“Egemenlik/Hâkimiyet/Hüküm koyma yetkisi yalnızca Allah’ındır.” (Yusuf Suresi, 40)

YA DAVACIN PEYGAMBER OLURSA?

 

بسم الله الرحمن الرحيم

Rahmân ve Rahîm Olan Allah’ın Adıyla…

Kuran-ı Kerim, kıyamet gününde çok dehşetli bir mahkemeleşmeden söz etmektedir. Bu mahkemede davacı, âlemlere rahmet olarak gönderilen Hz. Muhammed; davalı ise Onun, Kuran’ı terk eden ümmeti…

 “(O gün) Peygamber: “Rabbim! Benim kavmim şu Kur’an’ı terk edilmiş bir şey hâline getirdi” diyecek.” (25/Furkan, 30)

Ayetten anladığımıza göre Rasuluıllah (sallallâhu aleyhi ve sellem), âlemlerin Rabbi olan Allah’ın huzurunda birilerini şikâyet edecek ve onlardan hak talebinde bulunacaktır. Şikâyetçi Allah’ın en değerli peygamberi olunca insan davayı basite alamıyor, bu şikâyete muhatap olmamak için kendisini hesaba çekmekten kendisini tutamıyor.

Bir insanın başka bir insanı farklı makamlara şikâyet etmesi mümkündür. Şikâyet edilen mercinin yüksekliğine göre bu şikâyet değer bulacaktır. Örneğin bir insan başka bir insanı;

  1. Bir insana şikâyet edebilir,
  2. Polise şikâyet edebilir,
  3. Savcıya şikâyet edebilir,
  4. Başbakana şikâyet edebilir,
  5. Cumhurbaşkanına şikâyet edebilir.

Bu şikâyetlerin her biri makamına göre değer bulacak ve öncelik kazanacaktır. Eğer şikâyetin kendisine iletildiği yer, seviye itibariyle diğerlerinden daha aşağıda ise şikâyet ona göre değerlendirilecek, yok makamca daha üst bir yerde ise değerlendirme biraz daha farklı olacaktır. Bu, iki insanın dahi hakkında ihtilaf etmeyeceği bir gerçektir.

Mesele, şikâyet edilen makam itibari ile böyledir. Olaya birde şikâyet edenin rütbesi itibari ile bakmak gerekir. Üstteki örneklendirmemize uygun olarak düşünecek olursak, şikâyet eden bazen;

  1. Sıradan bir insan olabilir,
  2. Bir polis olabilir,
  3. Savcı olabilir,
  4. Başbakan olabilir.

Bunların her birinin bir diğerini şikâyeti, öbürüne nazaran farklıdır. Mesela bir şahsı senin polise şikâyet etmenle, polisin o şahsı savcıya şikâyet etmesi arasında dağlar kadar fark vardır. Veya polisin o şahsı savcıya şikâyeti ile başbakanın onu cumhurbaşkanına şikâyeti farklıdır. Şikâyet edenin ve kendisine şikâyet olunanın rütbesi yükseldikçe şikâyet o kadar önem kazanır.

Bu örneklendirme ile lafı nereye getirmek istiyoruz?

Kıyamet günü bazı insanları şikâyet edecek olan merci, insanların Allah katında en üstün ve en şereflisi olan Hz. Muhammed. Şikâyetin kendisine iletileceği merci ise, âlemlerin Rabbi olan Allah!

Şikâyet makamının en üstünü ile kendisine şikâyet iletilen makamların en yücesi! Biri Allah, diğeri Rasulullah!

İşte böylesi bir ortamda Allah’ın peygamberi birilerini Allah’a şikâyet edecek ve onların hesap vermelerini Adil olan Allah’tan talep edecek.

Bu manzara karşısında hiç sanık sandalyesinde olmak ister misiniz?

Hâkim, Allah; müşteki, Rasulullah; sanık ise siz!

Herhalde böylesi bir durumda hiç kimse sanık olmak istemez. Hatta bırakın sanık olmayı, böylesi dehşetli bir mahkemeye tanıklık dahi etmek istemez. Çünkü Allah bir kimseyi hesaba çekti mi, artık onun kurtulması çok zordur. O dilemezse artık kurtuluş yoktur!

İşte böylesi dehşetli bir mahkeme; dünyada iken Kuran’ı arkalarına atan, onu dikkate almayan, hayatını onun ilkelerine göre ayarlamayan, “Allah bu konuda ne buyuruyor” diye kitaba müracaat etmeyen, kısacası kitabı terk edenler için kurulacak.

Kitabı terk edenler…

Ama nasıl?

Hangi şekilde?

Neden?

