“Dikkat edin! Şüphesiz ki bedende bir et parçası vardır ki, o doğru olduğunda tüm beden doğru olur, eğer o bozuk olursa tüm beden bozuk olur. Dikkat edin, o et parçası kalptir!” (Buharî, İman, 52.)

UMUMÎ TEKFİR HER ZAMAN MUAYYEN TEKFİRİ GEREKTİRMEZ

 

بسم الله الرحمن الرحيم

Rahmân ve Rahîm Olan Allah’ın Adıyla…

 

التكفيرالعامّ لا يستلزم دائماً التكفير المعيّن

 “Umumî tekfir her zaman muayyen tekfiri gerektirmez” kaidesi Ehl-i Sünnetin Kur’an ve Sünnetten istinbat etmiş olduğu önemli kaidelerden birisidir. Bu kaide sayesinde tekfirde yapılan hataların önüne geçilmiş ve mesele hakkındaki yanlışların önüne set çekilmiş olur. Yine bu kaide Ehl-i Sünneti diğer fırkalardan ayıran temel bir farika niteliğindedir. Ehl-i Sünnet dışı birçok bidatçi fırka bu kaideye muhalefetin neticesi olarak hiçbir şart ve mani tanımaksızın her surette Müslümanları tekfir etmeye yönelmiştir. Ehl-i Sünnet ise o fırkaların aksine bu kaideyi kendilerine esas almak suretiyle kişilerde küfrün sübutu için bir takım şartlar aramış ve manileri gözetmiştir.  Tekfir yoluna ancak bu şart ve manilerin gözetilmesi sonucu girmiştir.

Bu kaidenin tafsilatına girmeden önce umumî tekfir ve muayyen tekfirin ne demek olduğunu kısaca izah etmek gerekir.

Umumî tekfir; bir söz ve amelin küfür olduğuna hükmetmektir. “Bu söz küfürdür, şu amel şirktir, kim bunu yaparsa kâfir olur, kim şu sözü söylerse küfre düşer” demek gibi. Bu işleme umumî tekfir veya diğer bir ifadeyle mutlak tekfir denilir. Burada önemli olan -tekfirin manilerinden bir maninin bulunma ihtimalinden dolayı- hükmü müşahhas/somut hale getirmemektir. Yani hükmü o fiili yapan şahsa indirgememektir. Dolayısıyla umumî tekfir kişi hakkında değil sebep hakkında hüküm vermektir.

Muayyen tekfir ise; bu hükmü bizzat faile indirgeyerek ona kâfir hükmü vermektir. Burada fiil değil o fiili yapan fail hedef alınmaktadır. Dolayısıyla muayyen tekfir de asıl olan faildir, fiili işleyen kimsenin bizzat kendisidir.

Bu kısa girişten sonra mezkûr kaidenin delillerini zikretmeye geçebiliriz.

1-) Rasûlullah sallallâhu aleyhi ve sellem buyurur ki:

“Cibril bana geldi ve: ‘Ey Muhammed! Şüphesiz ki Allah içkiyi, onu sıkanı, sıktıranı, içeni, taşıyanı, kendisine taşınanı, satanı, satın alanı, dağıtanı ve dağıtılmasını isteyeni lanetlemiştir’ dedi”[1]

Bu hadiste içki içen ve buna sebep olan herkes umumî bir lanetle lanetlenmiş ve genel bir lanete tabi tutulmuştur. Yani içkiyi içen, alan, satan ve hadiste zikri geçen diğer kimselerin hepsi lanetlidir, mel‘undur. Dolayısıyla biz içki içmenin, almanın, satmanın vs. vs. melanetli bir iş olduğuna hükmedebiliriz. Veya “Kim içki içerse mel‘undur, içki içen lanetlidir, Allah’ım, içki içene lanet et!” diyebiliriz. Bu tür genelleme yapabiliriz. Böylesi bir işlem genel bir lanettir; umumî bir tel‘indir.

Bu hadisimizde böylesi bir genelleme yapılmış olmasına rağmen buna mukabil bazı hadis kitaplarında şöyle bir hadis mevcuttur:

Rasûlullah sallallâhu aleyhi ve sellem zamanında Abdullah isminde bir adam vardı. İnsanlar tarafından “himar” diye lakaplandırılmıştı. Bu kişi Rasûlullah sallallâhu aleyhi ve sellem’i ara sıra güldürürdü. Hz. Peygamber ona içki içtiği için sopa vurma cezası uygulamıştı. Bir gün bu şahıs yine Rasûlullah sallallâhu aleyhi ve sellem’in huzuruna getirildi. Hz. Peygamber ona sopa cezası uygulanmasını emretti. Bunun üzerine değnekle dövüldü. Topluluktan birisi “Ya Rabbi şu adama lanet et, içki yüzünden ne kadar da çok huzura getiriliyor!” dedi. Bunun üzerine Rasûlullah sallallâhu aleyhi ve sellem “Ona lanet okumayınız! Vallahi kesin olarak biliyorum ki bu zat Allah’ı ve Rasûlünü sevmektedir” buyurdu.[2]

Görüldüğü üzere Rasûlullah sallallâhu aleyhi ve sellem içki içen herkesi -üstteki hadiste olduğu gibi- lanetlemiş olmasına rağmen bu hükmü bir maninin/engelin bulunması sebebiyle sahabîsine indirgememiş hatta lanetlenmesine mani bile olmuştur.

