemadan aktardığımız bu nakiller gerçekten de çok önemli olup Ehl-i Sünnet’in mezhebini ortaya koymakta ve Elbânî gibilerinin ne kadar büyük bir yanılgı içerisinde olduğunu göstermektedir. Eğer yol Selef’in yolu ise, o zaman bu yola ittiba etmeli ve ona muhalefet edenleri –adları ne olursa olsun– bir tarafa koymayı bilmeliyiz.

Sosyal ağlar üzerinden yazı yazarak kardeşimizi tahkir edenler, Elbânî’nin Ehl-i Sünnet’e muhalif bu sapkın görüşüne neden bir harfle bile olsa her hangi bir eleştiri getirmemişlerdir?

Bu mudur adalet!

Kendilerinin Ehl-i Sünnet müntesibi olduklarını ve insanları buna davet ettiklerini söyleyenler, bırakın Elbânî’yi eleştirmeyi, aksine onun Ehl-i Sünnet’in çağdaş müdafîsi olduğunu filan söylemeye kalkmışlardır.

Ebu Hanzala kardeşimizi eleştirdikleri kadar, bu sapkın fikri savunan Elbânî’yi de eleştirselerdi, o zaman gerçekten de bu insanların davalarında samimi kimseler olduklarını düşünebilirdik. Ama onlar, Selef’in tekfir ettiği sapık Cehm b. Safvan’ın söylediğini söyleyen adamı göklere çıkarıp, Allah için Selef’in söylediği sözü söyleyen bir muvahhidi eleştiriyor ve bu konuda hakkaniyeti gözetmeyerek ağza alınmayacak galiz laflar ediyorlar. Eğer siz böyle yaparsanız, kusura bakmayın ama, o zaman biz de size karşı söylememiz gerekeni söyler ve sizin de onlardan hiçbir farkınızın olmadığını gereken her ortamda ilan ederiz. Fakat biz sizin gibi edebimizi bozmaz ve ağzımıza o iğrenç lafları almayız.

Ey kendisini Selef’e nispet edip sosyal medya üzerinden kardeşimize saldıranlar! Eğer sırf bu görüşü nedeniyle Ebu Hanzala kardeşimize sapık, köpek veya Haricî diyorsanız, o zaman çıkın ve erkek gibi İmam Ahmed’e ve İmam Şafiî’nin hocası Veki’e de köpek veya Haricî deyin; zira İbn-i Teymiyye’nin naklettiğine göre bu âlimler, Allah’a ve Rasulüne söven kimsenin kâfir olmayacağını söyleyenleri, sırf bu görüşleri nedeniyle tekfir etmişlerdir. Bakın İbn-i Teymiyye ne diyor:

وهذا القول مع أنه أفسد قول قيل فى الإيمان فقد ذهب إليه كثير من أهل الكلام المرجئة وقد كفر السلف كوكيع بن الجراح وأحمد بن حنبل وابى عبيد وغيرهم من يقول بهذا القول

“Bu görüş,(yani imanın ve küfrün sadece kalple olacağını savunan görüş) iman meselesinde söylenmiş en fasit söz olmasına rağmen Mürciî kelam ehlinin birçoğu tarafından benimsemiştir. Selef’ten Veki‘ b. Cerâh, Ahmed b. Hanbel, Ebu Ubeyd ve başkaları bu görüşü savunanları tekfir etmiştir.”[12]

Üstte Muhammed İbn-i Suhnûn rahimehullah’ın söylediği şu sözleri de yeniden hatırınıza sunarız:

أجمع العلماء على أن شاتم النبي  المستنقص له كافر، ومن شك في كفره وعذابه كفر

“Ulema Rasûlullâh sallallâhu aleyhi ve sellem’e söven ve O’na noksanlık izafe eden kimsenin kâfir olacağı hususunda icma’ etmiştir. Kim böyle birisinin kâfir olduğundan veya azaba uğrayacağından şüphe ederse, o da kâfir olur.”[13]

Onlara “köpek” veya “haricî” demek biraz zor gelir, değil mi? Ama şunu unutmayın ki adalet, aynı şeyi söyleyenleri aynı isimle anmayı gerektirir. Eğer onlar haricî ise, o zaman kardeşimize de haricî deyin; bunda hiçbir beis yoktur ve gocunmayız da. Ama eğer onlara haricî demiyorsanız –ki bunu demeye cesaret edemezsiniz– o zaman Allah’tan korkun ve kardeşimize de haricî demeyin. Her hak sahibine hakkını verin ve insanları değerlendirirken hakkaniyet ilkesine göre hareket edin. Bu sizin için en hayırlı olanıdır.

