“Dikkat edin! Şüphesiz ki bedende bir et parçası vardır ki, o doğru olduğunda tüm beden doğru olur, eğer o bozuk olursa tüm beden bozuk olur. Dikkat edin, o et parçası kalptir!” (Buharî, İman, 52.)

ÜÇÜNCÜ İPUCU “HAKKI VE BATILI BİLMEK”

MÜSLÜMAN KALABİLMEK İÇİN

NELERE DİKKAT ETMELİYİZ?

 

ÜÇÜNCÜ İPUCU

“HAKKI VE BATILI BİLMEK”

 

بسم الله الرحمن الرحيم

Rahmân ve Rahîm Olan Allah’ın Adıyla…

 

 

Hidayet üzere kalabilmenin bir başka ipucu; hakkı ve batılı bihakkın bilmektir. Bir müslüman hakkı ve batılı gereği gibi bilmediği zaman her an batılı hak, hakkı da batıl zannedebilir. Bu durumda dalalet çukuruna sürüklenmesi kaçınılmazdır. Zira hakkı batıl zanneden veya batılı hak zanneden zorunlu olarak ya haktan uzak duracak ya da batıla tabi olacaktır. Bu da onu helakin eşiğine getirecektir.

Hakkı ve batılı gereği gibi bilmek bu dinde sabit kalabilmek için çok önemli bir esastır. Bu gün belirli bir süre hidayetle müşerref olduktan sonra sapıtan insanların sapıtmasındaki temel sebep; onların hakkı ve batılı Allah’ın istediği şekilde bilmemeleridir. Bazen hak zannettikleri şey batıl, bazen de batıl sandıkları şey hak olarak karşılarına çıkmaktadır. Bunu net olarak bilmedikleri için kimi zaman hakka düşman kesilmekte, kimi zaman da batılın peşinden gitmektedirler. Bizler de onların karşı karşıya kalmış oldukları bu akıbetle burun buruna gelmek istemiyorsak, o zaman hakkı ve batılı asılları üzere öğrenmemiz gerekmektedir.

Hakkı ve batılı gereği gibi bilme ve aralarını bihakkın ayırt edebilme de Kur’an ve sahih Sünnet bilgisine sahip olmanın çok büyük önemi vardır. Kur’an’ı ve sahih Sünneti gereği gibi bilmeyenler, karşılarına çıkan batılı hak, hakkı da batıl zannedebilirler. Ve bu şekilde dalaletin karanlık çukuruna yuvarlanabilirler. Ama burada hemen belirtmeliyiz ki, bu iki kaynağı salt manada bilmek de yeterli değildir. Zira etrafımızda bu iki kaynağı adı gibi bildiği halde sapıtan ve hak yoldan uzaklaşan nice insanlar görmek mümkündür. Önemli olan bu iki kaynağı bilmek değil, onları Selef-i Salihîn’in anladığı metot üzere anlamaktır. Bu iki kaynak eğer Selef’in anlayış ve fehmi doğrultusunda anlaşılmazsa, o zaman ortaya çok farklı ve sapkın din anlayışları çıkar. Bu da sapıtmanın diğer bir versiyonudur.

Hakkı ve batılı gereği gibi bilmek sadece bizim değil, aynı zamanda bizden önce yaşamış salih insanların da gündemi olmuştu. Zira bu konu çok önemliydi. Ömer radıyallahu anh, bu konunun önemini çok iyi fıkhettiği için bir sözünde bu hakikate şöyle vurgu yapmıştı:

ستحل عري الاسلام عروة عروة اذا نشأ في الاسلام من لا يعرف الجاهلية

“İslam içerisinde cahiliyeyi bilmeyenler yetiştiğinde İslam’ın bağları yakında tek tek çözülecektir.”[1]

Yani hak olan İslam dini içerisinde batıl olan cahiliyeyi ve cahiliyenin hakikatini bilmeyenler ortaya çıktığında bu, İslam’a zarar verecek ve İslam’ın hâkimiyet, vela ve bera gibi çok önemli bağlarının sırasıyla çözülmesine, neticesinde de kâfirlerden gereği gibi teberri etmeyen, İslam’ın öngördüğü şekilde onlardan uzak durmayan insanların peyda olmasına sebep olacaktı. Ve nitekim öylede olmuştu. Tarih Ömer radıyallahu anh’ın söylediği bu hakikate şahitlik etmiş ve müslüman nesiller içerisinde cahiliyenin hakikatini bilmediği için kelimenin tam anlamıyla cahiliyeyi yaşayan insan tiplemeleri meydana çıkmıştı.