Hadisten anlaşıldığı üzere ismi geçen sahabî içkiye müptela olmuş birisiydi. Hadiste yer alan “içki yüzünden ne kadar da çok huzura getiriliyor” sözü buna işaret etmektedir. Hâlbuki şu hadislerde olduğu gibi içki tiryakilerinin puta tapan kimse gibi olduğu ifade edilmiştir. Rasûlullah sallallâhu aleyhi ve sellem şöyle buyurur:

“İçki tutkunu puta tapan kimse gibidir.”[3]

“Puta tapan kimse” şeklindeki bu genel hükmün o sahabîye hamledilmesi caiz değildir; çünkü onun nezdinde bu kötülüğü örtecek ve ona içki hakkında varit olan va‘îdin/tehdidin bitişmesini men edecek bir hasenesi vardı. Bu hasene onun Allah ve Rasûlünü sevmesidir. Bilinmelidir ki, iyilikler kötülükleri örter.[4]

2-) Ebu Hureyre (r.a) şöyle anlatır: Rasûlullah sallallâhu aleyhi ve sellem’e içki içmiş olan bir adam getirildi. Rasûlullah sallallâhu aleyhi ve sellem: “Ona vurunuz” buyurdu. Ebu Hureyre radıyallahu anh der ki: “Bizden kimi eli, kimi ayakkabısı, kimi de elbisesi ile vurdu. Ayrılın­ca (dövme işi bitince) topluluktan birisi: “Allah seni rezil rüsva etsin” dedi. Bunun üzerine Rasûlullah sallallâhu aleyhi ve sellem: Öyle demeyiniz, ona karşı şeytana yardım etmeyiniz” buyurdu.[5]

-Üstteki hadislerde olduğu gibi- içki içen kimse hakkında nasslarda varit olan genel hüküm ona lanet okunması ve beddua edilmesidir. Ama burada Rasûlullah sallallâhu aleyhi ve sellem bunu yasaklamış ve içki içmesine rağmen o sahabîye rahmet okunmasını ve lehinde dua edilmesini emretmiştir.

3-) Başlarında Kudâme b. Maz‘ûn’un bulunduğu bazı sahabîler Maide Suresinde bulunan İman edip salih amellerde bulunanlar için korkup sakındıkları, iman ettikleri ve salih amellerde bulundukları, sonra korkup sakındıkları ve iman ettikleri ve sonra (yine) korkup sakındıkları ve iyilikte bulundukları takdirde yedikleri dolayısıyla bir sorumluluk yoktur. Allah, iyilik yapanları sever.” (Maide, 93) ayetini tevil ederek içki içmeye başlamışlar ve içkinin helal olduğunu söylemişlerdi. Onlar bu sırada Şam’da bulunuyorlardı. Hz. Ömer onların böyle söylediğini duyunca hemen kendilerini Medine’ye çağırdı. Onların bu durumunu Medine’deki sahabîlerle istişare etti. Sahabîlerden bazıları:

- “Ey müminlerin emiri! Bizler onların Allah’a iftira ettiklerini ve izin vermediği hususlarda Allah’ın dininde bazı şeyleri meşru kabul ettiklerini görüyoruz. Sen onların boyunlarını vur!” dediler. O esnada Hz. Ali sukut etmekteydi. Hz. Ömer kendisine:

- “Senin onlar hakkındaki görüşün nedir ey Hasan’ın babası!” diye sordu. Bunun üzerine Hz. Ali:

- “Ben onları tevbeye davet etmeni uygun görüyorum. Eğer tevbe ederlerse içki içmelerinden ötürü seksen sopa vurursun. Şayet tevbeye yanaşmazlarsa Allah’a iftira ettikleri ve izin vermediği hususlarda Allah’ın dininde bazı şeyleri meşru kabul ettikleri için boyunlarını alırsın” dedi. Onlar Medine’ye geldiklerinde Hz. Ömer delil getirmiş oldukları ayetin gerçek manasını onlara izah ettikten sonra kendilerini tevbeye davet etti. Onlar bunun ardından tevbe ettiler ve kendilerine seksen sopa vuruldu. En sonunda Hz. Ömer Kudâme radıyallahu anh’e:

- “Eğer sen sakınıp salih ameller işlemiş olsaydın içki içmezdin” dedi.[6]

Kudâme radıyallahu anh’ın delil olarak öne sürdüğü ayet Uhud Muharebesinden sonra nazil olmuştu. Sahebîlerden bazıları “İçki haram kılındı; ancak o haram kılınmadan önce içki içerek ölen arkadaşlarımızın durumu ne olacak” diye sormaya başladılar, bunun üzerine Allah celle celâluhu haram kılınmasından önce bir şeyi tadan kimselerin sakınıp salih amel işledikleri sürece bundan sorumlu olmayacağını belirterek bu ayeti indirdi. Kudâme radıyallahu anh ve beraberindeki sahabîler bu ayeti tevil ederek ayetin kendilerini de kapsayacağı zannına kapıldılar ve kendileri için içkiyi helal saydılar!

