"Onlar kötülüğü iyilikle savarlar." (Kasas, 54)

“DAVETÇİYİZ, KADI DEĞİLİZ” SÖZÜNÜN DEĞERLENDİRİLMESİ

بسم الله الرحمن الرحيم

Rahmân ve Rahîm Olan Allah’ın Adıyla…

 

Hamd Allah’a, salât ve selâm Rasulullah’a olsun.

Bizler şu zamanımızda kitap ve sünnetten delili olmayan fasit ilkeler belirleyen ve kaideler ortaya koyan topluluklarla imtihan olunmaktayız.

Bu kaide ve kurallar gerçekten bir hayli çok ve yaygındır:

* “Halifesiz Cihad Olmaz.”

* “Küfür Sadece İnkâr Ve Helal Görmeyle Olur.”

* “Davetçiyiz, Kadı Değiliz.” kaideleri bunlardan sadece bazılarıdır. Bunların dışında kitap ve sünnete muhalif daha nice kaide ve kural vardır.

Biz bu mütevazı incelememizde, bu fasit kaide ve kurallardan birisi olan “Davetçiyiz, Kadı Değiliz” kuralını ele almaya çalışacağız.

Onlar bu kaide ile tekfirin ancak kadı/yargıç tarafından yapılabileceğini, tekfirle alakalı meselelerde ve insanlara hüküm verme konusunda elinde delil ve kanıtlar olsa bile, kadıdan başka bir kimsenin söz söylemesinin caiz olmayacağını kastetmektedirler.

Bununla birlikte bu kaideyi benimseyen bazı kimseler, ihtiyaç anında ona en çok muhalefet edenlerdir. Şöyle ki: Onlardan birisinin, seçimlerin yaklaştığı dönemde kendilerine muhalefet eden kimi demokrat parti liderlerini, idam hükmünü reddetmeleri nedeniyle tekfir etmekte olduklarını işittim. O, bu konuda[1] haklı idi. Lakin bu şahıs aynı zamanda Allah’ın şeriatını değiştiren, ümmetin düşmanlarını veli edinen ve Müslümanlar aleyhinde onlara destek veren yöneticileri tekfir etme noktasında alabildiğine sakınmaktadır.

Bu kaide, –Allah kendilerine rahmet etsin– selefimizin kitaplarında mevcut değildir. Bildiğimiz ve muttali olduğumuz kadarıyla bunu ilk ortaya atan, İhvan-ı Müslimin’in eski genel sorumlusu Hasan el-Hudaybî’dir.

Ben, bu kaidenin bozukluğunu açığa çıkarma adına, kitap ve sünnetten bazı delilleri bir araya getirmeye ve ilim ehlinden bazı nakilleri cem etmeye çalıştım.

“Davetçiyiz, Kadı Değiliz” kaidesi, onlardan bazısının yanında sanki okunan bir Kur’an halini almıştır. Oysa bu kaide hem şer’î nasslara hem de Selef-i Salihîn’in menhecine aykırıdır. Ve yine bu kaide tiksinti veren ircâ[2] kokusu yaymaktadır.

Allah kendilerine rahmet etsin, Selef âlimleri Mürcie’den sakındırmış ve onların ümmet üzerindeki tehlikesini beyan etmişlerdir.

İmam Zührî rahimehullah şöyle der:

“İslam’da, müntesiplerine Mürcieden daha fazla zarar veren bir bidat ortaya çıkmamıştır.”[3]

İmam Evzâî rahimehullah şöyle demiştir:

“Yahya ve Katâde şöyle derdi: Bu ümmet için Mürcielikten daha korku verici hiçbir bidat yoktur”[4]

Kâdı Şüreyk rahimehullah’da şöyle demiştir:

“Mürcie (inanç bakımından) en pis kavimdir. Gerçi pislik olarak Rafızîler sana yeter; ama Mürcie Aziz ve Celil olan Allah’a yalan uydurmaktadır.”[5]

Ve yine bu kaide, velâ ve berâ hukukunu iptal etmeye ve nefislerde bunu sulandırmaya davetiye çıkardığı için birçok fesadı içermektedir. Şöyle ki: Sen bir müşrikin gece gündüz Allah’a şirk koştuğunu görecek, Allah’ın şeriatının (yönetimden) uzaklaştırıldığını ve yerine beş para etmez beşer mahsulü kanunlar getirildiğini müşahede edeceksin, sonunda tüm bu şirk ve küfür işlerini yapan kimselere ―ortada küfre girmelerine mani olacak muteber cehalet, tevil, ikrah, hata ve benzeri engellerden bir şey olmaksızın— sırf kadı onların kâfir olduğuna hükmetmediği için, Müslüman muamelesi yapacaksın!

