“Egemenlik/Hâkimiyet/Hüküm koyma yetkisi yalnızca Allah’ındır.” (Yusuf Suresi, 40)

YÖNETİCİLERİN TÂĞUT OLMA MESELESİ

YÖNETİCİLERİN TÂĞUT OLMA MESELESİ[1]

 

بسم الله الرحمن الرحيم

Rahmân ve Rahîm Olan Allah’ın Adıyla…

 

Hamd; bizleri dünyadaki en büyük lütuf olan tevhid ile nimetlendiren, zâtı dışındaki tüm ilahların âtıl ve batıl olduğunu idrak etmeyi bizlere nasip eden ve bu hakikat üzere yaşamayı –tüm zorluklarına rağmen– gönüllerimize sevimli kılan Rabbimize olsun.

Salât ve selam; hayatı boyunca Allah düşmanları ile amansız bir mücadeleye girişen, canını tırnağına takarak tâğutlara karşı cihadın en büyüğünü îfa eden ve bu kutlu yolu –bütün çilelerine rağmen– yaşantısıyla bizlere sevimli hâle getiren sevgili Peygamberimiz Muhammed Mustafa’ya olsun.

Merhamet sahibi Rabbimiz, rahmetinin bir neticesi olarak dayanılması asla mümkün olmayan elem verici azaba düşmeyelim diye, biz kullarına sayısız peygamberler göndermiştir. Bu peygamberler, Allah’ın kulları olan biz insanlara işin başında:

a)  Sadece tek olan Allah’a kulluk etmeyi emretmişler,

b) Tâğutlara itaatten, yani yeryüzünde Allah’ın buyruklarını dikkate almayıp kendi istek ve arzularına göre hükümler koyarak insanları sevk ve idare etmeye çalışan sulta sahiplerine kulluk etmekten sakındırmışlardır.

İşte tüm rasullerin insanları davet ettiği temel iki ilke budur.

“Andolsun, Biz her ümmete ‘Allah’a ibâdet edin ve tâğuttan kaçının’ diye (tebliğ yapan) bir peygamber gönderdik.” (Nahl, 36)

Allah’ın elçileri, ancak bu temel iki ilke yerine geldiği zaman insanları Allah’ın diğer buyruklarına yönlendirmişler ve onlara Rablerinin geri kalan ahkâmını anlatmışlardır. Bunu sağlamadan asla insanları taabbudî bir takım fillere veya ibadetle alakalı bazı eylemleri gerçekleştirmeye yönlendirmemişlerdir. Zira tâğutlara kulluk ile Allah’a kulluğun katiyyen bir arada olamayacağını ve tâğutları inkâr etmeksizin ortaya konulacak tüm ibadetlerin koca bir “boş”tan ibaret olduğunu onlar çok iyi bilmekteydiler. Bu nedenle işe temelden ve işin olmazsa olmazından başladırlar.

İşte burası gerçektende çok önemli olup asla gözden kaçırılmaması gereken bir noktadır. Bu noktayı gözden kaçıranlar, maalesef insanlara nasihatte Allah’ın başladığı yerden değil, Allah’ın bitirdiği yerden işe başlıyorlar ve bir takım ibadet ve ahkâmı öne çıkarıp dinin temeli olan “tâğutu red” ilkesini sona alıyor veya hiç gündem etmiyorlar. Tıpkı evin temelini sağlamlaştırmadan dekorasyon ve süsü ile uğraşanlar gibi… Bu nedenle de davetlerinde asla başarıya ulaşamıyorlar.

Bizler, eğer davetimizde başarıya ulaşmak ve tıpkı peygamberlerin yaptığı gibi Allah’ın ahkâmını yeryüzünde hâkim kılmak istiyorsak, o zaman işe Allah’ın başladığı yerden başlamalı, yani insanları tâğutları reddedip, kulluklarını sadece bir olan Allah’a yönlendirmeye davet etmeliyiz.

Toplumumuzda, maalesef ve maalesef tâğutun ne olduğu, Allah’ın kimlere tâğut dediği ve hangi şeylerin tâğut kapsamına girdiği net olarak bilinmediği için, öncelikle bunun açıklamasını yapmamız, ardından yöneticilerin bu kapsama girip-girmediğini değerlendirmemiz, son olarak da onlara karşı nasıl bir tavrımız olması gerektiğini izah etmemiz gerekmektedir. Rabbimizden, bu makâleyi, kalplerine tâğutların sevgisi içirilmiş hasta gönüllere hidâyet vesilesi yapmasını ve iman edenlerin kalplerini pekiştirmede yardımcı kılmasını temenni ederiz. Hiç şüphesiz ki O, duaları işiten ve en güzel şekilde onlara karşılık verendir.