Bu olayın konumuza delil olma yönü şu şekildedir: İçkiyi helal kabul etmek tüm ulemaya göre küfürdür. İçkiyi helal kabul eden kâfir olur.  Sahabede bunu böyle anlamıştır. Bu umumî tekfirdir. Ancak onlar tevilleri ve Allah’ın o ayetteki muradını yanlış anlamaları nedeniyle huccet ikame edilmeden önce muayyen olarak tekfir edilmemişlerdir.[7] İşte aynı şekilde bir Müslüman makbul bir tevile dayanarak akidevî bir hata yapsa huccet ikame edilmeden hemencecik tekfir edilmez. Biz öncelikle onun bu amelinin küfür olduğunu söyleriz, böylesi bir ameli işleyenlerin küfre düşeceğini ifade ederiz; ama muayyen olarak böylesi bir Müslümanı olayın perde arkasını iyice öğrenmeden tekfir etmeyiz. Kudâme radıyallahu anh olayında sahabenin tavrı bu idi. O günden bu güne Ehl-i Sünnet âlimlerinin de tavrı aynıdır. Yani umumî tekfir ile muayyen tekfirin arasını bir birinden ayırmaktır.

4-) “Herhangi birinizin tevbesinden dolayı Allah’ın duyduğu hoşnutluk ıssız çölde giderken üzerindeki yiyecek ve içeceği ile birlikte devesini kaybetmiş ve tüm ümitlerini de yitirmiş halde bir ağacın gölgesine uzanıp yatan, derken devesinin yanına dikiliverdiğini gören ve yularına yapışarak aşırı sevincinden dolayı ne söylediğini bilmeyerek ‘Allah’ım sen benim Rabbim ben de senin kulunum’ diyeceği yerde, ‘Allah’ım, Sen benim kulumsun ben de senin Rabbinim’ diyen kimsenin sevincinden çok daha fazladır.”[8]

Hadiste yer alan “Allah’ım, Sen benim kulumsun ben de senin Rabbinim” sözü haddi zatında küfrü mucip bir sözdür. Bir kul hâşâ kendisinin Allah’ın rabbi olduğunu söylese bu söz nedeniyle kâfir olur; ancak buradaki adam aşırı sevincinden dolayı ne dediğini bilememiş ve dilinin sürçmesi sonucu bu sözü söylemiştir. O adam asıl itibariyle küfür kelimesini telaffuz etmeyi kastetmemişti. Ancak aşırı sevinci nedeniyle ağzından böyle bir kelime çıkıvermişti. Onun bu hali kendisinin küfre düşmesine engel olmuştu.[9]

Bu konuda daha onlarca delil vardır. Biz maksadın hâsıl olduğunu düşündüğümüzden dolayı bu kadarıyla iktifa ediyoruz. Şimdi izahını yapmaya çalıştığımız bu kaideyi kitaplarında sıkça zikreden ve belkide kaidenin bu şekilde formüle edilmesinde en önemli rolü oynayan İbn-i Teymiyye’nin bu kaideye ilişkin bazı sözlerini aktarmaya çalışacağız. O Mecmuu’l-Fetâvâ adlı eserinde şöyle der:

“Söylenen söz, mutlak olarak sahibinin tekfir edildiği türden olabilir ve genelde bunu ifade etmek için, “Kim şöyle derse kâfir olur” ifadesi kullanılır. Ancak bu sözü söyleyen kişi, gerekli olan hüccet ikamesi yapılmadan önce tekfir edilmez. Allah Teâlâ’nın, “Haksızlıkla yetimlerin mallarını yiyenler şüphesiz karınlarına ancak ateş tıkınmış olurlar; zaten onlar alevlenmiş ateşe gireceklerdir” (Nisa, 10) ayetinde olduğu gibi, vaîd ile ilgili olan nassların durumu bu şekildedir. Bu ve buna benzer nasslar hak olan vaîdi bildirir. Ancak gerekli olan şartların oluşmaması ve engellerin de kalkmaması sebebi ile mutlak olan bu vaîd muayyen bir şahsa indirgenemez. Çünkü işlediğinin haram olduğu kendisine açıklanmamış veya bu yaptığından tevbe etmiş veya işlediği bu haramın affedilmesine sebep olacak derecede iyilikleri fazla olmuş ya da kendisine şefaat edilmiş olabilir. 