Bu gün de durum bundan çok farklı değil. Bu gün de nice insan Allah’tan gelen hak ve hakikatleri “yanlış” olarak telakki etmekte veya bunun tam zıddı olarak batıl olan şeyleri, uyulması gereken hakikatmiş gibi değerlendirmektedir. Oysa dünya âlem bilmektedir ki, tek hak Allah’tan gelendir ve Allah’tan gelmeyen, Allah’ın onayını almayan bir şey asla hak olamaz. Rabbimiz şöyle buyurur:

وَقُلِ الْحَقُّ مِنْ رَبِّكُمْ فَمَنْ شَاءَ فَلْيُؤْمِنْ وَمَنْ شَاءَ فَلْيَكْفُرْ

“De ki: Hak (yani gerçek ve tek doğru), Rabbinizdendir. Artık dileyen (buna) iman etsin, dileyen (bunu) inkâr etsin...(Kehf, 29)

Buna göre tek doğru Allah’tan gelendir. Bir şey –adı-sanı ne olursa olsun– Allah’tan gelmemişse veya Allah’ın onayını almamışsa o şey asla “doğru” olamaz.

Bu gün Türk insanı, Batı’dan getirilerek kendilerine dikte edilen demokrasi fitnesiyle karşı karşıyadır. İnsanların geneli bu batılı, sanki hakmış ve mutlaka tabi olunması gerekiyormuş gibi değerlendirdiği için burada bununla alakalı birkaç söz söyleyerek okuyucu kardeşimizi düşünmeye sevk etmeye çalışacağız. Bunu, konuyla alakası olduğu için yapacağız. O halde şimdi gel ve Allah için bu gün insanların genelinin isteyerek veya istemeyerek itaat ettiği sistem olan “demokrasiyi” bu perspektiften bakarak yeniden değerlendir.

Şimdi soruyoruz:

Acaba demokrasi Allah’tan gelen bir gerçek, yani hak olan bir sistem midir?

Demokrasiyi Allah mı emretmiştir?

Demokrasi Kur’ân’da veya Sünnette ismen veya şeklen tavsiye edilmiş bir idare tarzı mıdır?

Eğer bu sorulara “evet” diyorsan, bu durumda sana diyecek bir şeyimiz yok. Sadece Allah’ın kitabını yeniden, dikkatle okumanı tavsiye ederiz.

Yok, eğer bu sorulara “Olur mu canım! Demokrasi hiç Allah tarafından emredilir ve hak olabilir mi?” şeklinde cevap veriyorsan –ki zaten böyle demek zorundayız; aksi halde Allah’a iftira etmiş oluruz– o zaman Allah için söyle, nasıl olur da insanlar hâlâ Allah’ın hak demediği bir şey hususunda tartışabilir veya akıl yürüterek hak olmayan şeyi destekleyebilirler? Oysa Kur’ân’da hakkın dışında kalan her şey “batıl” ve “sapkınlık” olarak kabul edilmiştir.

فَمَاذَا بَعْدَ الْحَقِّ إِلَّا الضَّلَالُ فَأَنَّى تُصْرَفُونَ

“Hak’tan sonra dalâletten/sapıklıktan başka ne vardır ki? O hâlde, nasıl oluyor da (Hak’tan) döndürülüyorsunuz?” (Yûnus, 32)

Eğer demokrasi denilen ve insanın, hiçbir İlâhî kâide ve kurala bağlı kalmadan kendi kendisini yönetme şekli olarak tarif edilen idare biçimi Allah tarafından gelmemiş ve bizlere emredilmemişse, o zaman Allah katında onun adı nedir?

