“Kur’ân, âlemler için bir öğüt ve hatırlatmadan başka bir şey değildir.” (68/Kalem, 52)

ÜMMETİN MEÇHÛLÜ: “TÂĞUT”

 

B

aşlıkta gördüğün bu kelime, belki de bu güne kadar ilk defa duyduğun bir şeydir. Kim bilir belki de sesli namazlarda arkalarında namaz kıldığın hocaların okuduğu; ama senin hiç de farkına varmadığın bir lafız da olabilir?

Bu kelime öylesine önemli, öylesine mühimdir ki, Kur’ân üzerinde araştırma yapan ve İslam’ı öğrenmek isteyen bir şahsın mutlaka onu etüt etmesi, öğrenmesi ve manaları üzerinde uzun uzun düşünmesi gerekir; zira bir insanın Müslüman olabilmesi ve cenneti hak etmesi ancak ve ancak bu kelimenin kapsamına giren nesneleri, şahısları ve kurumları inkâr etmesine bağlıdır. Bir insan bu kavramın kapsamına giren varlıkları, şahısları ve kuruluşları reddetmeden İslam ile şereflenemez, Müslüman olamaz! İşte bu nedenle çok önemlidir.

Senin cennet veya cehennemine sebep olacak bir şeyi öğrenmeyi terk etmek veya ihmal etmek kadar yanlış bir iş var mıdır şu dünyada? Kıymetsiz, değersiz ve çok da gerekli olmayan şeyleri bile elde etme adına günlerini feda eden insanlar, acaba neden cennet veya cehennemi olacak bir şeyi öğrenmekten geri dururlar anlamak mümkün değil?

Bu gün insanlara bu kelimeyi telaffuz ettiğimiz zaman trajikomik bir manzarayla karşı karşıya kalıyoruz. İnsanlara “Tâğut’u red ve inkâr etmelisiniz” dediğimizde “Tavuk mu? Tavuk nasıl inkâr edilebilir ki?” şeklinde çok komik, bir o kadar da üzücü bir cevapla karşılık veriyorlar. Maalesef ve maalesef ki insanlarımız daha “tâğut” kelimesini “tavuk” şeklinde anlıyor. İşte bu kadar Kur’ân’dan ve Kur’ân hakikatlerinden uzaklaştırılmışız.

Oysa kardeşim, tüm peygamberler insanları tâğuttan ve tâğut kapsamına giren nesne ve şahıslardan sakındırmışlardı. Yani bu o kadar önemli bir kelimeydi ki, gelmiş-geçmiş tüm rasullerin ortak daveti ve müşterek çağrısı olmuştu. Rabbimiz Nahl Sûresi, 36. ayette şöyle buyurur:

“Biz her ümmete, Allah’a ibâdet edin ve tâğuttan kaçının diye (tebliğ yapan) bir peygamber gönderdik.”

Bu ayet-i kerîme net olarak ortaya koymaktadır ki, her peygamber kendi kavmini tâğuttan sakındırmış ve onları tâğutla içli-dışlı olmaktan uzak tutma adına kendilerini uyarmıştır.

Mesele bu kadar önemli ve mühim olmasına rağmen halkımız —biraz önce de değindiğim gibi— bu kelimeyi bilmek, tanımak şöyle dursun, daha duymamıştır bile. Bu bile meselenin boyutlarını ortaya koyma noktasında yeterlidir sanırım.

Kardeşim, şimdi nefsine dön ve Allah için kendine bir sor:

* Tüm peygamberler kavimlerine bu kelimenin manasını anlattığı halde, ben bu kelimeyi ne kadar biliyor ve ne kadar tanıyorum?

* Bu kelimenin kapsamına giren insanlarla ilişkim ne düzeyde?

* Onlara nasıl bir tavır alıyor, onlarla mücadele için neler yapıyorum? diye…

Bu soruları iç âleminde güzelce cevaplandırdığın zaman inanıyorum ki, hakkın kapısı sana da açılacak ve sen de —inşâallah— tüm peygamberlerin sakındırdığı bu tâğuttan hakkıyla uzak durmaya başlayacaksın.

Biliyorum, bu satırları okurken sen de belki “Neymiş bu tâğut ya hu!” diye içinden mırıldanıyor ve bir an önce onun ne anlama geldiğini öğrenmek istiyorsun. Sözü daha fazla uzatmadan seni bu kelime ile tanıştırayım ki, sen de hakkıyla ondan ve onun kapsamına giren şeylerden kendini uzak tutabilesin.