Küfür olarak nitelenen sözler de böyledir. Kişiye hakkı bildiren nasslar ulaşmamış olabilir, ulaşmış olsa bile onları sabit görmemiş olabilir veya anlamamış olabilir ya da Allah Teâlâ’nın mazur göreceği şüpheler ile karşılaşmış olabilir. Hak peşinde olup hata yapan mü’minin hatasını ne olursa olsun Allah Teâlâ bağışlar. Bu hatanın nazari veya ameli konularda olması farketmez. Rasûlullâh sallallâhu aleyhi ve sellem’in ashabı ve ümmetin imamlarının görüşü budur."[10]

“Meselenin aslı şu şekildedir: Kitap, sünnet ve icma ile küfür olduğu sabit olan bir söz için “Bu mutlak küfürdür” denir. Şer‘î deliller bunu göstermektedir. İman; Allah ve Rasûlü sallallâhu aleyhi ve sellem’den öğrenilen hükümlerdendir. İnsanların zan ve hevalarına göre karar verecekleri bir konu değildir. Hakkında tekfirin şartları sabit olmadıkça ve engelleri ortadan kalkmadıkça, bu tür sözleri söyleyen her kişi hakkında küfür hükmü verilmez. İslam’a yeni girmiş olması veya ilimden uzak bir yerde yetişmiş olması sebebiyle içkinin veya faizin helal olduğunu söyleyen kişi bu kabildendir.”[11]

Belirli bir takım sözler hakkında mutlak olarak nakledilen tekfir hükümlerini onlara açıklıyordum. Bu sözlerin doğruluğunun üzerinde duruyor ancak muayyen tekfirin bundan ayrılması gerektiğini belirtiyordum. Ümmetin, temel usul konularından biri olarak hakkında ihtilaf ettiği ilk mesele vaîd (tehdit) konusudur. Kur’an’da vaîd ile ilgili ayetler mutlaktır. Mesela “Haksızlıkla yetimlerin mallarını yiyenler şüphesiz karınlarına ancak ateş tıkınmış olurlar; zaten onlar alevlenmiş ateşe gireceklerdir" (Nisa, 10) ayetinde olduğu gibi. Bu, genel ve mutlak bir hükümdür. Selefin yaptığı da budur. Halbuki muayyen kişi için ceza (vaîd) hükmü, tevbe ile, günahları silen iyilikler ile, musibetler ile veya makbul bir şefaat ile ortadan kalkmış olabilir.

Tekfir de bir ceza tehdididir. Söylediği, Rasûlullâh sallallâhu aleyhi ve sellem’in söylediğini yalanlamak da olsa, kişinin İslam’a yeni girmiş veya ilim muhitinden uzak bir yerde yaşamış olması yahut söylediği sözün küfür olduğuna dair nassları duymamış veya duymuş olsa bile sahih veya sabit görmemiş yahut yanılmış olsa bile kendisince onları te’vil etmiş olması sebebiyle hakkında kesin delil kaim olmadıkça inkar ettiği şeyler yüzünden kafir olmayabilir.”[12]

Meseleyle alakalı Şeyhu’l İslam’ın daha birçok sözü vardır. O, bu meseleyi kitaplarında detaylıca ele almış ve hiçbir kapalılığa yer vermeyecek şekilde konuyu izah etmiştir.

Bir Uyarı

  Bu genel kaidenin anlaşılması noktasında bazıları kaideyi umumîleştirmek suretiyle büyük bir hataya düşmüşler ve umumî tekfirin hiçbir zaman muayyen tekfiri gerektirmeyeceğini söylemişlerdir. Bu son derece hatalı bir yaklaşımdır. Biz bu hatanın önüne geçmek için -Ebu Basir’in de ifade ettiği gibi- “her zaman” kaydını getirdik. Yani umumî tekfir muayyen tekfiri “her zaman” gerektirmez, ama bazı zamanlarda gerektirebilir. Buraya üstadın cümlelerini olduğu gibi tercüme etmekte fayda mülahaza ediyorum. O, “İslam Dininden Çıkaran Ameller” adlı eserinde der ki:

“Bir şeyin küfür olduğu hakkında söylenen söz, o şeyi yapan kimsenin de kâfir olmasını her zaman gerektirmez. Zira kişi hakkında küfür hükmünün verilmesine ve tehdidin geçerli olmasına engel olacak şer’i muteber tekfir engelleri bulanabilir. Ancak eğer ki, tekfirin şartları meydana gelmiş ve engeller de ortadan kalkmış ise, Şari’nin hükmüne uyarak bu kişi tekfir edilir.”[13]

Yazar “Kava‘id fi’t-Tekfir” adlı eserinde buna yakın cümleler söyledikten sonra şu önemli cümlelere yer vererek der ki:

“Allah’ın hükümlerinin vakıaya indirgenmeden askıda kalması (işlevsiz bırakılması), ve şer‘î bir engel olmaksızın onu hak edenlere ulaştırılmaması asla caiz değildir.”[14]

Gerçektende bu cümleler zikredilmeye ve altı çizilmeye değerdir. Kitabın ilk bölümlerinde açıkladığımız üzere tekfir Allah’ın bir hükmüdür ve Allah’ın bu hükmünün onu hak edenler için atıl ve işlevsiz bırakılması asla caiz değildir. Allah’ın hükümleri yürürlüğe konmak için gelmiştir; atıl bir vaziyette terk edilmesi için değil. Unutmayalım ki, vakıası olmayan hükümler abesten başka bir şey değildir. Allah’ın hükümleri ise abes olmaktan uzak ve münezzehtir.