Hangi amaçla ve hangi şekilde olursa olsun, kitaba müracaat etmesi gerektiği halde ona dönüp bakmayan, onu dikkate almayan ve onun ilkelerine kulak asmayanlar…

Evet, onlar Allah’ın huzurunda dava edilecekler; ama ne dava!

Şikâyetçisi Allah katında bir dediği iki edilmeyen, kolay kolay kimseyi şikâyet etmeyen, ama şikâyet ettiğinde de asla peşini bırakmayan bir Nebi’nin davası…

Allah’ım! Merhametine sığınıyor, affını diliyoruz. Şimdiden en samimi dileklerle oradaki sanık sandalyesinde olamamayı niyaz ediyoruz. Şüphesiz ki sen kullarına karşı çok şefkatli olansın. Ne olur bizlere acı da o dehşetli günde bizleri korkularımızdan emin kıl. Âmin.

Şimdi, Kuran’ın nasıl terk edilebileceğini maddeler halinde zikretmeye çalışalım:

Terk Etmenin Çeşitleri

1- Okuma Bakımından Terk

Kuran’ın asıl gayesi, içerdiği hükümlerle amel edilmesidir. Ancak bu gayeye ulaşmak o hükümleri okumak ve onların ne dediğini anlamak ile mümkün olur. Bu nedenle okumak bu amaca bizleri götüren biricik yol olduğu için, bizden istenen bir şeydir.

Kuran, bu ümmetin elinden düşmemesi gereken en önemli kitap olduğu halde maalesef bu gün okunması terk edilmiş durumdadır. İnsanlar gazete, dergi, kitap ve benzeri nice okunacak şeyleri hiç ihmal etmeden okumakta, ama Allah’ın biz insanların ebedî mutluluğu için göndermiş olduğu yüce kitabı bir türlü eline alıp okuma yolunu seçmemektedirler. Bu, gerçektende büyük bir afettir.

İnsan Kuran’dan mahrum olduktan sonra onlarca kilo ağırlığındaki hukuk, tıp, hendese ve benzeri ilim dallarının kitaplarını okusa ne yazar?!

Veya dünyasını imar etme adına farklı farklı kitapları inceleyip ezberlese ne olur?

Allah’ın kitabına gereken ilgi ve alaka gösterilmedikten sonra bunların hepsi olsa ne ifade eder?

Biz, inşâallah bu hataya düşmeyecek ve Rabbimizin şerefli kitabını sürekli okuyarak kulluğumuzu icra edeceğiz.

“Okuma” dedim de bununla sadece yüzünden Arapça metni takip etmeyi veya sadece ezberden tekrarlamayı anlamadınız herhalde?

Bir metni anlamadan tekrar etmek okumak sayılır mı?

Elbette ki hayır!

Bir metnin ne demek istediğini anlamadan yapılan okuma, okuma değildir. Bu nedenle biz okuma dediğimizde, onun anlamlarını idrak etmeyi, ne demek istediğini anlamayı, mana ve mefhumunun zihnimizde canlanmasını kastediyoruz. Bu yapılmadan okunan Kur’an, insana fazla bir şey kazandırmayacağı gibi, Allah’ın istediği bir kulluğa da kulu sevk etmeyecektir.

Kur’an’ı bu eksende okumak her insana farzdır. Kitabımızın bir başlığı bu konuyu anlattığı için burada lafı uzatmayacağım. Rabbimiz şöyle buyurur:

De ki: “Bana ancak, bu beldenin (Mekke’nin) Rabbine kulluk yapmam emredildi ki O, orayı mukaddes kılmıştır ve her şey kendisine aittir. Yine bana, müslümanlardan olmam ve Kur’an’ı okumam emredildi.” Artık kim doğru yola girerse yalnız kendisi için girer. Kim de doğru yoldan saparsa, de ki: “Ben ancak uyarıcılardanım.” (27/Neml, 91, 92)

Bu ayetler Rasulullah’a Kur’an okumasını emretmektedir. Rasulullah’a hitap ―O’na özgü olduğunu ortaya koyan bir delil olmadığı sürece― biz ümmetine de hitaptır. Yani O’na yapılan emir, yasak ve tavsiyeler aynı zamanda biz Müslümanlara da yapılmıştır. Bu nedenle Kur’an okumak, her müslümana Allah tarafından emredilmiş bir husustur. Dolayısıyla Rasulullah onun nasıl okumuşsa bizde onu aynı şekilde okumalı ve bu şekilde Rabbimizin emrini yerine getirmeliyiz.