Allah İbn-i Kayyım’a rahmet etsin, Nûniye’sinde şöyle demiştir:

“Küfür, (önce) Allah’ın sonra da Rasulünün hakkıdır.

Falancanın sözü ile değil, ancak nass ile sabit olur.

Kimi, âlemlerin Rabbi sonrada kulu (Muhammed) tekfir etmişse,

İşte gerçek küfür sahibi odur.”

Âlimlerin “Yalnızca kadıya[6] hastır, başkasının bu konuda söz söyleme hakkı yoktur” diye zikrettikleri şey; kanı, malı ve benzeri şeyleri mubah kılan hadlerin ikame edilmesidir. Çünkü bunun rastgele herhangi bir insana bırakılması, (toplumda) karışıklığa ve sadece töhmetlerle kanların ve malların mubah kılınmasına yol açar.[7]

Şimdi, bu kaidenin batıl olduğuna ve şer’î naslara muhalefet ettiğine dair söylemiş olduğumuz şeyin sıhhatini ortaya koyan delilleri serdetmeye başlayabiliriz.

1- Allah Teâlâ müminlerin kâfirleri tekfir ettiğini bizlere şöyle haber verir:

“(O zaman) iman edenler: ‘Sizinle beraber olduklarına dair var güçleriyle Allah’a yemin edip duranlar, şu bütün amelleri boşa çıkan ve böylece ziyana uğramış olan kimseler miydi?’ derler.” (Maide, 53)

Malumdur ki, bir kimse hakkında amelinin boşa çıktığına dair hüküm veren bir kimse kesinlikle onun mürtet olduğuna hükmetmiş demektir. Çünkü amelin tamamıyla boşa çıkması, ancak küfür nedeniyle olur. Rabbimiz şöyle buyurur:

“…Eğer onlar da Allah’a şirk koşsalardı, bütün yaptıkları boşa giderdi.” (Enam, 88)

“Bunun sebebi şudur: Onlar Allah’ın indirdiğini beğenmediler, bu sebeple de Allah onların amellerini boşa çıkardı.” (Muhammed, 9)

2- İmam Müslim’in Sahih’inde şöyle geçer:

Bir cenaze geçirilmekteydi. Bu arada onu hayırla yâd edenler oldu. Bunun üzerine Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem: “Vacip oldu, vacip oldu, vacip oldu” buyurdu. Başak bir cenaze geçirilirken onu da şerle yâd edenler oldu. Bunun üzerine Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem: “Vacip oldu, vacip oldu, vacip oldu” buyurdu. Bunun üzerine Ömer radıyallahu anh:

― Annem-babam sana feda olsun! Bir cenaze geçirilirken cenaze hayırla yâd olundu. Sen: “Vacip oldu, vacip oldu, vacip oldu” buyurdun. Başka bir cenaze geçirilirken bu cenaze şerle yâd olundu. Sen yine: “Vacip oldu, vacip oldu, va­cip oldu” buyurdun?” (bu nedendir) dedi. Bunun üzerine Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem:

“Siz kimi hayırla yâd ederseniz ona cennet ve kimi de şerle yâd ederse­niz ona da cehennem vacip olur. Çünkü sizler Allah'ın yeryüzündeki şahitlerisiniz, sizler Allah'ın yeryüzündeki şahitlerisiniz, sizler Allah'ın yeryüzündeki şahit­lerisiniz” buyurdu.[8]

Ahmed b. Hanbel’in Müsned’inde yer alan diğer bir rivayette ise şöyle geçer:

“Müminler Allah’ın yeryüzündeki şahitleridir.”[9]