Tâğut Kelimesinin Anlam ve Muhtevası

a) Sözlük Olarak:

Tâğut kelimesi sözlükte “Haddi aşmak, azmak ve belirlenmiş sınırı geçmek” gibi anlamlara gelen “tuğyân” mastarından türetilmiştir. Dolayısıyla haddi aşan, azgınlaşan veya belirlenmiş sınırı geçen her şeye sözlük olarak “tâğut” denir. Mesela dolu bir bardağa ilave edilip taşan suya, kendisi için belirlenen son nokta olan bardağın ağzını aştığı için sözlükte “tâğut” denilebilir. Zira bu durumda su, bardağın son noktasında durmamış, dışarı taşmak suretiyle kendi sınırını aşmıştır. Rabbimizin Hakka sûresinin 11. âyetindeki şu ifadesini buna örnek verebiliriz: Rabbimiz o âyette şöyle buyurur:

إِنَّا لَمَّا طَغَى الْمَاءُ حَمَلْنَاكُمْ فِي الْجَارِيَةِ

“Şüphesiz Biz, sular (dağları tepeleri kaplayacak kadar) taştığında, sizi (dalgalar üzerinde) akıp giden bir gemide taşıdık.”

Nuh aleyhisselam’ın kavmini helak eden tufanın suları, normal şartlarda kendisi için belirlenmiş seviye olan yeryüzünün düzlüğünü aşıp büyük dağlar gibi yükselince, suyun bu sınır aşışını ifade etmek için Rabbimiz “haddi aşmak” anlamına gelen «طَغَى/ tağâ» fiilini kullandı. İşte Arapçada bu tür sınır aşmalarına tâğut kelimesinin türevleri kullanılabilir. Ama hemen belirtelim ki, bizi asıl ilgilendiren nokta kelimenin sözlük manası değil, İslam’ın buna ne anlam yüklediğidir. Elbette sözlük anlamıyla ıstılah anlamının arasında sıkı bir ilişki vardır; fakat İslam’da meseleler ele alınırken Arapların o kelimeyi nasıl kullandığı değil, Allah’ın o kelimeyle ne murâd ettiği dikkate alınır. Bu açıdan bakıldığında Kur’an’da bu kelimenin kimlere ve hangi varlıkla kullanıldığını tespit etmek önemlidir; zira Allah bu kelime ile sadece normal haddi aşanları değil, kendilerini küfre götürecek boyutta azgınlaşanları murâd etmektedir. Şimdi inşâallah bu kelimenin ıstılahta nasıl kullanıldığına bakarak tâğut hakkında bilinmesi gereken asıl şeyin ne olduğunu öğrenmeye çalışalım.

b) Istılah Olarak:

Tâğut kelimesinin Kur’ân-ı Kerim’de geçmesi hasebiyle, Kur’ân’ın ilk talebeleri olan sahabîler ve onlardan sonra gelen İslam âlimleri, bununla Allah’ın neyi murad ettiğini anlamak için birçok uğraşı vermişler ve bu kelime hakkında birçok tanım yapmışlarıdır. Onlardan kimileri bu kelimeyle kastedilenin yeryüzünde işlenen tüm şirkin, küfrün ve tuğyanın asıl sorumlusu o olduğu için “şeytan” olduğunu söylerken, kimileri de bununla kastedilenin, genelde insanların tarih boyunca Allah’ın dışında ibâdet ettikleri varlıklar olan “putlar” olduğunu söylemişlerdir. Bazıları bununla kastedilenin, hakkı gizleyerek bâtılı insanlara süslü gösteren “sihirbazlar” olduğunu söylerken, bazıları da gaybı ve insanların idrakinin dışındaki bir takım işleri bildiğini iddia etiklerinden ötürü “kâhinler” olduğunu ifade etmiştir. Bazı âlimler ise bunu, kendisine yapılan ibadete rıza göstermesi şartıyla “Allah’ın dışında ibadet edilen her varlık” olarak tanımlamışlardır.

Bunun gibi bazı farklı tanımlar da yapılmıştır. Ama muhakkik İslam âlimlerinin belirttiğine göre, en geniş ve en kapsamlı tanımı İmam İbn Kayyım rahimehullah yapmıştır. O, “İ‘lâmu’l-Muvakki‘în” adlı eserinde tâğutu tanımlarken şöyle der:

والطاغوت كل ما تجاوز به العبد حده من معبود أو متبوع أو مطاع فطاغوت كل قوم من يتحاكمون إليه غير الله ورسوله أو يعبدونه من دون الله أو يتبعونه على غير بصيرة من الله أو يطيعونه فيما لا يعلمون أنه طاعة لله فهذه طواغيت العالم إذا تأملتها وتأملت أحوال الناس معها رأيت أكثرهم من عبادة الله إلى عبادة الطاغوت وعن التحاكم إلى الله وإلى الرسول إلى التحاكم إلى الطاغوت وعن طاعته ومتابعة رسوله إلى الطاغوت ومتابعته

“Tâğut, kulun kendisi sebebiyle haddini aştığı ibadet edilen, tabi olunan veya itaat olunan her şeydir. Her kavmin tâğutu, Allah ve Rasülü dışında kendisinin hükmüne başvurdukları, Allah’ı bırakıp ibadet ettikleri, basiretsizce Allah’ın dışında tabii oldukları veya Allah’a itaat olduğunu bilmedikleri şeylerde itaat ettikleri kimselerdir. İşte bunlar dünyadaki tâğutlardır. Şimdi sen, bu tâğutları ve bunlar karşısında insanların durumlarını düşündüğünde, insanların çoğunluğunun Allah’a kulluktan tâğuta kulluğa, Allah ve Rasulünün hükümlerine başvurmaktan tâğutun hükümlerine başvurmaya, Allah’a itaat ve Rasulüne tâbi olmaktan tâğuta itaat ve tabi olmaya yöneldiklerini görürsün.”[2]

İbn Kayyım rahimehullah’ın yaptığı bu tanıma göre,

a) Allah’ın dışında ibadet edilen tüm varlıklar,[3]

b) Allah’ın razı olmadığı şeylerde ve rıza göstermeyeceği şekilde kendisine tâbi olunmasını isteyen tüm varlıklar,[4]

c) Allah’ın izin vermediği şeylerde kendisine itaat edilmesini isteyen tüm varlıklar,[5] hep tâğut kapsamına girmektedir.