Bu uyarıyı burada zikretmemizin nedeni -kısmen de işaret ettiğimiz gibi- bazı art niyetli insanların bu kaideyi saptırma girişimlerinin önüne geçmektir. Bu art niyetli insanların başında hiç kuşkusuz tağutların küfrünü örtbas etmek için olağanca gücüyle mücadele veren ve onları temize çıkarmak için bin dereden su getirmeye çalışan Mürcie zihniyetli çağdaş ulema (!) gelmektedir. Onlar muhtelif kitap ve konuşmalarında bu kaideyi “umumî tekfir hiçbir zaman muayyen tekfiri gerektirmez” diyerek tahrif etmektedirler. Hâlbuki umumî tekfir bazen muayyen tekfiri gerektirir. Burada dikkat edilmesi gereken şartların oluşması ve engellerin[15] ortadan kalkmasıdır. Şartlar oluşup engeller ortadan kalktığında tekfir hükmünün icra edilip hak eden şahsa indirgenmesi tekfircilik olmaktan öte Allah’ın bir hakkı ve şeraitinin bir hükmüdür. Ehl-i Sünnet bu hususta icma‘ etmiştir. Bu hususa muhalefet eden ya muanid bir Mürcie ya da hain bir sapıktır.

Şimdi bu hususu ispat için İslam âlimlerinden bazılarının muayyen olarak küfür hükmü verdiği bazı olaylar zikredelim ki bu sayede kaidemizin doğruluğu ortaya çıkmış olsun.

1) İmam Zehebi “Kitabu-l Arş” isimli eserinde nakleder: Cehm’in karısının yanında bir adam “Allah arşı üzerindedir” dedi. Buna karşılık kadın “Mahdut bir şey mahdut bir şeyin üzerinde” deyince İmam Esmaî “O bu sözüyle kâfir oldu” demiştir.[16]

2) İmam Ahmed b. Hanbel'e bir adamın “Kuran'ın lafızları mahlûktur. Kim Kuran'ın lafızları mahlûktur demezse kâfirdir” sözünü duyunca “Bilakis o kendisi kâfirdir. Allah onu kahretsin” demiştir.[17]

3) Yine İmam Ahmed'in yanına iki adam gelir. İmam Ahmed onlardan bir tanesine “Allah'ın ilmi hakkında ne dersin?” diye sorar. Adam “Allah'ın ilmi mahlûktur” deyince İmam Ahmed adama “Sen kâfir oldun” demiştir.[18]

4) Bir adam İmam Şafi'nin, huzurunda Kur’an mahlûktur” demişti. Bunun üzerine Şafi‘î “Sen yüce olan Allah'a kâfir oldun” diye mukabelede bulundu.[19]  

5) Şeyh Ebu Bekir Ahmed b. İshak b. Eyyub bir adamla tartışır. Şeyh “Bize şu rivayet etti ki” diye hadis okumaya başlayınca adam “Bırak ‘şu bize rivayet etti’ demeyi! Nereye kadar bunu diyeceksin” deyince İmam o adama “Kalk ey kâfir! Bundan sonra ebediyen senin benim evime girmen helal değildir” demiştir.[20]

6) Hafız İbn-i Hacer şöyle der: “Şeyhimiz Hafız Siracuddin Belkînî’ye İbn-i Arabî hakkında sordum da o duraksamaksızın hemen “O kâfirdir” diye cevap verdi."[21]

7) İbn-i Teymiye Sadreddin Konevî hakkında şöyle der: “O küfür bakımından şeyhinden (yani İbn-i Arabî’den) daha ileri, ilim ve irfan bakımından ise daha geridedir. Zaten bunların tuttukları yol küfür yolu olduğuna göre küfürde ustalık sahibi olanların daha fazla kâfir olacaklarında şüphe yoktur.”[22]

8) Yine İbn-i Teymiye Tilmisanî hakkında “O Hıristiyanlardan daha kâfirdir” demiştir.

9) İbn-i Teymiye’nin İbn-i Arabî’yi, İbn-i Sebîn'i, Fahreddin Razi’yi muayyen olarak tekfir ettiği malum ve meşhurdur.

10) İmam Gazalî İbn-i Sina’yı bizatihi tekfir etmiştir.[23]

Biz burada bu nakilleri bir bir zikretmeye kalksak ne sayfalar kifayet eder ne de kalemler. İslam âlimlerinin muayyen olarak tekfir ettiği o kadar insan vardır ki, bunlar sayılmayacak kadar çoktur.[24]

Bizim bu nakilleri vermekteki amacımız izahını yapmaya çalıştığımız kaidenin umumîleştirilmesinin yanlışlığını ortaya koymaktır. Bu kaideyi bu şekliyle formüle eden ve bu noktada hassasiyetiyle maruf olan İbn-i Teymiyye bile onlarca şahsı -engeller ortadan kalktığı için- tekfir etmekten geri durmamıştır. Demek ki, bu kaide alelıtlak kullanılan bir kaide değildir. Bunun bir takım şartları, manileri ve kayıtları vardır. Bunlara dikkat edildiğinde meselenin etrafı çizilmiş ve çember içerisine alınmış olur. Dolayısıyla bunları gözeten bir insan tekfirde hataya düşmekten kendisini muhafaza eder.