“Batıl” değil midir?

Peki, batıl olan bir sistemle ben müslümanım diyen birisinin ne işi olabilir?

Unutmamak gerekir ki, batıl üzerine bina edilen her şey batıldır ve bir müslüman tarafından asla kabul edilmemelidir.

Demokrasinin batıllığını ispat etmeye ve bunun bir müslüman için ideal bir idare tarzı olmadığını kanıtlama hususunda aslında çok da fazla delile gerek yoktur. Bir insan bu meseleyi ele alırken sadece “Bu hak mıdır? Allah’tan gelmiş bir gerçek midir?” sorusunu soruverse, mesele bitecek ve bunun batıl olduğu ortaya çıkacaktır. Ama maalesef insanların gözleri öylesine perdelenmiş, haktan ve hakikatten öylesine uzaklaşmışlar ki, bu çok basit ve kolay olan soruyu bile soramaz olmuşlar.

Bizim burada okuyucu kardeşimize tavsiyemiz şudur: Hangi mesele olursa olsun, bir konuda doğruya ve Allah’ın razı olacağı neticeye ulaşmak istiyorsak ona sadece: “Bu, Allah’tan mı gelmiştir?” sorusunu soralım. Eğer sorumuzun cevabı “evet” ise sonuna kadar onun peşinden gidelim ve bilelim ki o haktır; hak ise insanı cennete götürür. Ama cevabımız “hayır” ise o zaman sonuna kadar ondan uzak duralım ve bilelim ki bu batıldır; batıl ise sahibini başka değil, sadece cehenneme götürür.

Allah bu konuda Ümmet-i Muhammed’e merhamet etsin ve hakkı hak, batılı da batıl olarak görebilmeyi onlara kolay kılsın. (Âmîn)

Sadece Hakkı Bilmek Yetmez, Batılı da Bilmek Gerekir

Bilindiği üzere Allah celle celaluhu, Kur’an’da sadece müminlerin yolunu, onların vasıf ve durumlarını anlatmakla kalmamış, aynı zamanda onların yoluna muhalefet eden mücrimlerin yollarını, vasıflarını ve durumlarının ne olduğunu da anlatarak kullarına hak yolun işaretlerini en net biçimde ortaya koymuştur. Rabbimiz bir ayetinde şöyle buyurur:

وَكَذَلِكَ نُفَصِّلُ الْآيَاتِ وَلِتَسْتَبِينَ سَبِيلُ الْمُجْرِمِينَ

“Mücrimlerin yolu net olarak açığa çıksın diye, ayetleri Biz, işte böyle etraflıca açıklarız.” (En’am, 55)

Rabbimizin bunu yapmasının sebebi; iyi ile kötüyü, hak ile batılı birbirinden net bir biçimde ayırmaktır. Zira hak ile batıl birbirinden net çizgilerle ayrılmadığında insanlar hakkı batıl, batılı da hak sanıp tabi olabilir ve neticesinde helake yuvarlanabilirler. Rabbimiz kullarına olan şefkati gereği Kur’ân’ında hem iyilerin hem de kötülerin yollarını, vasıflarını ve durumlarını etraflıca, hiçbir kapalılığa yer bırakmayacak şekilde izah etmiştir. Bunu yarın kıyamet günü kulları kendisine mazeret sunmasın diye yapmıştır.

رُسُلًا مُبَشِّرِينَ وَمُنْذِرِينَ لِئَلَّا يَكُونَ لِلنَّاسِ عَلَى اللَّهِ حُجَّةٌ بَعْدَ الرُّسُلِ

“Müjdeleyiciler ve uyarıcılar olarak peygamberler gönderdik ki, peygamberlerden sonra insanların Allah’a karşı (sunacakları) bir bahaneleri olmasın.” (Nisa, 165)

Dikkat edilirse Allah insanlara sadece iyilikleri ortaya koyan ve iyilik sahiplerini müjdeleyen peygamberler göndermemiştir; bununla birlikte kötülüklerden sakındıran ve kötülük sahiplerine karşı da uyaran peygamberler göndermiştir. Allah’ın sünnetinde hiçbir zaman tek taraflı bir anlatım olmamıştır. O, cenneti anlattığı gibi cehennemi de anlatmış, iyiliği anlattığı gibi kötülüğü de anlatmış, iyilik sahiplerinin vasıflarını anlattığı gibi kötülük sahibi kimselerin vasıflarını da anlatmıştır. Bunu –biraz öncede dediğimiz gibi– hem rahmeti gereği hem de adaletinden dolayı yapmıştır.