Tâğut mu? O da ne?

Tâğut kelimesi sözlükte “Haddi aşmak, azmak, belirlenmiş sınırı geçmek” gibi anlamlara gelir. Ama bizim için önemli olan bu kelimenin sözlükte nasıl kullanıldığı değil, İslam’ın bu kelimeye ne anlam yüklediğidir. Bu nedenle bizim bu kelimenin İslamî ıstılahta nasıl kullanıldığına ve Kur’ân’ın bu kelimeye hangi anlamları yüklediğine bakmamız gerekmektedir.

Kur’ân bu kelimeyi “Allah’ın dışında ya da Allah ile beraber kendisine ibâdet ve itaat edilen, O’nun hükümlerini tanımayan ve insanları Allah’ın dininden uzaklaştıran tüm varlıklar” şeklinde tanıtıyor. Yani bir varlık eğer Allah ile birlikte veya Allah’tan bağımsız olarak kendisine ibâdet edilmesine müsaade ediyor[1] veya mutlak anlamda kendisine itaat edilmesi gerektiğini söylüyorsa o artık “tâğut” olmuş olur.

Kur’ân Firavun’a “Tâğut” Diyor

Kur’ân’da zikri geçen Firavun, Hz. Musa döneminde yaşayan Mısır kralının adıdır. Bu şahıs kendi döneminde elinde bulundurduğu topraklarda Allah’ın kurallarını hiçe sayarak bir idarede bulunmuş ve insanları bu idareye itaat etmeye zorlamıştır. Onun bu tutumundan dolayı Kur’ân ona “tâğut” ismini vermiş ve o dönemdeki insanlara onu reddetmelerini emretmiştir. Rabbimiz şöyle buyurur:

(Ey Musa!) Firavun’a git, çünkü o tâğut olmuştur.(Tâhâ Sûresi, 24)

Hz. Musa ve Hz. Harun’a hitaben de şöyle demiştir:

“Firavun’a gidiniz; çünkü o tâğutlaşmıştır.(Tâhâ Sûresi, 43)

Aynı ifade Naziât Sûresi 17. ayette de mevcuttur.

Tüm bu ayetler gösteriyor ki Hz. Musa dönemindeki Firavun, kelimenin tam anlamıyla bir “tâğut” olmuş ve haddi aşmıştı.

Bir insan, konumu ve durumu ne olursa olsun asla Allah’ın haklarına müdâhale edemez; çünkü o bir insandır, yani yaratılmış bir varlıktır. Tüm yaratılmışlar için Allah tarafından belirlenen bir sınır, bir had vardır. İşte yaratılan varlık her ne zaman bu sınırı aşmaya kalkar ve Allah’a ait olan alana müdahale etmeye girişirse haddini aşmış ve sınırı geçmiş olur. Yani Kur’ân’ın tabiriyle “tâğut” olur.

Firavun da Allah’ın kendisi için belirlemiş olduğu sınırı aşmış ve Allah’ın hakkı olan hâkimiyeti kendinde görmeye başlamıştı. Kur’ân onun şöyle dediğini haber verir:

“Firavun, kavmine seslenerek dedi ki: Ey kavmim! Mısır’ın hâkimiyet ve egemenliği benim değil mi? Hâlâ görmüyor musunuz?(Zuhruf Sûresi, 51)

Buradan anlaşılıyor ki hangi çağda olursa olsun, eğer birileri Allah’ın bazı haklarına müdâhale etmeye kalkışır ve sadece Allah’a özgü olan bazı vasıfları kendilerinde görmeye başlarlarsa, onlarda tıpkı Firavun gibi “tâğut” olur ve kendilerine Musâların gönderilmesini hak eden bir pozisyona düşerler.

Allah için söylüyorum, “Kur’ân’da Allah’ın en önemli hakkı nedir?” şeklinde bir soru ile Kur’ân’ı yeniden gözden geçirin, göreceksiniz ki Kur’ân’da Allah’ın en önemli ve en öncelikli hakkı olarak karşımıza çıkarılan şey hâkimiyettir. Yani yarattıklarını yönetme, idâre etme ve işlerine karışma hakkı.