Muayyen Bir Kişinin Tekfir Edilebilmesi İçin

Dikkat Edilmesi Gereken Şartlar

Muayyen olarak bir kişinin tekfir edilebilmesi için geçen satırlarda da kısmen değinmiş olduğumuz bazı şartlar vardır. Bu şartları şu şekilde özetleyebiliriz:

1-) Tekfirin Engellerinin Ortadan Kalkması[25]

Müslümanlığı sabit olan bir şahsın küfür ameli işledikten sonra tekfir edilebilmesi için ilk şart -şayet varsa- onun katındaki engellerin izale edilmesidir. Bu engeller ortadan kalktıktan sonra bir şahsın tekfiri -diğer şartlarında sübutu gözetilerek- caizdir. Kısa bir örnekle konuyu açıklığa kavuşturalım. Mesela, ikrah tekfirin engellerinden birisidir. Bir müslümanın -Allah korusun- küfrü gerektiren bir amel işlediği bize ulaştığında, onu tekfir etmeden önce bize düşen bu ameli ikrah altında işleyip işlemediğini tespit etmektir. Eğer ikrah altında işlediği katımızda sübut bulursa onu tekfir etmekten uzak durmalıyız. Ancak böyle bir durum söz konusu değilse ve diğer engellerde ortadan kalkmışsa o zaman o şahsın küfrüne hüküm verebiliriz.

2-) Şüpheye Mahal Vermeyecek Nitelikte Bir Araştırma Yapmak

Küfür ameli işlediği iddia edilen veya küfür sözü söylemekle itham olunan bir müslümanın muayyen olarak küfrüne hüküm verilebilmesi için ikinci şart onun bu fiili yaptığına dair kesin bir bilgiye sahip olmaktır. Bununda yolu bu sözün veya fiilin işlenip işlenmediğinin net ve kesin olarak araştırılmasıdır. Daha önceleri de ifade ettiğimiz gibi bir müslümanın şüphe ve zan ile dinden çıktığına hüküm verilmesi caiz değildir. Böylesi bir hüküm verebilmek ancak kesin delillerden ve bu amelin işlenip-işlenmediğinden kesin emin olunduktan sonra mümkündür. Özellikle de Müslümanların sözlerine itimadın azaldığı şu ortamda bu hususa çok dikkat etmek gerekir. Bir Müslüman bir şeye “ak” diyor; ama bu haber size “kara” şeklinde naklediliyor. Adam bir şeye “evet” diyor, bu size “hayır” şeklinde naklediliyor. Ve hakeza… Ve hakeza…

İşte böylesi bir ortamda bir müslümanın sözüne hemen itimat etmemeli, sözü iyi anlayıp anlayamadığını, adamın maksat ve muradını iyi tespit edip-edemediğini kesin bir şekilde bilmeden hemen tekfire girişilmemelidir. Bir müslümanın böylesi bir söz söylediği bize ulaştığında üzerimize düşen hemen hüsnü zan etmek ve sözü nakleden kimseye “belkide sen iyi anlayamamışındır” diyerek tekfirde acele etmemektir; çünkü o sözü bize nakledenin yalan söylüyor olması, önyargılı davranması veya itham edilen şahsın muradını iyi anlamaması muhtemeldir.[26] İhtimal olan bir yerde de tekfir caiz değildir.   

 

3-) Huccet İkame Etmek

Küfür ameli işlediği iddia edilen veya küfür sözü söylemekle itham olunan bir müslümanın muayyen olarak küfrüne hüküm verilebilmesi için son şart huccet ikamesidir. Yani kendisine yapmış olduğu o fiilin veya söylemiş olduğu o sözün küfür olduğunu şer‘î deliller çerçevesinde izah etmektir. Kişi beklide o fiili muteber bir tevil sonucu yapmış olabilir? Veya gerçektende fiilin küfür olduğunu bilmeyebilir? Bu ihtimallerden dolayı öncelikle huccet ikamesi şarttır. Huccet ikamesinden sonra adam yaptığı amel üzerinde hâlâ ısrar eder ve kendisine huccet ulaştıran kimseye ret ile karşılık verirse o zaman tekfir edilmesi caizdir.

Sonuç

İzahını yapmaya çalıştığımız bu kaide usulüne uygun bir şekilde ele alındığında bizleri hem Haircîlerin ifratından hem de Mürcie’nin tefritinden korur. Bu kaideye riayet etmenin sonucu olarak kendimizi haksız yere Müslümanları tekfir etmekten muhafaza etmiş olduğumuz gibi aynı şekilde tekfir edilmeye müstahak olan kimselere de hak etmedikleri İslam vasfını vermekten kendimizi korumuş oluruz.