Üstâdın bu tanımı gerçekten de çok güzel ve kayda değer bir tanımdır. Kur’ân menşe’lidir. Anlaşılan o ki, Kur’ân üzerinde uzun uğraşlar verilerek elde edilmiş bir tanımdır. Bu tanım üzerinden değerlendirme yaptığımızda, günümüz insanının birçoğunun –maalesef– Allah’a değil, asıl olarak tâğuta kul olduğunu veya Allah’la birlikte tâğuta kulluk yaptığını rahatlıkla söyleyebiliriz.

İbn Kayyım bile yaşadığı dönemin insanlarının çoğunluğunun Allah’a kulluktan tâğuta kulluğa veya Allah’ın hükümlerine başvurmaktan tâğutun hükümlerine başvurmaya yöneldiklerini söylüyorsa, varın bu günümüzü siz düşünün… Bundan ortalama 700 yıl önce yaşayan ve asıl olarak aralarında İslam şeriatının hâkim olduğu bir yerdeki insanların geneli böylesi bir yanlış içerisinde ise, o zaman aralarında İslam şeriatının hâkim olmadığı, aksine küfür kanunlarının tatbik edildiği günümüz insanının böylesi bir yanlış içerisinde olması daha evleviyetle mümkün değil midir? Elbette ki bu günün insanının böylesi bir yanlışın içerisinde olması evleviyetle mümkündür. İşte bu nedenle onların ikaz edilmeleri ve kendilerine hakikatlerin anlatılması çok daha önemli ve gereklidir.

İşte bu tanımdan hareketle; Allah’ın hükümleri ile hükmetmeyen, Allah ve Rasülünün hükümlerine muhalif hükümler koyan, bu hükümlere insanların müracaat etmelerini isteyen ve gerektiğinde bunun için güç kullanan idarecilerin tâğut kapsamına girdiğini rahatlıkla söyleyebiliriz.

Yöneticilere “Tâğut” Denir mi?

Kur’an’ı dikkatlice incelediğimizde, Rabbimizin tâğut kelimesi ile sadece şeytanı veya putları kastetmediğini; aksine bununla Allah’ı dikkate almayarak hüküm koyan veya Allah kaynaklı olmayan hükümlere insanları zorlayan kimseleri de tâğut olarak değerlendirdiğini rahatlıkla görürüz. Şimdi buna birkaç örnek verelim:

Kur’ân Firavun’a “Tâğut” Diyor

Kur’ân’da zikri geçen Firavun, Musa aleyhisselam döneminde yaşayan Mısır kralının adıdır. Bu şahıs, kendi döneminde elinde bulundurduğu topraklarda Allah’ın kurallarını hiçe sayarak bir idarede bulunmuş ve insanları bu idareye itaat etmeye zorlamıştır. Onun bu tutumundan dolayı Kur’ân ona “tâğut” ismini vermiştir. Rabbimiz, şöyle buyurur:

اذْهَبْ إِلَى فِرْعَوْنَ إِنَّهُ طَغَى

“Firavun’a git, çünkü o tâğut olmuştur.” (Tâhâ, 24)

Hz. Musa ve Hz. Harun’a ortak hitabında da şöyle der:

اذْهَبَا إِلَى فِرْعَوْنَ إِنَّهُ طَغَى

“Firavun’a gidin; çünkü o tâğutlaşmıştır.” (Tâhâ, 43)

Bu iki âyette Rabbimiz, Firavun’a bizzat “tâğut” adını vermiş ve onun yaptığı bu azgınlaşmayı tâğut kelimesinin fiili olan «طَغَى/tağâ» kipi ile ifade etmiştir. Bu iki âyette geçen «طَغَى/tağâ=tâğutlaştı» fiilinin ister sözlük anlamı kastedilsin, ister ıstılahî anlamı, her iki durumda da Firavun, Allah’ın kendisi için belirlemiş olduğu kulluk sınırını aşmış ve Allah’ın haklarını kendisinde görerek tâğutlaşmıştır.

 Laf tam buraya geldiğinde şu soruyu sormamak abes olur: Acaba Firavun neden tâğutlaşmıştı?

Veya Firavun ne yapmıştı da Allah ona “tâğut” demişti?

Evet, şimdi hep beraber bu sorunun cevabını bulmaya çalışalım…

Firavun’a Niçin “Tâğut” Denilmiştir?