Şimdi gel, kitabın baş taraflarından bu yana birkaç kez aktardığım şu ayetleri beraberce tekrar okuyalım:

“Hâkimiyet yalnızca Allah’ındır…” (Yûsuf Sûresi, 40)

“Dikkat edin! Yaratmak ve (yarattıklarına) hükmetmek yalnızca Allah’ın hakkıdır.” (A‘raf Sûresi, 54)

“De ki: Hamd, hiçbir çocuk edinmeyen, hâkimiyette ortağı olmayan, âcizlikten dolayı bir yardımcıya ihtiyacı bulunmayan Allah’a mahsustur. Sen O’nu tekbir ile yücelt.” (İsrâ Sûresi, 111)

“Âlemlere bir uyarıcı olsun diye kulu (Muhammed’e) Furkânı indiren Allahın şanı ne yücedir! O Allah ki, göklerin ve yerin hâkimiyeti/egemenliği kendisine ait olandır. Çocuk edinmemiştir. Hâkimiyetinde hiçbir ortağı da yoktur. O, her şeyi yaratmış ve yarattığı o şeyleri bir ölçüye göre takdir etmiştir.” (Furkan Sûresi, 1, 2)

“Hâkimiyet elinde olan Allah ne yücedir! O, her şeye hakkıyla gücü yetendir.” (Mülk Sûresi, 1)

“O, egemenliğine hiçbir kimseyi ortak etmez!” (Kehf Sûresi, 26)

Kur’ân’a göz attığımızda bu türden onlarca ayetle karşılaşmamız mümkündür. Neredeyse her sûrede Allah bu hakikate vurgu yapmıştır.

Peki, Neden?

Çünkü Allah, insanların gün gelecek bu hakkını elinden almaya kalkacaklarını bilmiştir de ondan.

Bu gün yeryüzünde yönetimi elinde bulunduran devletlere baktığımızda bir tanesinin bile Allah’ın bu hakkını kendisine verdiğini, yani Allah’ın istediği şekilde idare yürüttüğünü göremeyiz. Dün Firavun Allah’ın bu hakkını gasp ediyordu, bu gün ise modern devletler… Dün Firavun’a “tâğut” diyen Allah, acaba bu günkü devletlere tolerans geçip Müslüman mı diyecek?

Herkesin bu sorunun cevabını düşünmesi lazım.

Hangi devlet Allah’ın hâkimiyet ve kanunlarını tanımazsa o devlet Kur’ân’a göre “tâğut” olur. Adının İslamî olmasının hükmü değiştirme noktasında en ufak bir tesiri yoktur. Yani ismi İslamî bile olsa, Allah’ın hâkimiyetini uygulamadığı sürece o tâğuttur ve ‘müslümanım’ diyen birisi tarafından kabul edilmemelidir. Eğer kabul edilirse, hükmü tıpkı Firavun’a itaat eden kimselerin hükmü gibi olur ki, Allah Firavun’la onların arasında en ufak bir ayırım yapmamış ve hepsini beraberce yok etmiştir. Rabbimiz şöyle buyurur:

“Firavun, kavmini ezdi, onlar da kendisine itaat ettiler. Çünkü onlar yoldan çıkmış bir toplumdu.” (Zuhruf Sûresi, 54)

Bu ayette Rabbimiz, Firavun’un baskı ve zorbalığına rağmen halkının ona itaat etiğini bildiriyor. Ayetin sonunda da itaat eden bu insanları “yoldan çıkmış” olmakla nitelendiriyor.

Yani sen, ezilmişliğine rağmen tâğutlara itaat edersen onlarla aynı ismi almaya hak kazanırsın.

Diğer bir ayette de Rabbimiz şöyle buyurur:

“Şüphesiz Firavun, Hâmân ve askerleri (şirke düşüren bir) hata içerisinde idiler.” (Kasas Sûresi, 8)

“O (Firavun) ve askerleri yeryüzünde haksız yere büyüklük tasladılar (…) Biz de onu ve askerlerini yakaladık ve onları (helak olmaları için) denize attık. Zalimlerin sonunun nasıl olduğuna bir bak!” (Kasas Sûresi, 39, 40)

Bu ayetlerde de Rabbimiz Firavun ile kendisine destek olan ordusunu aynı kefeye koymuş ve helak ederken kesinlikle ayırım yapmamıştır.