Burada bir noktayı vurgulamanın faydalı olacağı kanaatindeyim: Bizim bu kaideyi tatbikte muhataplarımız kesinlikle tağutları inkâr edip Allah’a iman etmiş ve aslen İslam akdi haklarında sabit olmuş muvahhit kimselerdir. Yoksa tevhide bihakkın iman etmemiş, tağutlardan beri olmamış, şirk ve küfür bataklığında boğulmuş kimseler bu kaidenin muhatapları değildirler. Hele hele tağutların bizzat kendileri hiç muhatap değillerdir.  Onların konumu daha farklı şekillerde ele alınmalıdır. Mürcie fikrine saplanmış bazı kimselerin yaptığı gibi bu kaideyi onlara tatbik etmek hak bir sözle batılı amaçlamaktan başka bir şey değildir. Bundan Allah’a sığınırız. Bizim bu kural ile asıl maksadımız; Tevhide iman ettiği halde kendilerinden -bazı maniler sonucu- küfrü gerektiren bir takım eylem ve söylemlerin sadır olduğu muvahhit Müslümanların tekfir edilmesinde aceleci davranılmasının önüne geçmektir. Unutmayalım ki, acelecilik bizlere şerden başka bir şey getirmez. Efendimiz ne de güzel buyurmuştur:

 “Düşünerek ölçülü hareket etmek, Allah’tan; acelecilik ise, şeytandandır.”[27]

Hatırlarsanız kitabın baş taraflarında bir takım uyarı ve tembihlerde bulunurken İslam âlimlerinden “bin kâfiri terk etmek haksız yere bir müslümanın kanına girmekten daha evladır” şeklinde önemli bir hatırlatmada bulunmuştuk. Gerçektende bu böyledir. Bin tane kâfiri terk et; ama asla Allah’ı birlemiş bir müslümanın kanına girme! Hadislerde ifade edildiği gibi müslümanı tekfir etmek onu öldürmekle, onun kanına girmekle eş değerdedir.[28] Müslümanın kanı Allah katında dünyadan hatta Kâbe’den bile daha değerlidir. Nitekim Önderimiz sallallâhu aleyhi ve sellem bir gün Kâbe’ye bakmış ve adeta bir gün gelip Müslümanların kanlarının hiçe sayılacağını sezinlenmişçesine şu önemli hakikati dile getirmişti:

 “Merhaba sana ey Kâbe! Sen ne yücesin, dokunulmazlığın ne de yüce! (Ama) iman etmiş bir kulun Allah katındaki dokunulmazlığı (hürmeti) seninkinden daha üst seviyededir. Allah senin hakkında bir şeyi haram kılmışken mümin hakkında üç şeyi haram kılmıştır. Onun kanını, malını ve hakkında su-i zan beslenilmesini haram kılmıştır”[29]

Yine o bölümde İmam Ğazalî’nin aynı bağlamdaki şu mühim cümlelerini hatırlatmıştık:

“Yol bulunduğu sürece (Müslümanları) tekfir etmekten uzak durmak gerekir. Çünkü tevhidi kabul ederek namaz kılan kimselerin kanlarını helal saymak bir hatadır. Bin kâfirin hayatta kalmasında yapılacak hata bir Müslümanın kanını dökmekte yapılacak hatadan daha ehvendir.”[30]

Bu nedenle, Müslümanların kendileri gibi iman eden kardeşlerini tekfir etmede son derece ihtiyatlı olmaları gerekmektedir. Bir Müslümanın diğer bir kardeşinden sadır olan küfür ameline rıza göstermesi veya o amelin küfür olmadığını söylemesi zaten düşünülemez. Böylesi bir durumda müslümana düşen amelin küfür olduğuna hüküm vermek ve failinin durumunu ilim ehline havale etmektir. Böyle yaptığında Allah katında “sen niye hemen o müslümanı tekfir etmedin” diye hesaba çekilmeyecektir; ama müslümanı tekfirde aceleci davranır ve şartların tahakkuku ve manilerin zevalini gözetmeden hemen onun küfrüne hüküm verirse üzerine vazife olmayan bir işe giriştiği için Allah katında hesaba çekilecektir. Rabbimiz ne de güzel buyurmuştur!

“Hakkında ilim (kesin bir bilgi) sahibi olmadığın şeylerin ardına düşme! Çünkü kulak, göz ve kalp (evet) bunların hepsi ondan sual edilecek/hesaba çekilecektir.” (İsra, 36)

Bugün Müslümanların vakıasına baktığımızda nicelerinin, boylarını aşan ictihadî mevzularda bir birlerini küfürle itham ettiklerini görmekteyiz. Hatta bu satırları yazmadan birkaç gün önce onlardan biri ile bir konu etrafında konuşmuştum. Konuştuğumuz mevzu da hakkında kesin bir nassın bulunmadığı ve tamamen içtihatla alakalı konulardan biriydi. Adam öylesine hırçındı ki, kendi görüşünde olmadığı için Allah yolunda birçok çileye göğüs germiş ilim ehli bir kardeşimizi hiç duraksamadan tekfir etti. Ben bunun böyle olamayacağını izah ettimse de adam bir türlü anlamıyor ve fikrinde sebat etmeye devam ediyordu. Mesele bizim o ortamdan ayrılmamızla sonuçlandı.[31]

Evet, maalesef bizim durumumuz bu. Allah bizlere bir an önce bu sıkıntılardan bizleri kurtaracak ve içinden çıkamadığımız meselelerde ictihatlarıyla bizlere yol gösterecek müctehid âlimler nasip etsin. (Âmin)

 

Faruk Furkan

 

 



[1] “Sahihu’l Cami‘”, 72. farklı bir lafzı için bkz. Tirmizî, Buyu‘, 52, hadis no. 1295.