Son olarak bir şeye daha temas etmek istiyorum:

Bu gün kimi insanlar Kur’an’ı yalnızca bazı gecelerde veya bazı özel günlerde okumaktalar. Kimileri ise onun okunmasını sadece kabirlere has kılmış! Biz her iki tür okumanın da Allah’ın muradına uygun olmayan okuma tarzı olduğunu yeniden hatırlatmakta yarar görüyoruz.

Peki ya evinde okuduğu Yasin-i Şerifleri bir balona üfleyerek mezar ziyaretine gelen kimselere satanlara ne demeli?

Ya da Kur’an okumayı terk edip üstatların yazdığı kitapları Kur’an’a alternatif olarak okuyanlara?

Varın, bunların cevaplarını da siz düşünün.

Yaptığımız bu açıklamalardan, Kur’an’ı yalın bir şekilde okumanın yanlış bir iş olduğu sonucu çıkarılmamalıdır. Neticede o, Allah’ın tertemiz ayetlerinden müteşekkildir ve sırf okunması bile insana ecir kazandırır. Ama böylesi bir okuma elbette ki Kur’an’ı anladıktan sonra yapılsa daha güzel olur.

2- Dinleme Bakımından Terk

Kuran okumak ne kadar ulvî bir amelse onu dinlemekte aynı derecede ulvî bir ameldir. Dinlemek de okumak kadar anlamaya yardımcı olan hususlardan birisidir. Bu nedenle Müslüman hem kitabını okumalı, hem de dinlemelidir.

Anlamak için dinlemeli, ağlamak için dinlemeli, etkilenmek için dinlemeli, duygulanmak için dinlemeli…

Tüm bu amaçlar için Kur’an dinlemek ne güzel bir iştir!

Bunu becerebilenler ne büyük bir iş yapmışlardır! Allah hepimize bu amaçlarla Kur’an okumayı nasip etsin.

Kur’an, okuma bakımından terk edildiği gibi dinleme bakımından da terk edilmiş durumdadır.

Kâfirler onu terk ettiği gibi Müslümanlarda onu terk etmiş durumdadırlar. Maalesef Müslümanlar onu dinleyeceği yerde yerine müziği, çalgı aletlerini veya “lehve’l-hadis” diyebileceğimiz Allah’ın yasak kıldığı boş şeyleri dinleyebilmekteler.

Allah İmam Şafiî’ye rahmet etsin! “Sen kendini hak ile meşgul etmezsen, batıl seni işgal eder” demekle ne de güzel buyurmuş!

Gerçektende biz kendimizi hak olan işlerle meşgul etmediğimizde batıl olan işler etrafımızı sarıyor ve bizi hak ile iştigal etmekten alıkoyuyor.

Kur’an dinlemezsek veya Kur’an’ın anlatıldığı vaazlara kulak vermezsek boş kalan kulağımızı elbette ki batıl şeyler dolduracaktır.

Burada şu gerçeğe de dikkat çekmeden geçemeyeceğim: İnsan 24 saat Kur’an dinleyemeyebilir. Zaten bu fiziksel olarak da mümkün değildir. Çünkü insan bazen çok dalgın olur, bazen yorgun, bazen de telaşeli… Bu gibi durumlarda hep Kur’an dinlemesi gerekmez. Aksi halde Kur’an ona bir bıkkınlık verebilir. Zaten Efendimiz aleyhisselam’da bıkkınlık verme korkusunu hissettiğimiz anda başka şeylere yönelmemizi bize tavsiye buyurmuştur. Böylesi anlarda Müslüman müzikten uzak ezgileri, şiirleri ve marşları dinleyebilir. Eskiden belki müziksiz ezgi bulmak zordu; ama Allah’a hamd olsun ki, bu gün artık alternatif olarak müziksiz ezgiler yapılmakta ve Müslümanların büyük bir problemi halledilmeye çalışılmaktadır.

Müslüman bu hassas dengeyi iyi kurmalı ve ne zaman Allah’ın kitabını dinleyeceğini, ne zaman da müziksiz marşlara kulak vereceğini iyi tayin etmelidir.

Bununla birlikte bilmemiz gerekir ki Kur’an okurken hem dinlenecek hem de “din”leneceğiz.

 Rabbimiz, Kur’an okunduğunda ona pür dikkat kesilmemizi ve rahmete nail olabilmemiz için onu dinlememizi emir buyurmuştur:

Kur’an okunduğu zaman ona kulak verip dinleyin ve susun ki size merhamet edilsin.” (7/Araf, 204)

Kur’an’nın okunduğu mekânlarda gereksiz konuşmalar yapmamalı ve mümkün mertebede okunan -Kur’an’ı dinlemeliyiz. Bir büyüğümüz konuşurken onun meclisinde lafa dalmak, konuşmak ve o ortamı bozacak tavırlar içerisine girmek nasıl ki edep dışı bir davranış ise, Allah konuşurken aynı tavırları sergilemek de aynı şekilde edep dışı bir davranıştır.