Dolayısıyla eğer biz de günümüzün Firavunları olan tâğutlara itaat eder, destekler ve icra ettikleri şirk ve küfürlerde onlara arka çıkarsak, onlarla aynı hükmü alır ve —Allah korusun—kendilerine bir helak geldiğinde aynı kefede biz deb helak olur gideriz.

Kur’ân Kâ‘b b. Eşref’e “Tâğut” Diyor

Kur’ân’da kendisine “tâğut” denilen bir diğer kişi de Kâ‘b b. Eşref’dir. Lakin Kâ‘b b. Eşref’in ismi Firavun’un ki gibi Kur’ân’da açıkça zikredilmez; ama içerisinde tâğut kelimesinin geçtiği bir ayet onun hakkında indiği için biz ona “tâğut” denildiğini anlarız.

Kâ‘b b. Eşref, Peygamber Efendimiz zamanında Medine’de yaşayan Yahudilerin önderlerinden ve ihtilaf anında kendisine müracaat ettikleri büyük zatlarından birisi idi. Bu zat, insanlar ihtilaf ettiğinde onların problemlerini çözer ve aralarında hükmederdi. Lakin bu işi yaparken Allah’ın koyduğu ölçüleri göz önüne almaz ve Allah’ın kanunları ile meseleleri çözüme kavuşturmazdı. Daha çok kendi arzu ve istekleri doğrultusunda hüküm verirdi. İşte onun bu tavrından dolayı Kur’ân ona “tâğut” demiştir.

Kâ‘b b. Eşref hakkında indiği söylenen ayet şu şekildedir:

“(Ey Muhammed!) Sana indirilen Kur’ân’a ve senden önce indirilen (kitaplara) iman ettiklerini zannedenleri görmüyor musun? Onlar, reddetmeleri kendilerine emrolunduğu hâlde, Tâğût’un verdiği hükme göre yargılanmak/muhakeme olmak istiyorlar. Şeytan da onları (haktan çok uzak) bir sapıklığa düşürmek istiyor.” (Nisâ Sûresi, 60)

Tefsir âlimlerimizden birisi olan İbn-i Kesîr, bu ayetin iniş sebebini şu şekilde ifade eder:

Ensâr’dan bir Müslüman ile bir Yahûdî anlaşmazlığa düşmüşlerdi. Yahûdî:

— Benimle senin aranda Muhammed hakem olsun, derken öteki:

— Benimle senin aranda Kâ‘b b. Eşref hakem olsun, dedi. Bu nedenle bu ayet-i kerime nazil oldu.

Şimdi ayetin Kâ‘b b. Eşref’e neden “tâğut” dediğini bir düşünelim?

O, Allah’ın indirdiği hükümlere uygun olup-olmadığına bakmadan insanlar arasında hükmediyor ve ihtilafa düşen kimselerin meselelerini çözüme kavuşturuyordu. Allah’ın hükümlerini göz ardı ettiği ve hiçe saydığı için ayet-i kerime ona “tâğut” adını vermişti.

Buradan hareketle şunu çok rahatlıkla söyleyebiliriz ki, bu gün de birileri insanlar arasında hükmederken eğer Allah’ın hükümlerini dikkate almaz, hiçe sayar ve sanki hiç yokmuş gibi davranırsa yahut Allah’ın hükümleri ile değil de başka hükümlerle hüküm verirse, Kâ‘b b. Eşref’e “tâğut” adı verildiği gibi ona da çok rahatlıkla “tâğut” adı verilir. Böylesi bir durumda ‘Ben Müslümanım’ diyen birisinin bunları reddetmesi, kabul etmemesi gerekir. Aksi halde o da onlardan sayılır ve onlarla beraber değerlendirilir.

Ayet-i Kerime’de geçen “Sana indirilen Kur’ân’a ve senden önce indirilen (kitaplara) iman ettiklerini zannedenleri görmüyor musun? Onlar, reddetmeleri kendilerine emrolunduğu hâlde Tâğût’un verdiği hükme göre yargılanmak/muhakeme olmak istiyorlar…” ifadesi hakikaten çok dehşet verici ve korkutucudur. Allah böylesi insanların imanlarının sadece “zan”dan ibaret olduğunu ve Allah katında en ufak bir değerinin olmadığını bildiriyor.

Ayette anlatılan ve iman etiğini zanneden bu insanlar kim?

Ne yapmışlarda Allah onların imanlarını yok saymış?