Burası çok ama çok önemli bir noktadır. Zira bu noktayı göz ardı eden nice müslüman isimli insanlar, kâfirlerin ve tağutların vasıflarına sahip oldukları halde sırf isimleri müslüman ismi diye bir takım kâfir yöneticilere itaat etmiş, onların bazı İslamî söylemlerine aldanarak Allah’ın müşrik dediği liderlerin arkalarından gitmiştir. Onların bu yanılgıya düşmelerinin temel nedeni; mümini ve kâfiri net olarak bilmemeleri, müminlerin ve kâfirlerin vasıflarından hakkıyla haberdar olmamalarıdır. Eğer onlar Kur’an’ın kimi “kâfir” kimi “müslüman” addettiğini, kimleri “adil” kimleri “zalim” kabul ettiğini ve hangi vasıflara sahip yöneticilere itaat edilir, hangi vasıflara sahip olanlara itaat edilmez diye taksimat yaptığını bilselerdi kâfirleri desteklemek gibi bir yanlışa düşerler miydi? Eğer onlar böylesi bir yanlışa düşüyorlarsa bunun altında mutlaka Allah dostlarıyla Allah düşmanlarını net olarak bilmeme gerekçesi yatmaktadır.

İşte bundan dolayı Kur’ân’ı anlam eksenli dikkatlice okumak, Kur’ân’da müminlerin ve mücrimlerin özelliklerinin neler olduğunu madde madde çıkarmak ve her iki taifenin de hangi vasıflarla muttasıf olduğunu iyi tahlil etmek gerekir. Ama elbette ki bunu yapabilmek için Kur’ân’ın dikkatli ve not edilerek okunması gerekmektedir.

İbn Kayyım rahimehullah “el-Fevâid” adlı harika eserinde üstte zikrettiğimiz En‘am sûresi 55. ayet hakkında çok önemli bilgilere yer vermiştir. Önemine binaen onları bazı özetlemeler yaparak buraya aktarmak istiyoruz. O, şöyle der:

“Allah Teâlâ, Kitabı’nda hem mü’minlerin hem de mücrimlerin yolunu etraflı bir şekilde beyan etmiş ve her iki zümrenin akıbetinin ne olacağını geniş bir şekilde açıklamıştır. Ve yine her iki gurubun amellerini, dostlarını, bir zümrenin başarısızlığını, diğerlerinin başarısını, başarılı olanların başarıya ulaşma sebeplerini, başarısız olanların neden başarısız olduklarını açıkça beyan etmiştir. Bu her iki zümrenin durumunu Allah, gözlerin ışık ve karanlığı apaçık gördüğü gibi, basiretlerin de müşahede edeceği şekilde Kitabı’nda açığa çıkarmış ve onları çok net bir biçimde açıklamıştır.

Allah’ı, Kitabı’nı ve dinini bilenler, muhakkak ki hem mü’minlerin yolunu hem de mücrimlerin yolunu en ince ayrıntılarıyla bilen kimselerdir. Onlara, tıpkı yolcuyu amacına götüren yol ile onu helâke götüren yolun belli olması gibi, her iki yol da ayan-beyan belli olmuştur. İşte bu kimseler, mahlûkat içerisinde en bilgili, insanlara en yararlı ve onlara karşı en samimi olanlarıdır. Bunlar, hidayete götüren yol rehberleridir.