Firavun’a niçin “tâğut” denildiğinin elbette ki birçok sebebi vardır; ama Kur’an-ı Kerim’e baktığımızda, asıl olarak bu vasfın ona verilişinin temel nedeninin “hâkimiyet ve egemenliği kendisinde görmesi ve bundan dolayı insanlara dilediği gibi zulüm içerikli tasarrufta bulunmasıdır” diyebiliriz. Şimdi gelin, şu âyeti beraberce değerlendirerek, Firavun’a neden tâğut denildiğinin gerekçelerinden birisini görmüş olalım. Rabbimiz, Zuhruf sûresi 51. âyetinde buyurur ki:

وَنَادَى فِرْعَوْنُ فِي قَوْمِهِ قَالَ يَا قَوْمِ أَلَيْسَ لِي مُلْكُ مِصْرَ وَهَذِهِ الْأَنْهَارُ تَجْرِي مِنْ تَحْتِي أَفَلَا تُبْصِرُونَ

“Firavun, kavmine seslenerek dedi ki: Ey kavmim! Mısır’ın hâkimiyet ve egemenliği benim değil mi? Ve altımdan akan şu ırmaklar? Hâlâ görmüyor musunuz?”

Firavun, her ne kadar bu sözü Hz. Musâ’nın kendisine peygamber olarak gönderilmesinden sonra söylemişse de, bu, onun daha önceleri de bu inançta olduğunu gösterir; zira bir insan ancak inandığı ve uğruna her şeyi göze aldığı bir şeyi dillendirip i‘lan edebilir. Firavun’un da bunu yapmıştır. Demek kendisine Hz. Musâ peygamber olarak gönderilmeden önce de bu hakkı kendisinde görüyormuş ki, bu nedenle Allah ona daha tebliğini ulaştırmadan önce “tâğut” ismini vermiş.

Burada hemen önemli bir noktanın altını çizelim: Âyette geçen «مُلْكُ/mülk» kelimesi, Arap dilinde “otorite, sulta, hâkimiyet, egemenlik ve yetkinlik” gibi anlamlara gelir. Türkçede kullanılan “mal” ile aynı değildir. Türkçede “mal” anlamında kullandığımız mülk kelimesi, Arapçada “milk” kelimesi ile ifade edilir. Bu nedenle âyette “Mısır’ın mülkü” ifadesi ile kastedilen kesinlikle “Mısır’ın hâkimiyeti” demektir ki, zaten müfessirlerimiz de bunu bu şekilde anlamlandırmışlardır.[6]

İşte Firavun, hükmü altında bulunan Mısır ülkesinin hâkimiyet ve egemenliğini kendisinde gördüğü ve hiç kimsenin orada kendi saltanatına karışmasına müsaade etmediği için “tâğut” olmuştu. Buradan hareketle şunu rahatlıkla söyleyebiliriz ki, bir yönetici aynen Firavun gibi eğer hâkimiyet ve egemenliği kendisinde görür ve bu konuda hiçbir kimseyi –velev ki bu Allah bile olsa– idaresine karıştırmazsa kesinlikle “tâğut” olmuş olur ve Firavun’la aynı hükmü almaya hak kazanır.

Yeri gelmişken burada şu gerçeği tekrar hatırlatmanın faydalı olacağını düşünüyoruz: bilinmelidir ki, insanlara hükmetme, onlara hâkim olma, onlar için kanun ve nizamlar belirleme yetkisi, kayıtsız-şartsız sadece Allah’ın hakkıdır ve bu konuda hiçbir kimsenin O’nun karşısında salahiyet ve yetkisi yoktur. Ya da daha güncel ve daha açık bir ifadeyle söyleyecek olursak: Egemenlik; kesinlikle ve kesinlikle Allah’ındır ve bu konuda hiçbir insanın, hiçbir kurumun, hiçbir mercinin ve hiçbir devletin O’na ortaklığı yoktur, olamaz da!

“O, egemenliğine hiçbir kimseyi ortak etmez!” (Kehf,26)

Kur’ân okuyanlar çok iyi bilirler ki, egemenliğin Allah’a ait olduğu Kur’an’ın ısrarla üzerinde durduğu en net ve en sarîh meselelerdendir. Örneğin Rabbimiz şöyle buyurur:

“Hâkimiyet yalnızca Allah’ındır…” (Yûsuf, 40)

“Dikkat edin! Yaratmak ve (yarattıklarına) emretmek yalnızca Allah’ın hakkıdır.” (A‘raf, 54)

“De ki: Hamd, hiçbir çocuk edinmeyen, hâkimiyette ortağı olmayan, âcizlikten dolayı bir yardımcıya ihtiyacı bulunmayan Allah’a mahsustur. Sen O’nu tekbir ile yücelt.” (İsrâ, 111)

“Âlemlere bir uyarıcı olsun diye kulu (Muhammed’e) Furkân’ı indiren Allah’ın şanı ne yücedir! O Allah ki, göklerin ve yerin hâkimiyeti/egemenliği kendisine ait olandır. Çocuk edinmemiştir. Hâkimiyetinde hiçbir ortağı da yoktur. O, her şeyi yaratmış ve yarattığı o şeyleri bir ölçüye göre takdir etmiştir.” (Furkan, 1, 2)

“Hâkimiyet elinde olan Allah ne yücedir! O, her şeye hakkıyla gücü yetendir.” (Mülk, 1)

Tüm bu âyetler ve zikredemediğimiz diğerleri, net bir biçimde hâkimiyetin Allah’ın hakkı olduğunu ortaya koyuyor. Dolayısıyla eğer bir yönetici çıkar da bu hakkı kendisinde veya kendisi gibi insanların otoriter olduğu meclisinde görürse, kesinlikle o yönetici “tâğut” olmuş olur ve kendisine Musâların gönderilmesini hak eden bir pozisyona düşer.