Bu soruları iyiden iyiye düşünmemiz lazım.

Ayetin zahirinden anlaşıldığına göre bu insanlar “tâğut” kapsamına giren kimselerin hükümlerine gitmeyi, onlara göre yargılanmayı ve bu hükümlerin kendilerine uygulanmasını kabul etmişlerdi.

Ayette yer alan istiyorlar ifadesi de gerçekten çok düşündürücüdür. Zahirden anlaşıldığına göre daha bu hükümler kendilerine uygulanmamıştır. Ama onlar bunların uygulanabilmesine, bunlarla hükmedilmesine razıdırlar. Onların bu rızası, imanın ortadan kalkmasına ve sadece ‘zan’ olarak kalmasına yetmiştir bile.

İşte bu nedenle bizlerin de, günümüzün Kâ‘b b. Eşreflerine karşı nasıl bir tavır içerisinde olduğumuzu iyi hesap etmesi ve konumunu iyi belirlemesi gerekmektedir. Aksi halde bizi cennete götürecek imanımız her an Allah katından “zan” ile damgalanabilir ve geçerliliğini yitirebilir.

Başka Nelere “Tâğut” Denir?

Tâğutlar, elbette ki Firavun ve Kâ‘b b. Eşref’le sınırlı değildir; sayıları ve çeşitleri çoktur. Ama bununla birlikte İslâm âlimleri tâğutu beş ana başlık altında incelemişlerdir.

1- Şeytan. Tâğutların en büyüğü hiç şüphesiz ki şeytandır. O, yeryüzünde işlenen tüm şirkin, küfrün ve tuğyanın asıl sorumlusudur. İnsanları Allah’a ibâdetten alıkoyduğu ve onları saptırdığı için tüm tâğutların elebaşı konumundadır. Bu özelliklerden dolayı birçok âlim şeytanı “tâğut” olarak adlandırmış ve onun reddedilmesi gereken ilk tâğut olduğunu belirtmiştir.

2- Putlar. Putlar da Allah’ın dışında ibâdet edilen varlık oldukları için tâğut kavramı içinde değerlendirilmiştir. Bu nedenle bazı âlimler ‘tâğut’ kelimesine anlam verirken onu “put” olarak tercüme etmiştir.

3- Sihirbazlar. Sihir, hakkı gizleyerek bâtılı insanlara süslü göstermek, şeytanlardan yardım alarak bazı sözlerle ve çeşitli vesilelerle insanları etkilemek, gibi anlamlara gelir. Sihrin gerçekleşmesi ancak ve ancak şeytanlardan alınan yardımlarla olur. Sihirbazların, büyünün tesir edebilmesi için öncelikle şeytanları razı etmesi gerekir. Bu nedenle kendilerine gelen insanlara, Allah’tan başkası adına kurban kestirir veya içerisinde birçok şirk sözü bulunan muska tarzı şeyleri boyunlarına astırırlar. Bunu yaparak insanları küfre sokmaya, dinden çıkarmaya çalışırlar. Bundan dolayıdır ki, İslam âlimlerinden bazıları onlar için “tâğut” ismi kullanmış ve bazı ayetleri bu şekilde anlamlandırmışlardır.

4- Kâhinler. Kâhin, kehânet yapan kimse demektir. Gaybı ve insanların idrakinin dışındaki bir takım işleri bildiğini iddia eder ve bu şekilde insanları kandırırlar. Bunlar kimi zaman gelecekten haber veririler, kimi zamanda kaybolmuş eşyaların yerlerini söylerler. Bunu da gökyüzünden kulak hırsızlığı yapan şeytanlardan öğrenirler. Onlar gaybı ve ileride meydana gelecek bazı şeyleri bildiklerini iddia ettikleri için kesinlikle kâfir olmuşlardır. İnsanları da buna inanmaya zorladıkları veya teşvik ettikleri için bazı âlimler onlara da “tâğut”  ismini vermiştir.