[2] Buhârî, Hudud, 5, hadis no. 6780.

[3] “Sahihu İbn-i Mâce”, 2720.

[4] “Kava‘id fi’t-Tekfir”, sf. 60.

[5] “Sahihu Ebi Davut”, 3758.

[6] Tahâvî, “Şerhu Me‘âni’l-Âsâr”, 4798.

[7] “Kava‘id fi’t-Tekfir”, sf. 61.

[8] Müslim, Tevbe, 1, hadis no: 2747

[9] Burada şu ayırıma dikkat etmek gerekir: Küfür kelimesini söyleyip de onu kastetmediğini söyleyen kimse ile küfür kelimesini söylemeyi kastetmediği halde yanlışlıkla onu söyleyen kimse tamamen bir birinden farklıdır. Küfür kelimesini küfür kelimesi olduğu halde söyleyen kimse bunu kastetmemiş ve küfre düşmeyi murat etmemiş olsa bile kâfir olur. Hadiste zikri geçen kimse ise küfür kelimesini söylemeyi kastetmemişti. “Allah’ım sen benim Rabbim ben de senin kulunum” diyeceği yerde, “Allah’ım, Sen benim kulumsun ben de senin Rabbinim” deyivermişti. Böylesi biri ile küfrü gerektiren sözleri hiçbir gerekçe olmaksızın söyleyip sonra da “ben bunu kastetmiyorum” diyen kimse birbirinden çok farklıdır. Çağdaş Mürcieler bu hadisi delil getirerek küfür kelimesi söyleyen kimseleri tekfir etmemektedirler. Onların bu hilelerine sakın aldanma! (Bu konu kitabın ilerleyen yerlerinde “İntifâu’l-Kast” meselesi olarak etraflıca ele alınacaktır inşâallah, oraya bakınız. Ayrıca bkz. “Kava‘id fi’t-Tekfir”, 64 numaralı dipnot. )

[10] “Mecmuu’l-Fetâvâ”, 23/195.

[11] “Mecmuu’l-Fetâvâ”, 35/101.

[12]“ Mecmuu’l-Fetâvâ”, 3/147-148.

[13] Sf.  31.

[14] “Kava‘id’fi’t-Tekfir”, sf. 65.

[15] Tekfirin engelleri bu konudan sonra özel bir bölüm olarak gelecektir.

[16] Raşid b. Ebi’l ‘Ulâ, “Davâbitu Tekfiri’l-Muayyen”, sf. 150. Hafız Zehebî’nin, Muhtasaru’l Uluvv sy: 170’den nakletmiştir.

[17] Aynı yer.

[18] Aynı eser, sf. 151.

[19] Aynı eser, sf. 154.

[20] Aynı eser, sf. 151.

[21]Aynı yer, sf. 151..

[22] “Mecmuu’l-Fetâvâ”; 2/175.

[23] Bkz. el-Kevkebu’d-Durriyyu’l Munîr, sf.112.

[24] “Davâbitu Tekfiri’l-Muayyen” adlı eserin sahibi bu konuda sırf yirmi tane olay zikretmiştir. Bkz. 149-157. Yine “el-Kevkebu’d-Durriyyu’l-Munîr” adlı kitabın sahibi bu konuda İslam âlimlerinin en meşhurlarından onlarca nakilde bulunmuştur. (bkz. sf. 108 vd) Bu kitapların haricinde de muayyen tekfirin vuku bulduğundan bahseden birçok kitap vardır.

[25] Tekfirin engelleri bundan sonraki konuda detaylıca ele alınacaktır; oraya bakınız.

[26] “Kava‘id fi’t-Tekfîr”, 91.

[27] Tirmzî, 2012.

[28] Bkz. Buhârî, Eymân, 7. Hadis no:6652.

[29]Silsiletü’l Ehâdisi’s-Sahîha”, 3420.

[30] İbn-i Hacer el-Askalânî, “Fethu’l-Bârî”, 12/321. İmam Ğazalî’nin buna benzer bir ifadesi için bkz. Ahmed Bukrîn, “et-Tekfir Mefhumuhu, Ahtaruhu ve Davabituhu”, sf. 108; Yusuf el-Karadavî, “Tekfirde Aşırılık”, sf. 83.

[31] Aslında böylesi kimselerle bu tür ilmî mevzuları konuşmak hele hele cidale girmek hiç ahlakım değildir; ama Rabbime şükürler olsun ki, ilim ehli bir müslümanın hakkını koruma adına konuya müdahil oldum ve gerekenleri söyledikten sonra hemen o zulüm ortamını terk ettim. “Kim Müslüman kardeşinin ırz, namus ve benzeri şeylerinden her türlü kötülüğü savarsa Allah’ta kıyamet gününde onun yüzünden Cehennem ateşini savar.” (Tirmizî, 1931)

Okunma Sayısı:8411