EHL-İ SÜNNET, KÜFÜR AMELİNDE NİYETE BAKMAZ

Ehl-i Sünnet, sarih olan küfür söz ve amellerinde katiyen niyet aramaz. Sarih küfür sözünü söyleyen kim olursa olsun, onun küfre girdiğine hükmeder ve terettüp eden gerekli ahkâmı onun üzerinde icra eder. Onların bu nokta da birçok delili vardır. O delillerin en barizleri ise şunlardır:

a) Maide Sûresi 72 ve 73. âyetler. Rabbimiz şöyle buyurur:

“Meryem oğlu Mesih, gerçekten Allah’ın kendisidir, diyenler hiç kuşkusuz kâfir olmuşlardır.”

“Şüphesiz ki Allah, üçün üçüncüsüdür, diyenler kesinlikle kâfir olmuşlardır.”

Allah Teâlâ, bu iki ayetinde sırf söylemiş oldukları bu söz nedeniyle Hıristiyanları tekfir etmiş ve küfre giriş nedenlerini, onların söylemiş olduğu bu sözlere bağlamıştır. İmam Kurtubî der ki:

“Allah, söylemiş oldukları bu söz sebebiyle onları tekfir etmiştir.”[14]

Birisi çıkıp “Onlar üç ilâha inandıklarından veya İsa aleyhisselam’ın ilâh olduğunu kabul ettiklerinden kâfir olmuşlardır” diye bir itiraz da bulunabilir. Buna şöyle cevap veririz: Onlar Allah’tan başka bir ilâhın varlığına inanabilirler, onların bu inancının bu ayetlerle bir ilişkisi yoktur. Allah Teâlâ bu ayetlerde onların kâfir oluş nedenini inançlarına değil, bizzat söylemiş oldukları sözlere bağlamıştır. Bu da Ehl-i Sünnet’in savunmuş olduğu tezi kuvvetlendirmektedir.

b) Tevbe Sûresi 65 ve 66. âyetler. Rabbimiz şöyle buyurur:

“Andolsun, onlara (Tebük gazvesine giderken söyledikleri o alaylı sözleri) soracak olsan, elbette şöyle diyeceklerdir: ‘Biz sadece eğlenip şakalaşıyorduk.’ De ki: Allah ile O’nun ayetleri ile ve Rasûlü ile mi alay ediyorsunuz? Özür dilemeyin. Siz iman ettikten sonra gerçekten kâfir oldunuz…”

Bu ayette Rabbimiz söylemiş oldukları bir takım sözler nedeniyle küfre düşen bir grup insandan bahsetmektedir. Bu insanların küfre düşüş nedenleri inançları değil, sırf ağızlarından çıkan sözlerdir. Onlar Rasûlullâh ve ashabı hakkında ileri geri bir takım uygunsuz şeyler söylemişler ve bu nedenle Allah tarafından bu ağır hitaba maruz kalmışlardır.

 “Tebük Gazvesi’nde bir şahıs:

—Bizim şu Kur’an okuyanlarımız kadar midelerine düşkün, dilleri yalancı ve düşmanla karşılaşma esnasında korkak kimseleri görmedim, dedi. O mecliste bulunan bir adam:

—Yalan söylüyorsun. Sen bir münafıksın. Seni Rasûlullâh’a haber vereceğim, dedi. Bu Rasûlullâh sallallâhu aleyhi ve sellem’e ulaştı ve bunun üzerine bu ayetler indi.”[15]

Dikkat edilirse ayetlerin iniş sebebi olarak nakledilen rivayetlerin hepsinde kişiyi dinden çıkaracak bir takım sözler yer almaktadır. Allah celle celâluhu: “Siz iman ettikten sonra gerçekten kâfir oldunuz…” derken onların dinden çıkıp kâfir olmalarını inançlarına değil, sadece ağızlarından çıkan o sözlere bağladı. Bu da göstermektedir ki, küfür kelimesini söyleyen kimse sırf bu sebeple küfre düşer ve niyetine bakılmaz.