Bir insan, konumu ve durumu ne olursa olsun, asla Allah’ın haklarına müdâhale edemez; çünkü o bir insandır, yani yaratılmış bir varlıktır. Tüm yaratılmışlar için Allah tarafından belirlenen bir sınır, bir had vardır. İşte yaratılan varlıklar her ne zaman bu sınırı aşmaya kalkar ve Allah’a ait olan alana müdahale etmeye girişirlerse haddini aşmış ve sınırı geçmiş olurlar, yani Kur’ân’ın tabiriyle “tâğut” olurlar. Firavun, Allah’ın kendisi için belirlemiş olduğu sınırı aşmış ve Allah’ın hakkı olan hâkimiyeti kendinde görmeye başladığı için “tâğut” olmuştu. Acaba bu gün de aynı hakkı kendisinde görenler “tâğut” olmazlar mı?

Bu gün yeryüzünde demokrasi, laiklik veya krallıkla yönetilen devletlere baktığımızda, bir tanesinin bile Allah’ın hakkı olan hâkimiyeti Allah’a verdiğini, yani Allah’ın istediği şekilde idareyi yürüttüğünü söyleyemeyiz. Dün Allah’ın bu hakkını Firavun gasp ediyordu, bu gün ise bu modern devletler gasp ediyor. Dün Firavun’a “tâğut” diyen Allah, acaba bu günkü devletlere tolerans geçip Müslüman mı diyecek?

Hayır, hayır! Vallahi hayır!

Eğer bu gün de birileri Firavun’un yaptığını yapıyorsa, onunla aynı ismi ve aynı hükmü alırlar ve –yaşadığımız coğrafyada olduğu gibi– adlarının İslamî oluşuna bakılmaz.

Burada bir noktaya daha temas etmek istiyoruz ki, bu da çok önemli bir husustur: Firavun’la alakalı Zuhruf sûresinde yer alan âyetlerin devamında Rabbimiz, Firavun’un halkının durumunu da ele almış ve adeta bizlere ‘Hâkimiyet benim hakkımdır’ diyen Firavunlarla, ‘Hâkimiyet Firavun’un hakkıdır’ diyerek kendilerine itaat eden halkların, aynı hükme tâbi olduğu ve aralarında hiçbir fark bulunmadığı mesajını vermek istemiştir. Rabbimiz o ayetlerde şöyle buyurur:

“Firavun, kavmini ezdi, onlar (yine de) kendisine itaat ettiler. Çünkü onlar yoldan çıkmış bir toplumdu.” (Zuhruf, 54)

Firavun’un bütün tâğutluğuna rağmen halkı yine de ona itaate devam etmiş ve bu itaatleri nedeniyle Allah tarafından tıpkı Firavun gibi “yoldan çıkmak”la vasıflandırılmışlardı. İşte bu da bize göstermektedir ki, bir halk tüm ezilmişliğine rağmen hâlâ tâğutlara itaat etmeye devam ederse onlarla aynı hükmü alır ve Allah nazarında aralarında sonuç olarak herhangi bir ayırım yapılmaz. Bu nedenle hem Firavun gibi tâğut olmaktan, hem de ona itaat eden halk gibi yoldan çıkmaktan sakınmamız gerekir.

Kur’ân Kâ‘b b. Eşref’e “Tâğut” Diyor

Rabbimiz, yüce kitabında Mısır’a liderlik yapan Firavun’a “tâğut” dediği gibi, aynı zamanda Medine’de yahudilere liderlik edenlerden birisi olan Kâ‘b b. Eşref’e de “tâğut” demiştir. Lakin Kâ‘b b. Eşref’in ismi, Firavun’un ki gibi Kur’ân’da açıkça zikredilmemiş; aksine hakkında bir âyet indirilmek suretiyle onun da “tâğut” olduğu vurgulanmıştır.