İşte sahabe, kıyamet gününe kadar kendilerinden sonra gelecek olanlara bu özellikleriyle öne çıkmışlardır. Hiç kuşkusuz sahabe; dalalet, küfür, şirk ve helâke götüren yollar içinde yetişmişlerdi ve onlar, bu yolları tafsilatlıca bilmişlerdi. Sonra onlara Resûlullah sallallahu aleyhi ve sellem geldi ve kendilerini o karanlıklardan çıkarıp hidayet yoluna, Allah’ın dosdoğru yoluna iletti. Onlar da şiddetli karanlıktan gerçek nura, şirkten tevhide, cehaletten ilme, azgınlıktan istikamete, zulümden adalete, şaşkınlık ve körlükten hidayet ve basirete çıktılar. Böylece ulaştıkları, elde ettikleri ve içerisinde oldukları değeri anladılar…

Sahabeden sonra gelenlere gelince; kuşkusuz onlardan kimisi İslâm toplumunda yaşadığından dolayı İslâm’ın zıddını etraflıca bilmemekteydi. Bundan dolayı mücrimlerin yolu ile mü’minlerin yolunun tafsilatları onlara karışık geldi. Zira karışıklık, ancak her iki yolu ya da her iki yoldan birisini bilmedeki zayıflıktan kaynaklanmaktadır. Tıpkı Ömer radıyallahu anh’ın dediği gibi:

“İslam içerisinde cahiliyeyi bilmeyenler yetiştiğinde İslam’ın bağları yakında tek tek çözülecektir.”

Her kim mücrimlerin yolunu bilmez ve bu yol kendisi için ayan-beyan belli olmazsa, o takdirde bu kimse çok yakın bir zaman içerisinde mücrimlerin yollarını mü’minlerin yollarından zannedebilir. Nitekim bu ümmet içerisine itikat, ilim ve amel konularında aslında mücrimlerin, kâfirlerin ve peygamber düşmanlarının yollarından olduğu halde, bunları, onların yolu olduğunu bilmeyen kimselerin müminlerin yoluna sokuşturduğu, davet ettiği, muhalefet edenlerini tekfir ettiği ve Allah ve Rasûlünün haram kıldıklarını helâl gördüğü nice konu vardır…

Bu konuda insanlar dört gurupturlar:

Birinci Gurup: Mü’minlerin ve mücrimlerin yollarını gerek ilim ve gerekse amel bakımından tafsilatlıca bilenler. Şüphesiz ki bunlar insanların en bilgili olanlarıdır.

İkinci Gurup: Bu iki yolu da görmeyip kör olanlar. Bunlar hayvanlar gibidirler. Mücrimlerin yollarına en çok uyan ve giren kimseler bunlardır.

Üçüncü Gurup: Bütün çabasını başkasına değil, sadece mü’minlerin yolunu bilmeye harcayan kimselerdir. Bunlar, mü’minlerin yolunun zıddını ancak ana hatlarıyla ve muhalefetleriyle bilirler. Ve yine bunlar, her ne kadar etraflıca tasavvur edemeseler de mü’minlerin yoluna ters olan her şeyin batıl olduğunu bilirler. Öyle ki onlar, mü’minlerin yoluna ters olan bir şeyi duyacak olsalar, kulaklarını başka şeye çevirir ve kendilerini onu anlamaktan ve bâtıl olma yönünü bilmekten alıkoyarlar. Böyle bir kimsenin durumu, tıpkı nefse hoş gelen şeyleri istemekten nefsi selamete ermiş, kalbine bu tür şeyler gelmemiş ve nefsi kendisini bu tür şeyleri istemeye yöneltmemiş kimsenin durumu gibidir. Bu kimse, birinci gurupta yer alan kimselerden farklıdır; zira onlar nefse hoş gelen şeyleri bilmekte, nefisleri ona meyletmekte; ama onları Allah için terk etmeye çaba harcamaktadırlar…

Dördüncü Gurup: Bunlar da kötülük, bid’at ve küfür yollarını tafsilatlıca bildiği halde mü’minlerin yolunu sadece ana hatlarıyla bilen kimselerdir. Bu, önceki ümmetlerin ve bid’at ehli kimselerin sözlerini bilmeye önem gösteren, bunlar hakkında detaylı malumatı olan; lakin Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem’in getirdiklerini bu ölçüde bilmeyip onlar hakkında genel olarak yüzeysel bir bilgisi bulunan birçok kimsenin halidir. Bunların kitaplarına bakan şüphesiz bunun böyle olduğunu görecektir…

Kuşkusuz Allah Teâlâ, sevilip takip edilsin diye dostlarının yollarının bilinmesini istediği gibi, kaçınılsın ve buğzedilsin diye de düşmanlarının yollarının bilinmesini ister.