Şimdi konuyla alakalı âlimlerimizin birkaç kavlini zikredelim:

* İmam Kurtubî rahimehullah, Kadı Ebu Bekir İbnu’l-Arabî’nin şöyle dediğini nakleder:

“Küfür (lafızlarıyla) şaka yapmak küfürdür. Bu konuda ümmet arasında hiçbir ihtilaf yoktur.”[16]

* İbn-i Kudâme el-Makdisî rahimehullah der ki:

“Kim Allah’a söverse kâfir olur. Bu hususta şaka yapması veya ciddi olması bir şey değiştirmez. Keza Allah ile ayetleri ile peygamberleri ile ya da kitapları ile istihza eden kimse de kâfir olur.”[17]

* İmam Cessâs rahimehullah “Ahkâmu’l Kur’ân” adlı eserinde bu ayeti tefsir ederken şöyle der:

“Bu ayette, ikrah olmaksızın küfür kelimesini söyleyen kimselerin şakacı veya gerçekçi olmasının eşit olduğuna bir işaret vardır… Bu ayet, küfür kelimesini izhar etme hususunda şaka yapanla ciddi olanın aynı hükme tabi olduğunu ifade etmektedir.”[18]

* İbn-i Nuceym rahimehullah der ki:

“Kim gerek şaka yere gerekse ciddi olarak küfür kelimesini söylerse tüm âlimlere göre kâfir olur. Bu konuda niyetinin hiçbir geçerliliği yoktur.”[19]

* İmam Keşmirî rahimehullah da “İkfaru’l-Mulhidin” adlı eserinde şöyle der:

“Kısacası, kim, gerek alay ederek gerekse şaka yere küfür kelimesini söylerse ittifakla kâfir olur ve bu konuda itikadına (niyetine) itibar edilmez…”[20]

Tüm bu nakiller ve zikredemediğimiz diğerleri, Elbânî’nin küfrü kalbe hasretme, sarih küfür amellerinde niyeti öne çıkarma ve net küfürlerde kasıt arama konusunda ne kadar büyük bir hata içerisinde olduğunu ve bu noktada Selef’e muhalefet ettiğini ortaya koymaktadır.

 Bir âlimi kurtaracağız derken, itikadî değerlerinden ve akidevî ilkelerinden taviz verenler, gerçekten de büyük bir yanılgı içerisindedirler. Onların bu yanılgıları, kendilerini muvahhidleri suçlamaya, onlara hakaret etmeye ve onlardan haksız yere teberrîye kendilerini sevk etmektedir. Bu ise zulümden başka bir şey değildir. Eğer ortada eleştirilecek biri varsa bu, öncelikle küfrü kalbe hasrederek Selef’in yolundan sapan ve mukaddesata sövenleri tebrie etmeye çalışan Şeyh Elbânî’dir. Siz bunu es geçip, bu hatasından dolayı kendisini eleştiren kardeşimize saldırmaya kalkar ve hakaretler ederek onun şahsiyetini zedelemeye çalışırsanız, bu durumda kelimenin tam anlamıyla zulmetmiş ve adaleti terk etmiş olursunuz. Bizce burada adalet, sizin de inandığınız esaslara muhalefet eden Elbânî’ye birkaç kelimeyle de olsa göndermede bulunmanız ve en azından onun da hata ettiğini söylemenizdir. Ama siz bunu yapmıyor; aksine hakkı dile getiren kardeşimize galiz laflarla hakaret etme yolunu tercih ediyorsunuz. Eee, ne diyelim herkes içindekini söyler, kabında olanı boşaltır. Demek ki sizin de içinizde bu görüşe bir meyil var ki, onu savunanları eleştiremiyor; aksini söyleyenleri ise yerden yere vuruyorsunuz.

BİR İNSANA NE ZAMAN “HÂRİCΔ DENİR?