Ey iman edenler! Seslerinizi, Peygamber’in sesinin üstüne çıkarmayın. Birbirinize bağırdığınız gibi, Peygamber’e yüksek sesle bağırmayın, yoksa siz farkına varmadan amelleriniz boşa gider.” (49/Hucurat, 2)

Rasulullah’ın huzurunda ses yükseltmek ne kadar edep dışı ve tehlikeli bir iş ise, Allah’ın konuştuğu yerlerde seslerimizi yükseltmemizde aynı derecede edep dışı ve tehlikeli bir iştir.

Cuma hutbesinde bile hatibi sessizce dinlemeyi emreden bir din, hiç Allah ve Rasulü’nün huzurunda konuşmaya müsaade eder mi?

Hutbe veren imamı güzelce dinlemek günahların bağışlanmasına vesile oluyorsa, Allah ve Rasulü’nü edeplice dinlemek hiç günahların bağışlanmasına vesile olmaz olur mu?

Bize, her hangi bir insan konuştuğunda onun sözünü kesmemeyi emreden bir dinimiz var elhamdülillah. Bu din insanın bile sözüne değer veriyorsa Allah ve Rasulü’nün sözlerinin dinlenmesine ne kadar önem veriyordur onu da varın siz düşünün.

Kur’an dinlemek, sadece makamlı bir şekilde kıraat eden kişiyi dinlemek değildir. Bununla birlikte tartışma veya münazara ortamında “Allah şöyle buyurur” diyeni dinlemeyi de içerisine alır. Yani biri ile konuşurken Allah namına bir şey okumaya başlarsa onun sözünü kesmememiz ve sonuna kadar güzelce dinlememiz gerekmektedir. Bu da Kur’an okunduğu zaman ona kulak verip dinleyin ve susun ki size merhamet edilsin.” (7/Araf, 204) ayetinin kapsamına girmektedir.

Rabbimizden bu noktada bizlere şuur vermesini diliyorum.

3- Tedebbür (İnceden İnceye Düşünüş) Bakımından Terk

Rabbimizin kitabı sadece okuma ve dinleme bakımından değil, ayetlerini derinden derine düşünme bakımından da terk edilmiş durumdadır. İnsanlar o mübarek kitabı okumadıkları gibi, manasını anlama noktasında da gereken ilgiyi göstermemektedirler. Oysa bu mübarek kitap sadece okunmak ve dinlenmek için gelmemiştir; aksine hem okunmak hem dinlenmek hem, ayetleri üzerine düşünmek hem de amel edilmek için gelmiştir. Bunlar asla birbirinden ayrılmayan bir bütünün parçalarıdır.

Tedebbür; manalarını inceden inceye düşünerek, üzerinde kafa yorarak ve sanki Rabbi kendisine hitap ediyormuşçasına Kur’ân’ı akletmek, düşünmek ve tefekkür etmektir.

“Tedebbür” kelimesi Türkçede “makat” anlamda kullanılan “dübür” kelimesinden türetilmiştir. Dübür her ne kadar Türkçede insanın arka avret mahalline kullanılsa da Arapçada “Bir şeyin arkası” anlamında istimal edilir. Bu şekliyle Kur’anda da kullanılmıştır. Dolayısıyla “tedebbür” dediğimizde bir şeyin geri planını ve arka yüzünü araştırmak anlamı kastedilir. İşte Müslüman okuduğu ayetlerin geri planını, arka yüzünü ve hakikatini araştırmalıdır. Bunu yaptığında Allah’ın ayetlerini daha iyi anlamaya ve onları gereği gibi idrak etmeye hak kazanacaktır.

Müslüman, okuduğu ve ezberlediği Kur’ân ayetlerini düşünmeli ve bunun için en değerli zamanlarını ayırmalıdır. Veya Kur’ân’dan belirli bir pasajı okuyup onun üzerinde gerekli düşünmeyi yapmalıdır ki, bunun için belirli bir zaman kaydı yoktur. Bu düşünme, belirli kısa bir süre olabileceği gibi −duruma göre− günlerce de devam edebilir; önemli olan ayetlerin hakkını vererek tedebbür etmektir. İbn-i Abbas (radıyallâhu anh) şöyle demiştir:

“Bakara ve Al-i İmrân sûrelerini mânâlarını düşünerek tertil ile okumak bence bütün Kur’ân’ı bir çırpıda okumaktan daha iyidir.”