Kâ‘b b. Eşref, Peygamber Efendimiz zamanında Medine’de yaşayan Yahudilerin önderlerinden ve ihtilaf anında kendisine müracaat ettikleri büyük zatlarından birisidir. Bu zat, insanlar ihtilaf ettiğinde onların problemlerini çözer ve aralarında hükmederdi. Lakin bu işi yaparken Allah’ın koyduğu ölçüleri göz önüne almaz ve Allah’ın kanunları ile meseleleri çözüme kavuşturmazdı. Daha çok kendi arzu ve istekleri doğrultusunda hüküm verirdi. İşte onun bu tavrından dolayı Kur’ân ona “tâğut” demişti. Kâ‘b b. Eşref hakkında indiği söylenen âyet şu şekildedir:

أَلَمْ تَرَ إِلَى الَّذِينَ يَزْعُمُونَ أَنَّهُمْ آمَنُوا بِمَا أُنْزِلَ إِلَيْكَ وَمَا أُنْزِلَ مِنْ قَبْلِكَ يُرِيدُونَ أَنْ يَتَحَاكَمُوا إِلَى الطَّاغُوتِ وَقَدْ أُمِرُوا أَنْ يَكْفُرُوا بِهِ وَيُرِيدُ الشَّيْطَانُ أَنْ يُضِلَّهُمْ ضَلَالًا بَعِيدًا

“(Ey Muhammed!) Sana indirilen Kur’ân’a ve senden önce indirilen (kitaplara) iman ettiklerini zannedenleri görmüyor musun? Onlar, reddetmeleri kendilerine emrolunduğu hâlde, Tâğût’un verdiği hükme göre yargılanmak/muhâkeme olmak istiyorlar. Şeytan da onları (haktan çok uzak) bir sapıklığa düşürmek istiyor.” (Nisâ, 60)

Tefsir âlimlerimizden birisi olan İbn-i Kesîr, bu âyetin iniş sebebini şu şekilde ifade eder: Ensâr’dan bir Müslüman ile bir Yahûdî anlaşmazlığa düşmüşlerdi. Yahûdî:

— Benimle senin aranda Muhammed hakem olsun, derken, öteki:

— Benimle senin aranda Kâ‘b b. Eşref hakem olsun, dedi. Bu nedenle bu âyet-i kerime nazil oldu.[7]

Şimdi âyetin, Kâ‘b b. Eşref’e neden “tâğut” dediğini bir düşünelim?

Sebebi nuzûlden anlaşıldığına göre o, Allah’ın indirdiği hükümlere uygun olup-olmadığına bakmadan insanlar arasında hükmetmiş ve ihtilafa düşen kimselerin meselelerini kendi arzuları doğrultusunda çözüme kavuşturmaya çalışmıştı. İşte bu nedenden ötürü Allah ona “tâğut” demiş ve hem onun, hem de onun gibilerinin inkâr edilmesi gerektiğini söylemişti.

Buradan hareketle biz de şunu çok rahatlıkla söyleyebiliriz: Bu gün de birileri insanlar arasında hükmederken eğer Allah’ın hükümlerini dikkate almaz, hiçe sayar ve sanki hiç yokmuş gibi davranırsa veyahut Allah’ın hükümleri ile değil de başka hükümlerle hüküm verirse, tıpkı Kâ‘b b. Eşref’in “tâğut” oluşu gibi tâğut olur ve o dönemdeki insanlara onun inkâr edilmesi emrediğildiği gibi, bu dönemdeki insanlara da bunun inkâr edilmesi emredilir. Böylesi bir durumda ‘Ben Müslümanım’ diyen birisinin bunları reddetmesi, kabul etmemesi ve kendilerinden teberrî etmesi farz olur.

İşte bu nedenle bizlerin, günümüzün Kâ‘b b. Eşreflerine karşı nasıl bir tavır içerisinde olduğumuzu iyi hesap etmesi ve konumunu net bir biçimde belirlemesi gerekmektedir. Aksi halde bizi cennete götürecek imanımız her an Allah katından “zan” ile damgalanıp –Allah muhafaza– geçerliliğini yitirebilir.

İslâm Âlimleri de Yöneticilere “Tâğut” Diyor

İslam âlimlerinin kitaplarını gözden geçirdiğimizde, onların da Allah’ın kitabı ile hükmetmeyen yöneticilere “tâğut” adını verdiğini görürüz. Buna iki âlimden örnek vererek meselemizi delillendirmeye çalışacağız; ama hemen ifade edelim ki, bu konuyu delillendirmek için İslam ulemasından onlarca nakil aktarmak mümkündür. Laf uzamasın diye biz bunlarla yetineceğiz. İlk naklimiz Şeyhu’l-İslâm İbn Teymiyye rahimehullah’dan olacak. O, tâğutla alakalı tanımında şöyle demiştir:

فالمعبود من دون الله اذا لم يكن كارها لذلك طاغوت ولهذا سمى النبى الأصنام طواغيت والمطاع فى معصية الله والمطاع فى اتباع غير الهدى ودين الحق ولهذا سمى من تحوكم اليه من حاكم بغير كتاب الله طاغوتا وسمى الله فرعون وعادا طغاة

 “Allah’ın dışında ibadet edilen varlık –eğer bunu kerih görmüyorsa– tâğut olur. Bu nedenle Nebi aleyhisselam putları ‘tâğut’ diye adlandırmıştır. (Ve yine bunun gibi) Allah’a isyan hususunda itaat edilen ve hidâyetin ve hak dinin dışında (kendisine) ittiba edilme hususunda itaat edilenler de ‘tâğut’tur. İşte bundan dolayı Allah’ın kitabından başkasıyla hükmedip kendisine muhâkeme olunan yönetici ‘tâğut’ diye adlandırılmıştır. Ve yine bundan dolayı Allah, Firavun’u ve Âd kavmini ‘tâğut’” diye isimlendirmiştir.”[8]

Tâğut kavramına getirmiş olduğu bu tanımla Şeyhu’l-İslâm’ın ne kadar derûnî bir anlayışa, ne kadar ince bir fıkha sahip olduğunu anlamak sanırım hiç de zor değildir. Üstat, Allah’ın kitabı ile hükmetmeyen ve insanların hüküm konusunda kendilerine başvurdukları yöneticileri “tâğut” kapsamında değerlendirerek, sanki bu gün kendilerini ona nispet ettikleri halde Allah’ın kitabı ile yönetmeyen yöneticilere tâğut diyemeyen şahıslara inceden inceye bir göndermede bulunmaktadır.