Face’de yaptığı yorum ve değerlendirmelerle kardeşimize “Hâricî” diyen, onu köpeklikle itham eden ve yine onu ümmet içerisindeki habis bir ur olarak değerlendiren sözüm ona İslam davetçisi zâta, âlimlerimizin zikrettiği şu hakikatleri buradan hatırlatmak isteriz:

Öncelikle bir insana “Hâricî” diyebilmek için kesinlikle o insanın Hâricîlerin kabul ettiği esasları kabul etmesi gerekir. Hâricîlerin kabul ettiği esaslar da özetle şunlardır:

  1. Dinin emirle­rini yerine getirmeyen ve yasaklarından kaçınmayan veya diğer bir ifadeyle büyük günah işleyen kimseleri, sırf günah işliyor olmaları nedeniyle tekfir etmek,
  2. Ali b. Ebi Talip, Osman b. Affan radıyallahu anhuma ve Ali ve Muaviye radıyallahu anhuma arasında gerçekleşen hakem tayini olayına katılan herkesin kâfir olacağına inanmak, yani sahabenin genelini tekfir etmek,
  3. Hakem olayına karışan veya onların kâfir olduğuna inanmayan sahabîleri tekfir ettikleri için onlardan gelen sünneti inkâr etmek,
  4. Sünnetle sabit olan recmi ve hayızlı kadınların namaz kılma, oruç tutma yasağını kabul etmemek.

Bir şahıs, bu ilkeleri bir bütün olarak benimsemediği sürece ona “Hâricî” demek asla caiz değildir. Ama bu esaslardan bir tanesinde Hâricîlerle uyuşuyorsa, o zaman onun için “Bu konuda Hâricîlik bulantısı var” veya “Bu konuda Hâricîlere benzemektedir” diyebilirsiniz. Böyle yaparsanız, işte o zaman adalete muvafakat etmiş olursunuz ki, biz bu yazımızda buna özellikle riayet etmeye çalıştık ve Şeyh Elbânî’yi tenkit ederken hep –her ne kadar siz kabul etmeseniz de–  “Bu konuda İrcâ’ya kaymış”, “Bu konuda Selef’e muhalefet etmiş” diyerek eleştirdik. Siz de böyle yapabilir ve kardeşimizi eleştirirken –her ne kadar biz kabul etmesek de– “Bu konuda Hâricîlere benzemiştir” diyebilirdiniz. O zaman daha makul ve daha anlaşılır bir söz söylemiş olurdunuz.

Hâricîlerin kabul ettiği temel esasları bir bütün olarak kabul etmeyen bir şahsa siz Hâricî diyemezsiniz, dedik; zira bir kâfirde iman şubelerinden bir şube bulunması onu mümin yapmayacağı gibi, bir müminde de küfür şubelerinden bir şubenin bulunması onu kâfir yapmaz. Kezâ bir insanda Haricîlerin vasıflarından birisinin bulunması onun “Haricî” diye damgalanmasını gerektirmez. Bizler, nasıl ki bir kâfirin yolda insanlara eziyet veren şeyleri izale etme, ana-babaya iyilik etme ve tasaddukta bulunma gibi imanın şubelerinden birisini eda ettiğini gördüğümüzde ona hemen “mümin” hükmü veremiyorsak ya da bir müminin adam öldürme, zina etme ve hırsızlık yapma gibi küfür şubelerinden birisini işlediğinde ona “kâfir” ismini kullanamıyorsak; aynı şekilde bir insanda Haricîliğin vasıflarından bir tanesinin bulunması sebebiyle de hemen ona “Haricî” hükmü veremeyiz. Bu konuda Ebu Hümam el-Eserî şöyle der:

“Haricîlerin temel ve fer’î inanç esaslarından birisine muvafakat eden birisi onların tüm esaslarını kabul etmediği sürece ‘Haricî’ olmaz. Geçmiş âlimler bunu bu şekilde izah etmişlerdir. Mutezile’den Kadı Abdulcebbar der ki: ‘İnsan Mutezilenin beş temel ilkesini kabul etmediği sürece ‘Mutezilî’ olamaz.’ Ebu’l Hasen el-Hayyât şöyle der: ‘Kişi beş esası kabul etmediği sürece ‘Mütezilî’ ismine hak kazanamaz. Bu beş esas şunlardır: Tevhid, adl, vaad ve vaîd, el-menzile beyne’l menzileteyn, emr-i bi’l Ma’rûf-nehy-i ani’l münker. Kişi bu beş esası kabul ettiğinde, işte o zaman Mutezilî olur”[21]