İşte bu bilgide (yani mücrimlerin ve müminlerin yollarını etraflıca bilme meselesinde) Allah’ın bilip başkalarının bilmediği nice fayda ve sırlar vardır…”[2]

Seyyid Kutub rahimehullah’ın da, “Fî Zilal” adlı muhteşem tefsirinde bu ayetler hakkında çok önemli ve faydalı notları vardır. İyilerle kötü kimselerin yollarının neden Kur’ân’da etraflıca anlatıldığını, bu gün neden insanların mücrimlerin yollarına girdiğini ve müslümanların neden İslamî hareketlerde yeterli düzeyde başarı sağlayamadığını iyice anlamak için Üstadın tespitlerini dikkatle ve üzerinde düşünerek okumanızı tavsiye ederiz. O, şöyle der:

“Kuşkusuz Kur’an metodu, salih mü’minler yolunun açıkça belli olması için sırf gerçeğin açıklanıp ortaya konmasını amaçlamaz. Bunun yanı sıra, günahkâr sapıkların yolunun açıkça belli olması için batılın açıklanıp ortaya konmasını da amaçlamaktadır. Çünkü günahkârların yolunun açıkça belli olması, mü’minlerin yolunun açık seçik belli olması için bir zorunluluktur. Bu kural, yol ayrımını belirleyen bir çizgi konumundadır…

Küfrün, kötülüğün ve suçluluğun açığa çıkarılması imanın, hayrın ve iyiliğin netleşmesi için zorunludur. Suçluların yolunun açık-seçik belli olması ayetlere ilişkin ilahî açıklamanın hedeflerinden biridir. Çünkü suçluların konumları ve yollarına ilişkin olarak beliren herhangi bir karanlık nokta ve kuşku, mü’minlerin konumlarına ve yollarına yansır. Çünkü bunlar birbirlerine karşı duran iki sayfa, birbirlerine aykırı iki yoldurlar. Bu yüzden renklerin ve çizgilerin açığa kavuşması kaçınılmazdır.

Bundan dolayı, her İslâm'ı hareketin mü’minlerin yolunu ve suçluların yolunu belirlemekle işe koyulması gerekmektedir. Mü’minlerin yolunu ve suçluların yolunu tanımlamak ve mü’minlerin ayırıcı özellikleriyle suçluların ayırıcı özelliklerini belirlemekle başlamalıdır. Ama realiteler dünyasında, teoriler dünyasında değil…

Böylece İslâm davasının mensupları, yollar birbirine benzemeyecek, mü’minlerle suçlular arasındaki işaret ve çizgiler birbirine girmeyecek şekilde mü’minlerin yolu, hareket metodu ve belirtileri ile suçluların yolu, hareket metodu ve belirtileri belirlendikten sonra çevrelerindeki insanlardan hangisinin suçlu müşrik olduğunu bilmiş olurlar.

İslâm Arap Yarımadası’nda müşriklerle karşı karşıya geldiği günlerde bu belirginlik ortaya konmuş ve bu netlik eksiksiz bir şekilde gerçekleşmişti. Salih müslümanların yolu Allah’ın peygamberi ve beraberindekilerin yoluydu. Suçlu müşriklerin yolu ise onlarla birlikte bu dine girmeyenlerin yoluydu. Bu belirgin ve netliğin yanında, suçluların yolu açık, seçik belli olsun diye Kur’ân iniyor ve bu sûrede örnekleri geçtiği şekilde Yüce Allah ayetleri yanıtlı bir biçimde açıklıyordu.