Rabbimiz, kitabını düşünmeyen ve onun tertemiz ayetleri üzerinde kafa yormayanları eleştirmiş ve istifham/soru yoluyla Kur’ân üzerinde düşünmeyenlerin aslında kalpleri kilitli olan insanlar olduğuna işaret etmiştir.

Onlar, Kur’ân (ayetlerini) hiç düşünmezler mi, yoksa kalpleri üzerinde kilitler mi var?”   (47/Muhammed, 24)

Bu ayetin ve Rasulullah’ın şikâyetinin muhatabı olamamak için düşünmeli ve bu hususta ihmalkâr davranmamalıyız.

4- Amel Bakımından Terk

Kur’an’ın asıl indiriliş amacı kendisi ile amel edilmesi olmasına rağmen insanlar dinlemesini ve düşünmesini terk ettikleri gibi onunla amel etmeyi de terk etmiş durumdadırlar.

Allah ve Rasulü bir işe hükmedip “Bu böyledir” dediğinde aslında Müslüman için iş bitmiş, mesele kapanmıştır. Bunun üzerine artık ne bir söz söyler, ne de bir söz söyletir. Tüm dünya bir araya gelse artık o mesele hakkında müslümanın kanaatini değiştiremez.

Allah ve Resûlü bir iş hakkında hüküm verdikleri zaman, hiçbir mü’min erkek ve hiçbir mü’min kadın için kendi işleri konusunda tercih hakları yoktur. Kim Allah’a ve Resûlüne karşı gelirse, şüphesiz ki o apaçık bir şekilde sapmıştır.” (33/Ahzab, 36)

Allah ‘şunu yapacaksın, bundan uzak duracaksın’ dediğinde Müslüman hemen o işe imtisal etmeye ve emrin içeriği ile amel etmeye koyulmalıdır. Aksi halde duyduğu halde duymazlıktan gelen ve kitapları ile amel etmeyi terk eden Yahudiler gibi olur.

Kur’an okumaya yönelmiş bir insanın ilk hedefi onun verdiği mesajlarla amel etmek olmalıdır. Bu amacın haricinde sırf ondan bilgi edinmek ve tartışmalarına onu alet etmek gibi bir amaçla okumak hem caiz değildir, hem de Allah’ın muradına terstir.

Efendimiz Kur’an’ı “uygulama” ve “amel etme” amacıyla okuyan müminleri övmüş; Kur’an’ı hayatına aktarmayanları ise “münafık” olarak nitelendirerek onları yermiştir. Buharî’nin rivayetinde Efendimiz şöyle buyurur:

“Kur’ân okuyan ve onunla amel eden mü’min portakal gibidir; kokusu hoş, tadı güzeldir. Kur’ân okumayan ama onunla amel eden mü’min hurma gibidir; kokusu yoktur, tadı ise güzeldir. Kur’ân okuyan münâfık fesleğen gibidir; kokusu hoş fakat tadı acıdır. Kur’ân okumayan münâfık Ebû Cehil karpuzu gibidir; kokusu yoktur ve tadı da acıdır.”[1]

Rasulullah’ın dizinin dibinde yetişen sahabe nesli Kur’an’ı amele dönük olarak okudular. Seyyid Kutup merhumunda dediği gibi[2], kültürlerini geliştirmek ve bilgi edinmek maksadıyla Kur’an okumadılar. Onlar Kur’an’ı tıpkı savaş alanında komutanından emir alan asker gibi okudular. Verilen emirleri sorgulamadılar; anında pratiğe döktüler.

Sahi, savaşın en şiddetli anında kendisine emir veren komutanın direktiflerini sorgulayan ve bu nedenle kendisinden istenilen talepleri geciktiren veya yapmayan askere ne denir? Onun bu yaptığı hiç makul müdür? Oysa iyi bir asker, komutanı kendisine “Yat” dediğinde yatan, “Kalk” dediğinde kalkan ve “Vur” dediğinde vuran askerdir. Bu emirleri sorgulamaya ve “Neden yatacakmışım? Burası yatmaya elverişli mi? Niçin vuracakmışım?” tarzında sorular sormaya başlayan asker hem savaşın kaybedilmesine hem de kendisinden nefret edilmesine sebep olabilir.

İşte sahabe tıpkı komutanının direktiflerini sorgulamayan ve kendisine verilen emirleri hemen yerine getiren asker gibi Kur’an okudu. Bu nedenle de Allah’ın övgüsüne mazhar oldular.