Bu kuralın Sünnet-i Seniyye’den de delili vardır. Rasûlullâh sallallâhu aleyhi ve sellem şöyle buyurur:

“Dört şey vardır ki, bunlar kimde olursa halis münafık olur. Kimde de bunlardan birisi bulunursa -onu terk edene dek- kendisinde nifaktan bir şube bulunmuş olur. (Bu dört şey şunlardır:) Kendisine bir şey emanet edildiğinde ihanet eder, konuştuğunda yalan söyler, söz verdiğinde aldatır ve düşmanlık ettiğinde haddi aşar.”[22]

Kişide bu hasletlerden birisi bulunduğunda ona “Bu münafıktır” diyemeyiz. Böylesi birisine münafıktır diyebilmemiz için bu dört hasletin hepsinin bir anda o şahısta bulunması gerekmektedir.

İşte bunun gibi, sizin bir müslümana Hâricî” diyebilmeniz için kesinlikle onda Hâricîlerin tüm vasıflarının ve kabul ettikleri tüm esasların bulunması gerekmektedir. Bu olmadan ona Hâricî” demeye kalkışırsanız, bu durumda adaletten sapmış olursunuz.

Ve yine bir Müslüman, elindeki delillerden hareketle bir ameli veya bir amelin terkini küfür diye adlandırıyor ve neticesinde o hataya düşenleri tekfir ediyorsa, bu durumda da ona “Haricî” diyemezsiniz; zira o, bu pozisyonda –zayıf olduğu var sayılsa bile– bir delille hareket etmiş ve bir mesnede dayanarak söz söylemiştir.

Eğer kardeşimiz Şeyh Elbânî’yi eleştirirken onda olmayan ve onun kabul etmediği bir sözü ona dayandırarak kendisini İrcâ’ya nispet etseydi, bu durumda sizin kardeşimizi eleştirmeniz haklı olurdu. Ama üstte de aktardığımız gibi Şeyh Elbânî, küfür meselelerinde kalbî istihlali şart görmüş ve kalben helal saymayan kimselerin küfre girmeyeceğini söylemiştir. Bu ise Mürcie fikrinin ta kendisidir.

Kardeşimiz, bu konuda asla ona iftirada bulunmamış ve katiyen onun inkâr ettiği bir şeyi kendisine nispet etmemiştir. Bilakis kardeşimizin Şeyh’e nispet ettiği şey, Şeyh’in zaten kitap ve kasetlerinde ısrarla savunduğu ve her fırsatta dile getirdiği bir fikridir. Bu nedenle kardeşimize hakaret edenler ve ona Hâricîlik yaftası yapıştıranlar kesinlikle ona zulmetmektedirler.

Buradan, kardeşimize bu ağır ifadelerle ve haksız yaftalamalarla saldıran malum İslam davetçisine sesleniyor ve kardeşimize hakaretlerinde dozajı aştığını hatırlatarak kendisinden helallik dilemesi gerektiğini söylüyoruz. Eğer kardeşimizin Şeyh Elbânî’ye iftira ettiğini düşünüyorsa, o zaman çıksın ve Şeyh’in böyle bir fikirde olmadığını, bu sözleri söylemediğini ortaya koysun ve onun da Elbânî’den özür dilemesi gerektiğini söylesin. Böyle yaparsa hakkaniyetle hareket etmiş ve adaleti ayağa kaldırmış olur. Ama tutar da Elbânî’de olan bir fikirden dolayı eleştiri yaptığı için kardeşimizi tekfir eder, köpeklikle suçlar ve ondan teberrî etmeyi imanın bir gereği görürse, kusura bakmasın, bu durumda biz de hakka şahitliğin bir gereği olarak bu konuda hata ettiğini söyler ve aynı sertlikle kendisinden teberrî ettiğimizi ilan ederiz.