İslâm’ın şirk, putperestlik, Allah tanımazlıkta, semavi bir temele dayanmakla beraber beşeri tahrifatların değiştirip bozduğu değişik tahrif olmuş dinle karşılaştığı sıralarda... Evet, İslâm’ın bu gruplar ve akımlarla karşılaştığı sıralarda salih mü’minlerin yolu ile kâfir ve suçlu müşriklerin yolu açık açıkgözler önündeydi. Birbirlerine karışmalarına imkân yoktu.

Ancak bugün için gerçek İslâmî hareketlerin karşı karşıya kaldığı sorun, bunlardan hiçbiri değildir. Sorun, müslüman sülalelerden gelen milletlerin, Allah'ın dininin egemen olduğu ve onun şeriatının hükmettiği zamanlarda İslâm yurdu olan ülkelerin varlığında somutlaşmaktadır. Sonra bu ülkeler ve milletler İslâm’ı hayattan uzaklaştırıp isim olarak ilân ediyorlar. İnanç açısından İslâm’ı din olarak benimsediklerini sanmalarına rağmen, inanç ve realite olarak İslâm’ın prensiplerini inkâr ediyorlar. Çünkü İslâm, Allah’tan başka ilâh olmadığına şahitlik etmektir. Allah’tan başka ilâh bulunmadığına şahitlik ise, yüce Allah’ın tek başına evrenin yaratıcısı olduğuna ve orada dilediği gibi tasarrufta bulunduğuna, kulların ibadet kastı taşıyan davranışlarını ve hayatla ilgili eylemlerini sadece O’na sunacaklarına, kulların yasalarını sadece O’ndan edineceklerine, hayatlarına ilişkin konularda tek başına O'nun hükümlerine boyun eğeceklerine inanmakta somutlaşmaktadır. Kim bu anlamda Allah’tan başka ilâh bulunmadığına şahitlik etmezse, hiçbir zaman şehadet getirmemiş ve İslâm'a girmemiş demektir. Adı, lâkabı ve soyu ne olursa olsun... Hangi bölgede bu anlamda Allah’tan başka ilâh bulunmadığına şahitlik etme gerçeği gerçekleşmezse, o bölge hiçbir zaman Allah’ın dinini din edinmemiş ve asla İslâm'a girmemiş demektir.

Bugün yeryüzünde isimleri müslüman ismi, kendileri de müslüman bir sülaleden gelen milletler vardır. Yine bir zamanlar İslâm yurdu olan birtakım ülkeler vardır. Ancak bu milletler, günümüzde -bu anlamda- Allah’tan başka ilâh bulunmadığına şahitlik etmedikleri gibi bu ülkeler de, bu anlamın gereği olarak günümüzde Allah’ın dinini din edinmiyorlar...

İşte gerçek İslâmî hareketlerin bu ülkelerde bu milletlerle karşılaşırken önüne çıkan büyük zorluk budur. Bu hareketlerin karşı karşıya kaldığı en büyük zorluk bir yandan “Allah’tan başka ilâh yoktur” ilkesinin ve İslâm'ın anlamının etrafını, diğer yandan şirk ve cahiliye anlamlarının etrafını kuşatan belirsizlik, kapalılık ve karışıklıktır.

Bu hareketlerin karşı karşıya kaldığı en büyük zorluk salih müslümanların yolu ile suçlu müşriklerin yolunun açık-seçik belli olmaması, işaret ve özelliklerin karışması, isim ve sıfatların birbirine girmesi, yolların ayrılış noktasını seçemeyecek kadar bir şaşkınlığın egemen olmasıdır.

İslâmî hareketlerin düşmanları bu gediği çok iyi biliyorlar. Bu yüzden gediğin biraz daha genişlemesi, sorunun laçkalaşması, birbirine girip karmakarışık olması için yoğun çaba sarf etmektedirler. Öyle ki, gerçek sözü açıkça söylemek insanı, alnından ve ayaklarından bağlayan bir töhmete düşürür. “Müslümanları tekfir ediyorlar!” töhmetine... İslâm ve küfür konusunda hüküm verme, bu konuda insanların örf ve geleneklerine başvurma sorununa dönüşür, Yüce Allah’ın ve peygamberinin sözlerine değil.