İşte Nebî sallallahu aleyhi ve sellem ashabının birinci cenazeye hayırla, ikinci cenazeye de şerle şahitlikte bulunmalarını onaylamıştır. Eğer bu sadece kadıya özgü bir şey olsaydı, Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem bunu mutlaka onlara açıklardı; çünkü ihtiyaç anında açıklama yapmayı geciktirmek asla caiz değildir. Nitekim bu, usul âlimlerinin yanında muakarrar bir kaidedir. Ve yine Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem aralarında “Biz davetçiyiz, kadı değiliz!” diye nida ederdi. Bilindiği üzere o dönemde kadı olan ve Müslümanların, ihtilaflarında kendisine müracaat ettiği kimse Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem’di.

3- Buharî ve Müslim’in[10] rivayet ettiği kıssa da geçtiği üzere Ömer radıyallahu anh Hatıb b. Ebi Beltaa radıyallahu anh için “Ya Rasûlullah! Beni bırak da, şu münafığın boynunu vurayım!” demişti. Bunun üzerine Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem ona: “Şüphesiz o Bedir’de bulunmuştur. Ne biliyorsun, ola ki, Allah Bedir gazilerinin hallerine vâkıf olup da: ‘Dilediğinizi yapın! Sizi affettim’ buyurmuştur?” diye karşılık verdi.

Diğer bir rivayette ise Ömer radıyallahu anh’ın:

“Kılıcımı çektim ve sonra: Ey Allah’ın Rasulü! Bana, Hatıb hususunda müsaade edin; zira o kâfir olmuştur” dediği nakledilir.[11]

Bu olayda Ömer radıyallahu anh, Hatıb b. Ebi Beltaa hakkında kâfir hükmü vermiş, Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem’de bunu onaylamıştı; ancak ortada Hatıb’ın kâfir olmasına engel olan bir maninin bulunduğunu Ömer’e beyan etti. Bu mani de şuydu: O, yaptığı bu işi Müslümanlara bir zarar getirmeyeceği tevili ile yapmıştı.

Eğer bu kaide[12] doğru olsaydı, o zaman Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem Ömer’i en kötü şekilde azarlar ve bunun caiz olmayacağını ona beyan ederdi.

4- Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem, bizlere, iyi kimseye iyilikle, kötü kimseye de kötülükle şahitlikte bulunmamızı emretmiştir. Taberânî’nin “el-Mu’cemu’l-Evsat”da, Beyhakî’nin de “ez-Zühdü’l-Kebîr” adlı eserinde Ebu Saîd el-Hudrî’den rivayet ettiklerine göre, Ebu Saîd el-Hudrî radıyallahu anh şöyle demiştir: Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem hutbe vermek için ayağa kalktı. Şu sözler verdiği hutbedendir:

“Dikkat edin! Benin davet edilip icabet etmem (vefat etmem) çok yakındır. Size benden sonra bildiklerini söyleyen, öğrendikleri ile amel eden bazı insanlar önderlik edecektir. Onlara itaat (gerçek) itaattir. Onlar bir süre aranızda böylece kalacaklardır. Onlardan sonra size bilmediklerini söyleyen, bilmedikleri ile amel eden bazı insanlar önderlik edecektir. Bu durumda her kim onlarla samimi olur, onlara destek verir ve arka çıkarsa işte onlar gerçekten helak olan ve (diğer insanları) helak eden kimselerdir. Siz bedenlerinizle onlarla beraber olsanız da amellerinizle onlardan ayrı olun/onlara muhalefet edin. İyi olana iyi; kötü olana da kötü diye şahitlikte bulunun”[13]

“Davetçiyiz, Kadı Değiliz” kaidesinin yanlışlığı için (başka değil) sadece bu nebevî hadise muhalefet etmesi söz konusu olsa, bu, onun batıllığı, reddedilmesi ve boş bir söz olarak kabul edilmesi için yeter ve arardı bile. Tek bu delil yeterliyken, geçen bunca delil olduğu halde nasıl batıl olmasın ki?