***  ***  ***

Burada son olarak birkaç şeyin altını çizerek yazımızı noktalamak istiyoruz:

a) Kardeşimizin açıklamalarından sonra onu yerden yere vuran İslam davetçisi(!) hoca efendiye şunu söylemek isteriz: Face’den yaptığınız açıklamalarınızda Elbânî’nin Allah’a ve Rasulüne söven genç hakkında söylemiş olduğu sözlerini “Şeyh genci cehaletiyle mazur görüyor” tarzında tevil ederek çok büyük ve ilmî bir hata etmişsiniz. Zira Elbânî, genci cehaletiyle mazur gördüğü için değil, onun yaptığı bu küfrü, kalbî küfür olarak değerlendirmediği için tekfir etmiyor. Eğer genci cehaleti sebebiyle mazur görse bu, asıl olarak onun, gencin yaptığı bu işi küfür kabul ettiği; ama cehaletini buna mani saydığı anlamına gelir ki, böylesi bir yaklaşım –her ne kadar kabul etmesek de– izah edilebilir bir yaklaşım olurdu. Fakat Elbânî böyle yapmıyor; aksine gencin söylediği sözün kalben inanılmadan söylenen bir söz olduğunu ve bunun amelî küfür kapsamında değerlendirileceğini, dolayısıyla şahsın kâfir olmayacağını ifade ediyor ki, işte bu, kelimenin tam anlamıyla ircâ fikridir, Cehm b. Safvan’ın söylediği sözün aynısıdır ve tüm ulema tarafından reddedilmiş bir görüştür. Ya siz, sözü iyi tahlil etmeden değerlendirmede bulunmuşsunuz ya da siz de öyle inandığınız için itiraz etmemişsiniz. Bunun hangisi doğru, bunu bilmiyoruz.

b) Ömrünü tâğutların küfürlerini anlatmaya vakfetmiş ilim ehli bir muvahhide böylesine ağır ve hak etmediği hakaretlerde bulunmak, en azından mürekkep yalamış bir adam için hiç de yakışık alır bir tutum değildir. Diyelim ki kardeşimiz size göre hata etti? Bu mudur onu uyarmanın âdabı? Siz eğer ilimden nasipdârsanız, bunun âdabının böyle olmayacağını pekâlâ bilirsiniz.

c) Bu davetçinin, kardeşimizin eleştirileri üzerine yaptığı yorumunu, bir âlimi savunma adına ve samimiyetle dillendiren ve sayfalarında paylaşanlara Allah için şunu söylemek isteriz: Tamam, belki siz bir âlimi müdafaa için böylesi bir şey yaptınız; ama şunu unutmayın ki, gerçekleri bihakkın araştırmadan bir şeyleri savunmaya çalışmak ve hamasetle bunun çığırtkanlığını yapmak insana asla hayır getirmez. Öncelikle hocalarınıza “Bu kardeşin iddialarını çürütecek delilleriniz var mı?” diye sormanız ve bu noktada mutmain edici delilleri gördükten sonra eleştiri yapmanız gerekmez miydi? İşte size burada Elbânî’nin Ehl-i Sünnet’e muhalif sözleri ulaştı. Şimdi bundan sonra hâlâ eski fikrinizi savunacak ve ne olursa olsun yine de yanlışınızda ısrar etmeye devam mı edeceksiniz? Eğer böyle yaparsanız, siz hakkı değil, şahısları sevmişsiniz ve şahısları hakka göre değil, hakkı şahıslara göre değerlendirmişsiniz demektir. Şayet böyle değilseniz, o zaman hakkı ayağa kaldırın ve kardeşimizden özür dileyin.

d) Yine bu davetçinin, kardeşimizin eleştirileri üzerine yaptığı yorumunu, sadece kardeşimize hakaret etmek ve içindeki kini kusmak amacıyla paylaşanlara da şunu demek isteriz:

مُوتُوا بِغَيْظِكُمْ إِنَّ اللَّهَ عَلِيمٌ بِذَاتِ الصُّدُورِ

 “Kininizden geberin! Hiç şüphe yok ki Allah, göğüslerin özünü bilendir.” (Âl-i İmrân, 119)

Allah’ın Rasûlü, hiçbir zaman hasımlarının şahsiyetlerine hakaret etmedi, onlara sövmedi. Siz, O’nun yolundan gittiğinizi söylediğiniz ve Selef’in yoluna ittiba ettiğinizi iddia ettiğiniz halde, nasıl olurda muhalifinize ağza alınmayacak hakaretlerle hakaret eder ve ancak bir serserinin söyleyebileceği laflar söylersiniz?