İşte en büyük zorluk budur. Her nesilden Allah davasının taraftarlarının aşması zorunlu olan bir engeldir bu.

İnsanları Allah'ın yoluna davet edenler, gerçek, kesin sözü söyleme konusunda uzlaşmaya, yağcılığa yeltenmemelidirler. İçlerinde bir korku ve endişe duymamalıdırlar. Kınayanın kınamasından ya da “Bakın, müslümanları tekfir ediyorlar!” diye bağıran çığırtkanlardan etkilenmemelidirler.

Kuşkusuz birtakım aldanmışların sandığı gibi İslâm’ın böyle bir ciddiyetsizlik, bu tür bir cıvıklıkla ilgisi yoktur. İslâm açık-seçik ortadadır, küfür de öyle... İslam vurguladığımız anlamda Allah’tan başka ilâh bulunmadığına şahitlik etmektir. Kim bu şekilde şahitlik etmezse ve onu hayatta bu şekilde uygulamazsa, onun hakkındaki Allah ve peygamberinin hükmü şudur: Bu adam kâfirdir zalimdir, fasıktır, suçludur...

“Günahkârların yolu açıkça belli olsun diye ayetlerimizi, işte böyle ayrıntılı biçimde açıklıyoruz.”

Evet, Allah’a davet edenler bu engeli aşmak zorundadırlar. Bütün enerjilerini, bir şüpheye kapılmadan, bir kapalılığa takılmadan ve karışıp ciddiyetini kaybetmeden Allah yolunda harcamaları için vicdanlarında bu açıklığı gerçekleştirmelidirler. Çünkü kendilerinin kesin olarak müslüman olduklarına, yollarına çıkanların, engel olanların, insanları Allah’ın yolundan alıkoyanların suçlular olduklarına içtenlikle inanmadıkları sürece bütün enerjilerini davâ uğruna harcayamazlar. Bu işin bir iman-küfür meselesi olduğuna, kendileriyle milletlerinin yol ayrımında olduklarına, kendileri bir inanç sistemine, milletlerinin başka bir inanç sistemine, kendilerinin bir dine, milletlerinin bir başka dine mensup olduklarına kesin bir şekilde inanmadıkları sürece yolun zorluklarına direnmeleri, dayanmaları mümkün olmayacaktır.”[3]

Buraya kadar lafı uzatmamızın sebebi; özellikle bazı insanların zannettiği gibi sadece doğruları bilmenin yeterli olmayacağı gerçeğini vurgulamaktır. Bu yolda sadece doğruları ve doğruların vasıflarını bilmek yetmez; aynı zamanda yanlışı ve yanlış olan yolları da bilmek gerekir. Aksi halde yanlışı doğru diye kabul edebiliriz.

Bundan dolayı hem hidayeti hem dalaleti; hem hidayet ehlini, hem de dalalet ehlini iyi bilmek, künhüne iyi vakıf olmak ve vasıflarını iyi tahlil etmek gerekir. Bu, hidayet üzere kalabilmenin olmazsa olmazıdır. Bunu hakkıyla bilmeden İslam üzere daimî bir hayat sürdürmek neredeyse mümkün değildir. İslam üzere sabit kalmak ve hiçbir zaman bu dinden çıkmamak isteyenlerin özellikle bu meseleye azami derecede özen göstermeleri gerekmektedir.

Rabbimiz’den bizleri hidayet etikten sonra bu din üzere sabit bırakmasını ve ayaklarımızı hak yoldan kaydırmadan cennete doğru ilerletmesini niyaz ederiz. Hiç şüphe yok ki O, buna kadir olandır.

Faruk Furkan

 



[1] el-Fevâid, İbn Kayyım, sf.115.

[2] el-Fevâid, İbn Kayyım, sf.114-117.

[3] Fî Zilali’l-Kur’ân, En‘am Sûresi 55. ayetin tefsiri.

Okunma Sayısı:3470