5-Allah’ın Şeriatına Aykırı Kanun Koyanlar. Bunlar da “tâğut” kapsamında değerlendirilirler. Allah’ın şeriatına aykırı kanun koyan ve Allah’ın kitabını terk ederek başka hükümlerle insanları sevk ve idare eden kimselerin “tâğut” olarak adlandırılacağını söyleyen birçok İslam âlimi vardır. Bunlardan birisi İbnu Kayyım el-Cevziyye’dir. O, tâğutu tanımlarken bu noktaya şu şekilde temas etmiştir:

Her kavmin tâğutu, Allah ve Rasülü dışında kendi hükmüne başvurdukları, Allah’ı bırakıp ibâdet ettikleri, basiretsizce Allah’ın dışında tabi oldukları veyahut da Allah’tan başka itaat ettikleri kimselerdir. Kim, Rasûlullah sallallâhu aleyhi ve sellem’in getirdiğinin dışında bir şeyin hükmüne başvurur veya o şeyle hüküm verirse tâğut ile hükmetmiş ya da tâğuta muhâkeme olmuş demektir.”[2]

Altı çizili yerleri dikkatlice okuyarak bu âlimin tâğut kelimesini nasıl da Allah ve Rasülü’nün koyduğu hükümlerden başka hükümler koyan ve insanların kendilerine müracaat etmelerini sağlayan kimseler olarak adlandırdığını görmeni isterim.

 Allah’ın şeriatına aykırı kanun koyan ve Allah’ın kitabını terk ederek başka hükümlerle insanları yöneten kimselere “tâğut” adını veren bir diğer âlim de, üstte kendisinden nakil yaptığımız İbn Kayyım’ın hocası olan İbn Teymiyye’dir. O, tâğut kelimesini izah ederken şöyle der:

 “Allah’a isyanı gerektiren hususlarda, hidayet ve hak dine uymamakta kendisine itaat olunan her şey tâğuttur. İşte Allah’ın kitabından başkası ile hükmeden ve bu maksatla hükmüne başvurulan kimseye tâğut adının verilişi bundan dolayıdır. Bundan dolayı Allah Firavun’u ve Âd kavmini ‘tâğut’ olarak adlandırmıştır.[3]

Yakın zaman âlimlerinden de bu tarz tanımları yapan ve İslam’a aykırı kanunlarla hükmeden kimseleri “tâğut” olarak değerlendiren kimseler vardır.

Şeyh Muhammed el-Faki der ki:

“İslam şeriatına muhalif kanunlarla hükmetmek, insanın kan, mal ve ırzı konusunda hüküm vermek için konulan bütün kanunlar, Allah’ın şeriatı olan hadleri kaldıran, faizin zinanın ve içkinin haramlığını iptal eden bütün beşeri kanunlar tâğut kavramına girerler. Zaten böyle kanunların her biri başlı başına birer tâğuttur.”[4]

Alim sözlerini ve nakilleri çoğaltmak mümkündür. Tüm bunlar bize açıkça göstermektedir ki, günümüzde Allah’ın kitabı olan Kur’ân ile insanları yönetmeyen her devlet ve her idare tâğuttur ve ‘Ben müslümanım’ diyen her fert tarafından desteklenmesi şöyle dursun, reddedilmesi zorunludur. Rabbimiz şöyle buyurur:

“Dinde hiç bir zorlama yoktur. Gerçekten iman ile küfür apaçık meydana çıkmıştır. Artık her kim Tâğutu red (ve inkâr) eder ve Allah’a iman ederse o, kopması mümkün olmayan sapasağlam bir kulpa tutunmuş olur. Allah işitendir, bilendir.” (Bakara Sûresi, 256)

Bu ayet-i kerime, Allah’a iman etmeden önce tâğutu inkâr etmeyi bizlere emretmektedir. Sağlam olan kulpa yapışmayı tâğutu inkâr şartına bağlamıştır. Bu şart gerçekleşmeden ortaya atılan iman iddiası sadece bir “iddiadan” ibaret kalacaktır. Dolayısıyla ‘Ben müslümanım’ diyen bir kimsenin üstte zikretmeye çalıştığımız maddelerde adı geçen tâğutları reddetmesi, kabul etmemesi ve onlardan uzak durması gerekmektedir. Ama gelin görün ki günümüz dünyasında ‘Ben müslümanım’ diyen insanların birçoğu —maalesef— bu tâğutları desteklemekte, onlara sevgi göstermekte ve onlarla el ele gezmektedir. Bu musibetten Rabbimize sığınıyor ve bir an önce bu despot zalimlerden, işbirlikçi tâğutlardan Ümmet-i Muhammed’i kurtarmasını niyaz ediyoruz.