Bu Kaidenin Yanlışlığını Beyan Eden Bazı Âlim Kavilleri

1- İbn Ebî Şeybe, İmam Şa’bî’nin Haccac hakkında şöyle dediğini nakletmektedir: “Ben şehadet ederim ki o, tağuta iman etmiş, Allah’a kâfir olmuş birisidir.”[14]

2- İmam Tavus’un da Haccac hakkında şöyle dediğini nakleder: “Irak’ta ki kardeşlerimize şaşırıyorum doğrusu! Haccac’ı “mümin” diye adlandırıyorlar!”[15]

3- İbn-i Kesîr, Haccac’ın biyografisinde şu rivayete yer verir: “İnsanlar Haccac’ın hükmü hakkında ihtilaf ettiler ve meseleyi İmam Mücahid’e sordular. O ise şöyle dedi: Siz kâfir bir adamdan (mı) soruyorsunuz”[16]

Bizim bu nakilleri yapmaktaki kastımız, Haccac’ın Müslüman mı kâfir mi olduğunu ortaya koymak değildir. Bizim asıl kastımız; Selef’in ―kadı’ya müracaat etmeksizin― muayyen bir kimse hakkında verdikleri küfür hükümlerini ortaya koyan vakıaları nakletmektir.

4- İmam Âcurrî “eş-Şeria” adlı eserinde Rebi İbn-i Süleyman’ın şöyle dediğini nakleder:

İmam Şafiî’den dinlemiştim. “O, (bir keresinde) Kur’an’ı ve Kur’an hakkında Hafs el-Ferd’in dediklerini anlattı ―ki İmam Şafiî ona “Hafs el-Münferid” derdi― Onunla Mısır valisinin huzurunda tartışmış ve tartışma esnasında ona şöyle demişti: “Kendisinden başka (hak) ilah olmayan Allah’a yemin ederim ki, sen kâfir oldun!” Sonra kalkıp oradan ayrılmışlardı. Rebi İbn-i Süleyman devamla der ki: Ben Hafs el-Ferd’in “Kendisinden başka (hak) ilah olmayan Allah’a yemin ederim ki, Şafiî benim kanımı heder saydı” dediğini işittim.[17]

5- Ahmed İbn-i Hanbel’in oğlu Abdullah “es-Sünne” adlı eserinde şöyle nakleder: Ebu Kerime el-Harranî şöyle demiştir: Ben, Şebâbe İbn-i Süvar’ın şöyle dediğini duydum:

“el-Merîsi”nin kâfir ve inkârcı biri olduğu, tövbeye davet edilmesi gerektiği, tevbe ederse ne âlâ, aksi halde boynunun vurulmasının gerekli olduğu noktasında benim, Ebu’n-Nadr Hişam b. Kasım’ın ve fukahadan bazılarının görüşleri aynıdır.”[18]

6- İmam Tahavi rahimehullah şöyle demiştir:

“Biz kıble ehlinden hiçbir kimse için: ‘O cennet ehlindendir yahut cehennem ehlindendir’ demeyiz. Ve yine kendilerinden buna dair bir şey açığa çıkmadığı sürece, kıble ehlinden birisi için küfürle, şirkle ve nifakla hükmetmeyiz.”[19]

İmam Tahavi’nin bu sözü, eğer onlardan buna dair bir şey açığa çıkarsa, o zaman onlar hakkında açığa çıkan şeyle hükmedebileceğimizi ifade etmektedir.[20]

7- İmam Berbehârî rahimehullahes-Sünne” adlı eserde şöyle demiştir:

“Ehl-i kıbleden bir kimse, Allah’ın kitabından bir ayeti veya Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem’in sünnetinden bir şeyi inkâr etmediği, Allah’tan başkasına namaz kılmadığı veya kurban kesmediği sürece İslam’dan çıkmaz. Bunlardan bir şeyi yaptığı zaman ise, onu İslam’dan çıkarman sana farz olur.”[21]

8- İbn-i Kayyım el-Cevziyye rahimehullah, Tebuk gazvesinden çıkan fıkhî hüküm ve hikmetleri anlatırken şuna yer vermiştir:

“Bu gazveden çıkan hükümlerden birisi de şudur: Allah ve Rasûlü’nü müdafaa kastıyla ve dinî hassasiyetinden ötürü bir kişinin zannı galip bir içtihatla bir başkasını eleştirmesi/tenkit etmesi caizdir. Bundan dolayıdır ki, hadis âlimleri, eleştiriyi hak eden râvilerin eleştirisini yapmışlardır. Yine aynı noktadan hareketle peygamberlerin vârisleri olan ehl-i sünnet âlimleri, bidatçileri eleştirmiş ve tenkit etmişlerdir. Ama onların bunu yapmaları nefsî arzu ve istekleri tatmin etmek için değildir.”[22]

9- Şeyh Ebu Batîn rahimehullah, küfrü gerektiren bir amel işleyen kimse hakkında kendisine yöneltilen bir soruya şöyle cevap vermiştir:

“Küfrü gerektiren bir amel işlediği zaman bir insana muayyen olarak kâfir hükmü vermek caiz midir?” şeklinde sormuş olduğunuz soruya gelince; Allah’tan başkasına ibadet etmek suretiyle meydana gelen şirk gibi, Kur’an’ın, Sünnetin ve âlimlerin icmasının küfür olduğunu ortaya koyduğu bir işi her kim irtikab ederse veya bu tarz bir küfür ameli işlerse onun küfründe asla şüphe edilmez. Bunu yaptığını tahkikli bir şekilde bildiğin bir kimse için “Falanca şu fiili nedeniyle kâfir oldu” demende her hangi bir beis yoktur.”

Şeyh sözlerini şöyle noktalar:

“Zina ettiğinde “Falanca zinakârdır” veya faiz yediğinde “Falanca faizcidir” denilmesinde nasıl ki her hangi bir sakınca yoksa, aynı şekilde bununla (şirk ve küfürle) muttasıf olan bir kimsenin kafir addedilmesinde de her hangi bir sakınca yoktur.”[23]

10- Muhammed b. Abdilvehhab’ın torunu Allame Süleyman b. Abdillah rahimehumullah, “Müslüman olduğunu iddia eden kimseler içerisinde nifak alametleri ortaya koyan birisi için münafık denilir mi denilmez mi?” şeklinde kendisine yöneltilen bir soruya şöyle cevap vermiştir:

Müminler aleyhinde birleşildiği zaman dinden vazgeçmek ve“Eğer savaş olacağını bilsek, sizinle gelirdik” (Âl-i İmran, 166) ayetinde ifade edildiği üzere düşman toplandığında müminleri terk etmek gibi her kim nifaka delalet eden nifak alametlerinden birisini ortaya koyarsa ve yine bunun gibi müşrikler galip geldiğinde onlardan yana olmak, Müslümanlar galip geldiğinde onlara sığınmak, bazı dönemlerde müşrikleri övmek, müminleri bırakıp onları dost edinmek şeklinde Allah’ın nifak alameti ve münafıkların vasıfları olarak zikrettiği şeylerden birisini izhar ederse, böylesi bir kimseye nifak hükmü vermek ve onu “münafık” diye adlandırmak kesinlikle caizdir. Sahabe radıyallahu anhum, bunu çokça yapardı. Nitekim Huzeyfe radıyallahu anh şöyle demiştir: “Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem zamanında bir kişi bir söz söylerdi de bununla münafık sayılırdı.”

Avf b. Malik radıyallahu anh’da birisine şu sözü söylemiştir: “Yalan söylüyorsun, sen bir münafıksın.” Yine Ömer radıyallahu anh’ın Hatıb b. Ebi Beltaa kıssasında: “Ya Rasûlullah! Beni bırak da, şu münafığın boynunu vurayım!” diğer bir rivayette ise: “Beni bırak da, şunun boynunu vurayım; zira o münafık olmuştur” dediği sabittir. Buna benzer rivayetlerin örneği çoktur. Yine Useyd b. Hudayr radıyallahu anh, Sa’d b. Ubade radıyallahu anh için “Sen yalan söylüyor­sun. Sen, muhakkak ki münafıkları savunan bir münafıksın” demiştir.”[24]

Son Olarak

Biz bu konu hakkında bir şeyler yazma sevdalısı değiliz; ama bizim durumumuz tıpkı şairin dediği gibidir:

“Eğer mızraklardan başka binitimiz olmasa,

Zorda kalanın tek çıkar yolu onlara binmektir”

Bu şüphe, birçok genç çevrede yayıldığı ve onları, mücrimlerin yolunu net olarak bilmekten alıkoyduğu için, bu konu hakkında Allah’ın kitabından, Rasulünün sünnetinden ve muteber kimi ilim ehlinin sözlerinden bazı deliller toplamayı arzuladık. Umulur ki bunları okuyan ve hakkı bulma çabasında olan kimseler, bu yazılanlarla amaçlarına ulaşır ve bu şüphenin fasitliği ve çıplaklığı ayan beyan kendilerine belli olur netice de bundan kurtulurlar.