İşte iki binli yılların müslümanı olan bizlerde Kur’an’dan istifade etmek istiyorsak tıpkı bu örnekteki gibi, Rabbimizin emirlerine sarılmalı ve Onun direktiflerini sorgusuz-sualsiz tatbik etmeye koyulmalıyız. Bunu becerdiğimizde Allah’ın izni ile sahabe nesli gibi bir nesil olmaya hak kazanacak ve bu yüz yılda Rabbini razı eden cennete namzet Kur’an hamilleri olacağız.

5- Şifa Dileme Bakımından Terk

Kur’an; okuma, anlama ve amel yönüyle terk edildiği gibi, kendisinden şifa istenmesi yönüyle de terk edilmiştir. İnsanlar hem maddî hem de manevî hastalıklarına ondan şifa bekleyecekleri yerde bunu bırakmışlar ve yerine bazı sihirbazlardan, kâhinlerden, cincilerden ve bakıcılardan medet ister hale gelmişlerdir.

Örnek sahabe nesli Kur’an’ı hem maddî hem de manevî hastalıklara şifa vesilesi olarak görüyordu.

Kur’ân’ın; kalplerde bulunan küfür, şirk, nifak, riya, kibir, haset ve nefret gibi hastalıklara şifa olduğu aşikârdır. Rabbimiz şöyle buyurur:

Ey insanlar! İşte size Rabbinizden bir öğüt, kalplerde olan (manevî hastalıklara) bir şifâ ve inananlar için yol gösterici bir rehber ve rahmet (olan Kur’ân) geldi. De ki: Allah’ın lütuf ve rahmetiyle, (yani) yalnız bununla sevinsinler. Bu, onların toplayıp durduklarından daha hayırlıdır.” (10/Yunus, 57, 58)

Biz Kur’ân’dan, mü’minler için şifa ve rahmet olacak şeyler indiriyoruz. Zalimlerin ise Kur’ân, ancak zararını artırır.” (17/İsra, 82)

Kur’an’ın maddî ve bedensel rahatsızlıklara şifa olduğuna ise, kitabımızın bir başka yerinde de naklettiğimiz şu olayı zikredebiliriz:

Enes (radıyallâhu anh) anlatır:

Rasulullah (sallallâhu aleyhi ve sellem)’in ashabından bir grup, bir Arap köyüne uğradı. Köy halkından kendilerini ağırlamalarını talep ettiler, ancak köylüler bu teklifi reddetti. Bu esnada köyün liderini yılan sokmuştu. Ne yaptılarsa hiçbir şey fayda vermedi. İçlerinden birisi:

−“Köyümüze gelen şu insanlara gidin. Belki onlardan birisinde fayda verecek bir şeyler vardır.” dedi. Bir grup hemen gitti ve köyde mola veren Sahabîlere:

− “Liderimizi yılan soktu ve ne yaptıysak fayda vermedi. Acaba sizden birisinde fayda verecek bir şeyler var mı?” dediler. Sahabîlerden birisi:

− “Evet, Vallahi ben tedavi edebilirim. Ancak siz, rica etmemize rağmen bizi misafir etmediniz. Bende karşılığında ücret almadan tedavi yapmam.” dedi. Nihayet bir sürü koyun üzerinde anlaştılar. Sahabî üflemeye ve Fatiha Suresini okumaya başladı. Adam bağdan çözülür gibi oldu ve sanki onu yatağa düşüren hiç bir şey olmamış gibi kalkıp yürüdü. Köylüler anlaştıkları ücreti ona verdiler. İçlerinden birisi “paylaşalım” dedi. Ancak rukye ile tedavi yapan sahabî: “Peygambere gidip durumu anlatarak bize ne emredeceğini görmedikçe bunu yapmayın” dedi. Rasulullah (sallallâhu aleyhi ve sellem)’in yanına vardılar ve olayı anlattılar. Rasulullah (sallallâhu aleyhi ve sellem): sahabiye: “Fatiha’nın şifa verici bir dua olduğunu nereden anladın?” dedi. Sonra: “İsabet etmişiniz. Paylaşın. Sizinle beraber bana da pay ayırın” buyurdu ve güldü.[3]

Bu ve daha birçok rivayet, Kur’ân ayetlerinin halis niyetle okunduğu zaman Allah’ın dilemesi ile insana fayda verebileceğini açıkça ortaya koymaktadır. Kur’ân’ın asıl amacı bu olmamakla birlikte, bundan da faydalanmanın her hangi bir sakıncası yoktur.

Bizler hem maddî hem de manevî hastalıklarımıza Kur’an’dan şifa dilemeyi kesinlikle ihmal etmemeliyiz. Eğer bu işi Kur’an ile yapmazsak o zaman onun yerini İslam’ın batıl addettiği metotlarla doldurmak durumunda kalırız ki, bu da bizi Allah’ın razı olmadığı bir akıbetle yüz yüze bırakır.