Biz, Şeyhu’l-İslâm’ın bu ifadesiyle, Allah’ın kitabı ile hükmetmeyenlere “tâğut” adının verilebileceğini net olarak anlamaktayız. Bu gün kendilerini ona nispet ettikleri halde Allah’ın kitabı ile hükmetmeyen yöneticilere “tâğut” diyemeyenler, Üstad’ın bu sözlerini dikkatle yeniden okumalıdırlar. Belki bu sayede vakıalarını doğru bir şekilde değerlendirmeleri mümkün olabilir.

İkinci naklimize gelince; o da Şeyhu’l-İslâm’ın talebelerinden olan İbn Kesir rahimehullah’dan olacak. O, Nisa sûresinin 60. âyetinin sebebi nuzûllerini zikrederken, şöyle der:

وقيل: في جماعة من المنافقين، ممن أظهروا الإسلام، أرادوا أن يتحاكموا إلى حكام الجاهلية.

“Denildi ki: Bu âyet, İslam’ı izhar eden münafıklardan, cahiliye yöneticilerine muhâkeme olmak isteyen bir gurup hakkında inmiştir.”[9]

İbn Kesir rahimehullah’ın bu ifadesi de, tıpkı hocası İbn Teymiyye’nin ki gibi İslam ile hükmetmeyen yöneticilere “tâğut” adının verileceğini çok net bir şekilde ortaya koymaktadır.

Tâğut kelimesine yapmış olduğu tarifi aktardığımızda İbn Kayyım’ın da Allah’ın kitabı ile hükmetmeyen yöneticilere “tâğut” dediği sanırım dikkatinizden kaçmamıştır. Yani İbn Kayyım’ın da bu tür yöneticilere “tâğut” ismini verdiğini çok rahatlıkla söyleyebiliriz.

İşte zikrettiğimiz âlimlerin bu kavilleriyle, yönetimde bulunup Allah’ın kitabına aykırı yasalar yapanların ve İslam kanunlarını hiçe sayanların kesinlikle “tâğut” olduğunu ve bunlara bu ismi vermenin hiçbir sakıncası olmadığını anlıyoruz.

Burada Allah için bir soru sormak istiyorum: Eğer bu saydığımız tiplemeler “tâğut” kapsamına giriyor ve kendilerine bu sıfat veriliyorsa, peki ya, evlilik kanunlarını İsviçre’den, ceza kanunlarını İtalya’dan, ticaret kanunlarını Almanya’dan ve hukuk ilkelerini bilmem hangi gavur memleketinden getirerek İslam’la âdeta alay eden ve kâfirlerin kokuşmuş bu yasalarını İslam’ın pak kanunlarına tercih edenler, bunlar tâğut olmaz mı? Bunların tâğut olması daha öncelikli ve daha evlâ değil midir?

Bu soruya siz cevap verin ama, ben yine de söylemeden edemeyeceğim: İnanın bunların tâğutluğu bi tarîkin evlâdır, yani daha gerekli ve daha önceliklidir.

İşte tüm bu hakikatleri göz önünde bulundurarak, tâğutun hakikati hakkında kandırılmış şu zavallı halkımıza en samimi duygularımızla sesleniyor ve bu tür yöneticileri –adları ve sanları ne olursa olsun– reddetmelerini, onlara destek vermemelerini ve onların safında hiçbir zaman yer almamalarını Allah için kendilerine nasihat ediyoruz.

“…Oysa onlara, o tâğutu reddetmeleri emrolunmuşlardı.” (Nisâ, 60)

Bize onları reddetmek emrolunmuşken, onları sevmek ve onları desteklemekte neyin nesi oluyor?

İşin aslı bu asla olabilecek bir şey değildir.

Allah hakkı için bu noktada yeniden kendimizi gözden geçirelim ve anlatılan şeylerin doğruluğunu Kur’ân’a götürerek, Sünnet’e ve rabbanî tevhid ehli âlimlere sorarak tahkîk edelim. Bunu yaptığımızda göreceğiz ki, bu güne kadar İslamî sloganlarla bizlere yaklaşan sözüm ona dindar liderler, aslında cennet yoluna dikilmiş birer engel ve bizleri Allah yolundan alıkoyan birer tağutmuşlar!

İnanın bu çok zor bir şey değildir. Sadece biraz samimiyet ve biraz gayretle öğrenilip idrak edilebilecek bir husustur. Biz bu samimiyet ve çabayı gösterdiğimizde Rabbimiz yolumuzu açacak ve inşâallah hakkı bize ayan beyan ortaya koyacaktır.