Milliyetçilik, ırkçılık, Allah’ın indirdiği ile hükmedilmeyen meclisler, anayasaları Kur’ân olmayan yönetimler; demokrasi, laiklik, komünizm ve benzeri idare tarzları da çağımızın muteber âlimlerinin “tâğut” olarak nitelendirdikleri şeylerdendir. Tüm bunlardan sakınmak gerekir.

Kur’ân Meâli Okurken Aman Dikkat!

Görüldüğü üzere Kur’ân Allah’ın kanunlarını hiçe sayarak halkları yöneten, aralarında Allah’ın yasalarından ayrı yasalarla hükmeden kimseleri “tâğut”  olarak adlandırmıştır. Bu gerçeğe rağmen bazı Kur’ân tercümesi yapan insanlar —kasıtlı veya kasıtsız— tâğut kelimesini ya şeytan olarak tercüme etmekte ya da put diyerek geçiştirmektedir. Oysa bunlar tâğut kelimesini bütünüyle kapsamamaktadır. Ve bu şekilde tâğut kelimesini şeytanla veya putla tercüme etmek, bu kelimenin anlamını daraltmaktır ki, bu asla câiz değildir.

Eğer Allah, bizlerin şeytanı inkâr etmesini isteseydi o zaman tâğutu inkâr edin, demez şeytanı inkâr edin, derdi. Aynı şekilde eğer Allah bizlerin sadece putları inkâr etmesini isteseydi o zaman putları inkâr edin, derdi. Ama Allah bizlere böyle demiyor; aksine tâğutu inkâr edin, diyor. Bu da gösteriyor ki bu kelime çok kapsamlı bir kelimedir ve tüm bu manaları içerisine almaktadır. Bir insan, böylesi tercümelerden Kur’ân okuyacak olsa, aklına tâğut denilince hemen ‘şeytan’ veya ‘put’ gelecek ve tâğut kelimesinin kapsamına girdiği halde, sırf bu yanlış tercümeden ötürü birçok tâğut o kişinin benliğinde tâğut olmaktan çıkacaktır.

İslam âlimleri: “اختلاف الاسماء يدل علي اختلاف المعني /İhtilâfu’l-esmâ yedullu alâ ihtilâfi’l-ma‘nâ” yani “İsimlerin farklı olması, mananın da farklı olduğunu gösterir” kaidesi ile bu tür yanlışlıkların önüne set çekmişlerdir. Yukarıda değindiğimiz hata da aslında bu kaidenin tatbik edilmemesinden kaynaklanmaktadır. Tâğut lafzını sırf ‘şeytan’ olarak tercüme edenler bu kaideyi göz ardı etmemiş olsalardı, insanların yanlış anlamalarına sebep olmazlardı. Hâlbuki ‘şeytan’ ayrı bir lafız, ‘tâğut’ ayrı bir lafızdır. Bu iki ismin farklı lafızlarla gelmesi manalarının da ayrı olmasını gerektirir. Elbette ki şeytan tâğuttur; ama tâğut sadece şeytan değildir. Eğer böyle olmuş olsaydı Allah Teâlâ’nın içerisinde ‘tâğut’ lafzı geçen ayetlerde ‘tâğut’ yerine ‘şeytan’ kelimesini kullanması gerekmez miydi? Üstelik Nisa Sûresi 76’da: “İman edenler Allah yolunda, kâfir olanlarda tâğut yolunda savaşırlar. O halde şeytanın destekçileri ile savaşın. Şüphe yok ki şeytanın hilesi pek zayıftır” buyurarak, tâğut ile şeytan kelimelerini aynı ayet içerisinde kullanmıştır. Bu da göstermektedir ki ‘şeytan’ ile ‘tâğut’ farklı farklı şeylerdir.

Son olarak diyoruz ki: Her şeytan bir tâğuttur; ama her tâğut şeytan değildir. Bu ayırıma dikkat etmek gerekir, çünkü birçok insan bu konuda yanılgıya düşmektedir.

Tâğutu Nasıl Red ve İnkâr Edeceğim?