6- Hükmetme Bakımından Terk

“Müslümanım” diyen bir kulun hayatına Allah’tan başka bir hüküm koyucu ve kanun belirleyici karıştıramayacağı İslam’ın en temel konularından birisidir. Bir kul bu inancını ortaya koyduğu andan itibaren hiçbir surette Allah’ın kanunlarından başkasını kabul edemez. Eğer kabul ederse o zaman Müslüman olamaz. Bu söylediğimiz, Kur’an-ı Kerim’i akl-ı selim ile okuyan her insanın rahatlıkla görüp-bilebileceği bir gerçektir.

Yüce kitabımızın bir takım indiriliş nedenleri vardır. Bu nedenlerden biriside hiç şüphesiz; şahıslar, aileler, cemaatler ve devletlerarasında vuku bulan ihtilaflar hakkında hüküm vermek ve o ihtilafları Allah’ın muradına göre çözüme kavuşturmaktır. Rabbimiz, Nisa Suresinde bu gayeyi şu şekilde açıklar:

“Allah'ın sana gösterdiği şekilde insanlar arasında hükmedesin diye sana Kitab'ı hak ile indirdik; (sakın ha) hainlerin savunucusu olma!” (4/Nisa, 105)

Rasulullah (sallallâhu aleyhi ve sellem)’e onun hükümleri ile insanlar arasında hükmetmesi emredilmiştir:

“Aralarında, Allah’ın indirdiği ile hükmet, (sakın ha) onların arzularına uyma!..” (5/Maide, 49)

Kur’an bir hidayet ve rahmet kitabı olduğu gibi, insan hayatına hükmeden bir anayasadır aynı zamanda.  Onu sadece önceki kavimlerden söz eden bir hikâye kitabı gibi gören veya yalnızca ölülere okunan bir kitap olarak değerlendirenler kesinlikle büyük bir hata içerisindedirler. O, ibret almaları ve doğru yolu bulmaları için insanlara kıssa ve hikâyeler anlatır. Bu doğrudur; ama sadece bununla kalmaz, aynı zamanda hayatlarını düzenlemeleri ve anlaşmazlık anlarında müracaat etmeleri için onlara belirli kanunlar da koyar. İşte kitabımız böyle bir kitaptır. İnsan her ne zaman bu özellikleri birbirinden ayırır ve Kur’an’ı sadece bir yönü ile ele almaya kalkarsa dalaletin ve sapıklığın kapısını kendi eli ile aralamış olur.

Yüce Kitabımız, insanların aralarında vuku bulan meseleleri halletmek ve o meselelere dair hüküm koymak için indirildiği halde bu gün yeryüzünde hüküm süren hiçbir devlet onunla hükmetmemektedir.

İşte kitabımızın terk edildiği yönlerden biriside budur. Şu anda yeryüzünde yaşayan insanlar ve o insanlara hükmeden yönetimler onu okuyup amel etmeyi terk ettikleri gibi onunla hükmetmeyi de terk etmiş durumdadırlar. Ayrıca sadece onunla hükmetmemekle kalmamış, yerine birde yerden bitme beşer mahsulü kanunlar vazederek ikinci kez haddi aşmışlardır. Unutmamamız gerekir ki, Allah’ın hükmü ile hükmetmemek bir suç; onun yerine başka bir kanun ile hükmetmek ikinci bir suçtur. Maalesef bu insanlar her iki suçu da birden işlemektedirler.

Rabbimiz, bu suçu işleyenleri Kur’an’ında çok ağır bir dille eleştirmiş ve onlara bir insan için kullanılabilecek en korkunç vasıfları vermiştir:

“Her kim Allah’ın indirdiği ile hükmetmezse işte onlar kâfirlerin ta kendileridir.” (5/Maide, 44)

“Her kim Allah’ın indirdiği ile hükmetmezse işte onlar zalimlerin ta kendileridir.” (5/Maide, 45)

“Her kim Allah’ın indirdiği ile hükmetmezse işte onlar fasıkların ta kendileridir.” (5/Maide, 47)

Bu gün genele olarak düşündüğümüzde insanlar arasında Allah’ın hükümleri ile hükmediliyor mu?

Adam öldürene, hırsızlık yapana, zina edene… Allah’ın cezaları tatbik ediliyor mu?

Küçücük çocuklara tecavüz edip onları hunharca katleden canilere Allah’ın hükmü uygulanıyor mu?

Maalesef insanların hem dünya hem de ahiret hayatları için en uygun ve en adil hükümleri ihtiva eden kitabımız, birçok konuda olduğu gibi hüküm bakımından da terk edilmiş durumda.