Ne mutlu hakkı öğrenmek için samimiyetle gayret eden yiğitlere!

Tâğutu Nasıl Red ve İnkâr Edebiliriz?

Buraya kadar anlatmaya çalıştığımız şeylerden, tâğutun ne olduğunu az-çok anladığımızı zannediyorum. Tâğutun ne olduğunu ortaya koyduktan sonra geriye son olarak tâğutu red ve inkâr etmenin nasıl olması gerektiğini anlatmak kalıyor. Bunu da kısaca zikrederek yazımızı tamamlamak istiyoruz.

Bu yazıyı okuyanlar, haklı olarak “İmanımızı çalan bu tâğutu nasıl inkâr edeceğiz?” diye sorabilir. Bu, çok yerinde ve gerekli bir sorudur. Öyle ya nasıl inkâr edeceğimizi bilmediğimiz zaman inkârımızda eksiklik olmaz mı? Zaten kimi insanlar kendilerinin tâğutu inkâr ettiğini zannettiği halde, hakikatte tâğutu inkâr etmemişlerdir. Bunun sebebi de, tâğutu nasıl inkâr edeceklerini bilmemeleridir. Çünkü bu iş, sadece söz ile olacak bir şey değildir; aksine hem inanç, hem söz, hem de amel ile gerçekleşen bir olaydır. Bu üç maddeden birisinin eksik olması halinde tâğut inkâr edilmiş sayılmayacaktır. Şimdi tâğutu nasıl inkâr etmemiz gerektiğini maddeler halinde zikredelim:

1- Tâğutun “İnanç” İle Reddedilmesi: Bu, kişinin kalben tâğuta buğzetmesi, onu sevmemesi, ona düşmanlık beslemesi ve onun “kâfir” olacağına inanması şeklinde olur. Tâğutun bu şekilde inkâr edilmesi hususunda hiç kimse mazeretli sayılmaz; çünkü hiçbir kimsenin başka birisinin kalbine girmesi veya onun kalbi üzerinde hâkimiyet kurması mümkün değildir. Bu nedenle Tâğutları seven, onlara sempati duyan, onlara buğuz ve düşmanlık etmeyenler asla tâğutu reddetmiş sayılmazlar.

2- Tâğutun “Dil” İle Reddedilmesi: Bu, kişinin tağuları ve onların destekçilerini kendisinden talep edildiğinde tekfir etmesi, onların Müslüman olmadıklarını söylemesi, onlara her fırsatta kin ve nefretini açığa vurması ve onlardan beri olduğunu ilan etmesi ile olur.

3- Tâğutun “Amel” İle Reddedilmesinin Şekli: Bu da kişinin hiçbir şekilde onlara destek vermemesi, onları yönetici, lider ve baş seçmemesi, her fırsatta onlardan ictinâb ederek uzak durması ve onlara karşı gücü nispetinde mücadele etmesi sureti ile olur.

İşte tâğutun reddedilmesinin hakiki şekli ve niteliği budur. Kim bu üç maddede anıldığı şekliyle tâğutu reddederse, gerçek anlamda tâğutu reddetmiş olur. Kim de bunlardan birisini eksik yaparsa, onun tâğutu reddedişi noksandır; binlerce kez dili ile tekrar etse de o tâğutu reddetmiş değildir.

Allah hepimize hakkıyla tâğutları reddetmeyi nasip etsin ve bizleri onlardan uzak olup şu müjdeye nail olan kullarından kılsın:

“Tâğuta ibâdet (ve itaat) etmekten uzak duran ve Allah’a yönelenler var ya, işte onlar için müjde vardır.” (Zümer, 17)

 

 

Faruk Furkan

 



[1] Bu yazı, Tevhid Dergisi’nin “Hâkimiyet Özel Sayısı”nda yayınlanmıştı.

[2] 1/50.

[3] Ki şeytan, putlar, türbeler, yatırlar ve benzeri nesneler buna dâhildir.

[4]Ki bazı şeyh efendiler, kimi tarikat liderleri ve sözüm ona kendisini “Ğavs-ı A‘zam/en büyük yardımcı” (!) olarak adlandıran bazı sapıklar da buna dâhildir.

[5] Ki Allah’ın kitabını arkasına atarak hevasından kanunlar çıkaran ve insanları bunlara uymaya zorlayan yöneticiler de buna dâhildir.

[6] Örneğin İmam Âlûsî der ki: “Mısır’ın mülkü ile kastedilen, Mısır’ın hâkimiyet ile elde tutulması ve orada tasarrufta bulunulmasıdır. Bununla Mısır’ın bizatihi kendisi kastedilmemiştir.” Bkz: Ruhu’l-Meâni, 18/374. Ayrıca bkz: Câmiu’l-Beyân an Te’vîli Âyi’l-Kur’ân, İmam Taberî, 1/148. (Fatiha sûresi 4. âyetin tefsiri.)

[7] Tefsîru’l-Kur’âni’l-Azîm, 2/346.

[8] Mecmuu’l-Fetâva, 28/200.

[9] Tefsîru’l-Kur’âni’l-Azîm, 2/346.

Okunma Sayısı:4679