Tâğutu red ve inkâr etmek, deyince bazıları haklı olarak “Hocam! İmanımızı çalan bu tâğutu nasıl inkâr edeceğiz?” diye sorabilir. Bu, çok yerinde ve gerekli bir sorudur. Öyle ya nasıl inkâr edeceğimizi bilmediğimiz zaman inkârımızda eksiklik olmaz mı? Zaten kimi insanlar kendilerinin tâğutu inkâr ettiğini zannettiği halde, hakikatte tâğutu inkâr etmemişlerdir. Bunun sebebi de tâğutu nasıl inkâr edeceklerini bilmemeleridir. Çünkü bu sadece söz ile olacak bir şey değildir; aksine hem inanç, hem söz, hem de amel ile gerçekleşen bir olaydır.  Bu üç maddeden birisinin eksik olması halinde tâğut inkâr edilmiş sayılmayacaktır. Şimdi tâğutu nasıl inkâr etmemiz gerektiğini maddeler halinde zikredelim:

  1. Tâğutun “İnanç” İle Reddedilmesinin Şekli

Bu, kişinin kalben tâğuta buğzetmesi, onu sevmemesi, ona düşmanlık beslemesi, onun ve ona itaat edenlerin kâfir olacağına inanması şeklinde olur. Tâğutun bu şekilde inkâr edilmesi hususunda hiç kimse mazeretli sayılmaz; çünkü hiçbir kimsenin başka birisinin kalbine girmesi veya onun kalbi üzerinde hâkimiyet kurması mümkün değildir. Bu nedenle Tâğutları seven, onlara sempati duyan, onlara buğz ve düşmanlık etmeyenler asla tâğutu reddetmiş sayılmazlar.

 

  1. Tâğutun “Dil” İle Reddedilmesinin Şekli

Bu, kişinin tağuları ve onların yardakçılarını tekfir etmesi, onların Müslüman olmadıklarını söylemesi, onlara her fırsatta kin ve nefretini açığa vurması ve onlardan beri olduğunu ilan etmesi ile olur.

  1. Tâğutun “Amel” İle Reddedilmesinin Şekli:

Bu da kişinin hiçbir şekilde onlara destek vermemesi, onları yönetici, lider ve baş seçmemesi ve her fırsatta onlardan ictinâb ederek uzak durması sureti ile olur.

“Tâğuta ibâdet (ve itaat) etmekten uzak duran ve Allah’a yönelenler var ya işte onlar için müjde vardır.” (Zümer Sûresi, 17)

“Ey iman edenler! Kâfirleri veli (dost, yardımcı, yönetici) edinmeyin!” (Nisa Sûresi, 144)

İşte tâğutun reddedilmesinin hakiki şekli ve niteliği budur. Kim bu üç maddede anıldığı şekliyle tâğutu reddederse gerçek anlamda tâğutu reddetmiş olur. Kimde bunlardan birisini eksik yaparsa onun tâğutu reddedişi noksandır; binlerce kez dili ile tekrar etse de o tâğutu reddetmiş değildir.

 

 

 

Faruk Furkan

(Lâ İlâhe İllallâh Ne Demek Biliyor musun?

adlı eserden alıntılanmıştır.)

 



[1] Burada şöyle bir itiraz ortaya atılabilir: Allah’ın dışında ya da Allah ile beraber kendisine ibadet edilen bir varlık eğer tâğut oluyorsa, acaba Hz. İsâ gibi birilerinin kendisine ibadet ettiği zatlar da tağut oluyor mu?” Bu soru aslında çok yerinde ve mantıklı bir sorudur. Bu sorunun cevabı şu şekildedir: İslam âlimleri tağutu tanımlarken özellikle “kendisine ibadet edilmesine müsaade eden ve bundan razı olan” kaydını zikretmişlerdir. Dolayısıyla Hz. İsâ gibi Allah’a kul olan zatlar, asla kendilerine yapılan ibadetlerden razı olmamışlardır ve olmayacaklardır. Bu nedenle onların bu tanım kapsamına girmeleri söz konusu değildir. Ama bu gün bazı tasavvuf çevrelerinde kimi şeyh efendiler kendilerine secde edilmesine müsaade etmekte ve yalnızca Allah’a yapılması gereken bir ibadetin taraflarına yöneltilmesine razı olmaktadırlar. Onlardan her kim böyle bir şeyin yapılmasına razı olursa kesinlikle kafir olur ve Kur’an’da tabir edilen “tâğut” kavramı onun için de kullanılır.

[2]    İ’lamu’l-Muvakkıîn, 1/50.

[3]    Mecmuu’l-Fetâva, 28/200.

[4]    Fethu’l-Mecîd, sf. 282.

Okunma Sayısı:4992