Hiç mi Allah’tan korkmazsınız?

O, size hakaret mi etti?

Şahsiyetinizi mi karaladı?

Şeyhinize küfürler mi yağdırdı?

Hayır, hayır…

Sadece –kabul edersiniz veya etmezsiniz– inandığı bir hakikati söyledi. Eğer aksini söylüyorsanız, edep içerisinde çıkar ve delillerinizle bunu ortaya koyarsınız. Bunu yapamıyorsanız adamcağıza hakaret etmenin veya ağza alınmayacak tahkiratta bulunmanın ne anlamı vardır?

***  ***  ***

Allah, pazar günü oldu mu gönlü şüphelerden yorulmuş tüm muvahhidleri ekran başına taşıyarak gönüllerine su serpen, tevhidi gücü nispetinde müdafaa etme gayretinde olan ve bize göre de son derece başarılı adımlar atan değerli kardeşimiz Ebu Hanzala’ya hak üzere sebat versin. Onu hak yolda hatalardan korusun ve şüphe ehlinin her gün yeni bir yüzle ayak kaydırdığı şu günlerde tevhidi müdafaa ettiği gibi, Allah da kıyamet günü kendisini cehennem ateşten müdafaa ve muhafaza etsin.

إِنَّ اللَّهَ يُدَافِعُ عَنِ الَّذِينَ آمَنُوا

“Şüphesiz ki Allah iman edenleri müdafaa eder.” (Hac, 38)

Kardeşimize hak yolda sabit adımlarla ilerlemesini ve asla bu şüphecilerin şüphelerine aldırış etmemesini öğütlüyor, tanıdığımız tüm muvahhid gönüllerin kendisine dua ettiğini hatırlatıyoruz

Kardeşim, sen tevhidi savunmaya devam et. İnşâallah Allah ve müminler de, hak yolda olduğun sürece seni savunmaya devam edecektir.

Rabbim inşâallah bu yazdıklarımızı sıkıntısı olan kalplere şifa, marazı olan gönüllere devâ kılar. Hiç şüphe yok ki O, her şeyi işiten ve dualara en iyi şekilde karşılık verendir. (Allahumme Âmîn)


Faruk Furkan



[1] Tirmizî, Birr, 20.

[2] Bu da, İrcâ ehlinin bile kardeşimizi takip ettiği, derslerine kulak verdiği anlamına gelir ki, bu bile kardeşimiz için aslında basite alınmayacak kadar önemli bir başarı sayılır; zira muhaliflerine bile söz dinletecek kadar gündemde olmak herkese nasip olan bir şey değildir.

 

[3] Kötü terbiyenin tekfirin manilerinden olduğunu acaba Elbânî’den başka söyleyen var mıdır şu alemde, merak ediyorum doğrusu?!

[4] Bkz. 3. Baskı sf.108 vd. Ve yine bkz. sf. 128 vd.

[5] Bkz. ‘es-Sârimu’l-Meslûl’, sf. 11

[6] A.g.e.

[7] Bkz. ‘es-Sârimu’l-Meslûl’, sf. 11

[8] eş-Şifâ, sf. 486.

[9] Aynı yer.

[10] Bkz. ‘es-Sârimu’l-Meslûl’, sf. 546.

[11] Bkz. ‘es-Sârimu’l-Meslûl’, sf. 512.

[12] Mecmuu’l-Fetâvâ, 7/189 vd.

[13] Bkz. ‘es-Sârimu’l-Meslûl’, sf. 11

[14] “el-Camiu li Ahkâmi’l-Kur’an”, 3/149.

[15] “Tefsiru’t-Taberî”, 6/172 vd.

[16] ”el-Cami‘ li Ahkami’l-Kur’an”, 8/197.

[17] “el-Muğnî”, 4/20. Bab. 7124.

[18] “Ahkâmu’l-Kur’an”, 3/207.

[19] “el-Bahru’r-Râik”, 5/134.

[20] “İkfaru’l-Mulhidîn”, Sf. 59.

[21] “el-Kevkebu’d-Durriyyu’l-Münîr”, sf. 45.

[22] Buhârî, İman, 24; Müslim, İman, 25.

Okunma Sayısı:5883