İlim ehli ve ilim talebeleri içerisinde benim bu sözlerime vakıf olan herkesin, hakkı arayan kimse kimliğiyle bu araştırmayı incelemesi, hak ile hüküm vermesi ve hevâya uymaktan uzak durması gerekir. Aksi halde hevâ, Allah’ın yolundan kendisini saptıracaktır.

Yine böylesi kimselerin Seleften bazılarından nakledilen şu sözü düşünmeleri gerekmektedir: “Hidayet yoluna tabi ol, ona uyanların az oluşuna aldırış etme. Dalalet yolundan uzak dur, ona uyanların çokluna aldanma!”

Aynı şekilde böylelerinin, Allah’ın şu sözünü —bir iddia olarak değil, bir hakikat olarak— kendilerine şiar edinmeleri gerekmektedir:

“Herhangi bir hususta anlaşmazlığa düştüğünüz takdirde, Allah’a ve ahiret gününe gerçekten inanıyorsanız, onu Allah ve Resûlüne arz edin. Bu, hem daha iyidir, hem de sonuç bakımından daha güzeldir.” (Nisa, 59)

Şeyhu’l-İslam İbn-i Teymiyye rahimehullah der ki:

“Ey insan! Hevâ ve hevesinden dolayı, mezhebini veya şeyhini destekleme adına yahut arzu ve isteklerle ya da dünya ile meşguliyetin gereği Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem’in getirdiği şeyleri kerih görmekten veya reddetmekten şiddetle sakın! Çünkü Allah celle celaluhu, hiçbir kimseye Rasûlü dışında birilerine itaat etme ve getirdiği şeyleri alma zorunluluğu getirmemiştir. Eğer bir kimse Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem’e ittiba ettiği halde bütün insanlara muhalefet etse, Allah onu insanlara olan muhalefetinden dolayı hesaba çekmeyecektir.

İtaat eden veya itaat edilen herkes, ancak Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem’e tabiiyetinden dolayı itaati hak eder. Aksi halde Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem’in emrettiği şeyin zıttını emredecek olsa ona asla itaat edilmez. Bunu bil, dinle, itaat et ve ittiba eyle; sakın ha bidat çıkarma! Yoksa (sevabı) kesilen ve ameli reddedilen biri olursun. Unutma ki, İttibadan soyutlanmış bir amelde ve o amelin sahibinde asla hayır yoktur.”[25]

Yazımı İbn-i Kuteybe rahimehullah’ın şu güzel sözüyle noktalıyorum. O, şöyle demiştir:

“Şu söyleyeceklerim üç gurup insan tipini ortaya koymaktadır:

Birincisi: Bir adamı ki, bu adam bir topluluğu dinleyip onlara itaat etmiş ve tıpkı onların söylediğini söyler olmuştur. Bu adam hatasından dönüp vazgeçemez; zira o, meseleye tahkik ederek inanmamıştır ki tahkik ederek dönsün?

İkincisi: Bir adamı ki, bu adam başkanlık arzusuna, yandaşlarının itaatine veya şöhret sevdasına kapılmıştır… (Hatasından vazgeçerek) onurunu ayaklar altına alamaz ve yularını kimseye vermek istemez. Çünkü hatasından dönmesinde, yanlış yaptığını ve cahil davrandığını itiraf etmesi söz konusudur; kibri buna müsaade etmez. Ve yine böyle bir davranışta birliğin bozulması, düzenin yok olması ve bir inancın bir araya getirdiği taraftarların anlaşmazlığı söz konusudur. Allah’ın koruyup muhafaza ettiği hariç, nefisler bundan hoşlanmaz.