Onu hüküm bakımından terk edenlere, Allah huzurunda Rasulullah’ın kendilerinden davacı olacağını tekrar hatırlatıyor ve kendilerini bu yanlıştan vazgeçmeye davet ediyoruz. Davacısı Rasulullah olanın akıbeti hiç hayır olur mu?

7- Muhâkeme (Kendisinden Hüküm İsteme) Bakımından Terk

Muhâkeme; anlaşmazlık anında bir kanunun hükümleri önünde mahkemeleşmek, meselenin halli için ondan hüküm talep etmek, demektir. Bu mahkemeleşme eylemi Allah’ın kitabına göre de yapılabilir, başka kitapların kanunlarına göre de… Eğer Allah’ın kitabına göre olursa kişinin imanına; başka kitapların kanunlarına göre olursa kişinin küfrüne delil olur. Bir mümin ne pahasına olursa olsun asla Allah’ın kitabını bırakıp başka kanunlardan hüküm isteyemez. Bu gün Rabbimiz takdir ettiği miras paylaşımını terk edip biraz daha fazla para alabilme adına başka başka kapıları çalan insanlar Kur’an’ın tabiri ile “iman ettiğini zanneden” insanlardır. Böyleleri kendilerinin mümin olduğunu zannetse, abdest alıp-namaz kılsa bile hakikatte tağuta kulluk etmiş ve imanlarını üç kuruşluk dünya menfaati için satmış insanlardır. Rabbimiz şöyle buyurur:

(Ey Muhammed!) Sana ve senden önce indirilen kitaplara iman ettiklerini iddia edenleri görmüyor musun? Tağutu inkâr etmeleri kendilerine emrolunduğu hâlde, onun önünde muhakeme olmak istiyorlar. Şeytan da onları derin bir sapıklığa düşürmek istiyor.” (5/Nisa, 60)

Böyleleri namazda, oruçta, hacda ve menfaatlerine dokunmayan diğer ahkâmda söz hakkını Allah’a verirler, ama iş menfaatlerine dokunduğunda Rableri olan ve her daim huzurunda boyun eğdikleri Allah’ı bir anda unutarak başka başka kapılara giderler. Bunlar her ne kadar kendilerini Müslüman olarak adlandırsa da hakikatte İslam’a boyun eğmiş kimseler değillerdir. Çünkü İslam tam bir teslimiyettir. Namazda olduğu gibi, mirasta da Allah’ın kanunlarına boyun eğebilmektir. Oruçta olduğu gibi diğer meselelerde de Allah’ın yasalarına uyabilmektir. Bir meselede İslam’ın hükmüne, başka meselelerde de başkalarının hükmüne itaat etmenin İslam’da tek bir adı vardır; o da şirktir. Allah hepimizi bu musibetten muhafaza etsin.

İşte Yüce kitabımızın terk edildiği yerlerden birisi de burasıdır.

Bizler ne pahasına olursa olsun bu mükemmel kitabın adil hükümlerini, dün dediği ile bu gün söylediği birbirini tutmayan zavallı insanların koyduğu aciz kanunlarla değiştirmemeliyiz.

Ahirette Hz. Muhammed (aleyhisselâm)’ın senden davacı olmasını istemiyor ve “Rabbim! Benim kavmim şu Kur’an’ı terk ettidiyerek seni Allah’a şikâyet etmesinden korkuyorsan o zaman zikrettiğimiz bu hususlara dikkat et. Allah’ın kitabı ile olan alakanı yeniden gözden geçir. Onu oku, anla, tefekkür et. Onunla amel etmek için çaba harca. İnsanlara onu duyur, onun haberlerini takip et. Gazete ve dergilere gösterdiğin itinanın çok daha fazlasını bu kitaba göster. Onunla hem dem ol.

Eğer sen böyle yaparsan cennet karşılığında Rabbinle yapmış olduğun ticaret kâr getirecek ve asla seni zarar ettirmeyecektir.

Şüphesiz, Allah’ın kitabını okuyanlar, namazı kılanlar ve kendilerine rızık olarak verdiğimiz şeylerden, gizlice ve açıktan Allah yolunda harcayanlar, asla zarar etmeyecek bir ticaret umabilirler.” (35/Fatır, 29)

Allah ile yaptığın ticaretin kâr elde etmesini istiyorsan haydi O’nun kitabını okumaya!

 

İbrahim Gadban

 



[1] Buhârî, Fadailu’l-Kur’an, 36.

[2] Yoldaki İşaretler, sf. 18.

[3] Buhari, 2276.

Okunma Sayısı:4014