Üçüncüsü: Bir adamı ki, bu adam doğruyu bulma derdindedir. Yaptığı işlerle Allah’ı amaçlar. Bu uğurda kınayanın kınaması onu ilgilendirmez; ayrılıklar ve yalnızlıklar ona zarar vermez. Kibir onu haktan alıkoymaz. İşte bizim kastettiğimiz ve amaçladığımız (insan tiplemesi) budur.”[26]

“Ey Cebrail’in, Mikail’in ve İsrafil’in Rabbi! Ey göklerin ve yerin yaratıcısı, gaybı da, görüneni de bilen Allahım! Ayrılığa düştükleri şeyler konusunda kulların arasında sen hükmedeceksin. Hakkında ihtilaf edilen şeylerde izninle bizleri hakka ilet. Zira Sen dilediğini dosdoğru yola iletirsin.”

 

Ebu Süleyman eş-Şankîtî

Tercüme: Faruk Furkan

 

 

 

 

 

 

 



[1] Yani idam hükmünü reddedenleri tekfir etme konusunda…

[2] Mürcie inancı.

[3] “el-İbâne an Şerîati’l-Fırkati’n-Nâciye”, 2/893.

[4] “es-Sünne” İmam Hallâl, 4/86.

[5] “es-Sünne” İmam Hallâl, 4/41. Onların Allah’a ve Allah’ın dinine dair ortaya koydukları yalanlardan birisi de şudur: Tağut Fransa kanunlarıyla hükmeden bir yönetici, onu helal görmediği veya “Bu Allah katından indirilmiştir” demediği sürece kâfir olmaz! (Yazarın notu)

[6] Benim burada kastettiğim kadı/yargıç, şeriatla hükmeden kadıdır. Tağutun kanunuyla hükmeden kimseler değildir. Onlar zaten Müslüman olmadıkları için kendilerine böylesi bir değer verilemez.

[7] İlim ehlinden, fitneden emin olunması şartıyla insanların kendi başlarına hadleri ikame etmelerinin caiz olduğunu söyleyenlerde vardır.

[8] Müslim, 5/46.

[9] 12471 numaralı rivayet.

[10] Buharî, 2785; Müslim 4550.

[11] Heysemî “Mecmau’z-Zevâid” adlı eserinde şöyle der: “Bu hadisi Ebu Ya’lâ, Bezzâr ve “el-Mu’cemu’l-Evsat”da Taberânî özet olarak rivayet etmiştir. Naklettikleri kişiler, sahih (hadis) ricalidir.” (Bkz. 9/500.) Hafız İbn-i Hacer, “Fethu’l-Bârî” adlı eserinde bu rivayeti sahih kabul etmiştir. (Bkz.12/386.) İmam Zehebî ise bu rivayet için: “Bu hasen bir hadistir” demektedir. (bkz.“es-Siyer” 2/158.)

[12] Yani “Davetçiyiz, Kadı Değiliz” kaidesi…

[13] “Silsiletu’l-Ehâdîsi’s-Sahîha”, 557.

[14] “el-İman”, sf. 96.

[15] A.g.e. sf. 94.

[16] “el-Bidâye ve’n-Nihâye”, 9/157.

[17] Bkz. Sf. 68.

[18] Bkz. 1/124. Kitabı tahkik eden Said el-Kahtanî rivayetin senedinin “sahih” olduğunu belirtmiştir.

[19] “el-Akîdetu’t-Tahaviyye” metni, sf. 152.

[20] Yani kıble ehlinden birisi eğer küfrü açığa vurursa küfürle, şirki açığa vurursa şirkle, nifakı açığa vurursa nifakla aleyhinde hükmedilir.

[21] Bkz. Sf. 31

[22] “Zâdu’l-Meâd”, 3/503.

[23] “ed-Düreru’s-Seniyye”, 10/416, 417.

[24] “Evsaku Ura’l-İman”, sf. 27, 28

[25] “Mecmuu’l-Fetâvâ”, 16/529.

[26] “el-İhtilafu fi’l-Lafzi ve’r-Reddu ale’l-Cehmiyyeti ve’l-Müşebbihe”, 1/21.

Okunma Sayısı:3169