“Ey iman edenler! Kendinizi ve ailenizi, yakıtı insanlar ve taşlar olan ateşten koruyun…” (Tahrim, 6)

ALLAH İLE BAĞIMIZI NASIL GÜÇLENDİREBİLİRİZ ?

بسم الله الرحمن الرحيم

Mü'min bir kul, nefsinde var olan kötü huyları terk etmek suretiyle mutlaka güzel bir ahlâka sahip olmalı ve bu konuda ciddi bir çaba ortaya koyarak kendisini terbiye etmelidir.

Bu böyledir ama bunun yolu nedir ve nasıl olmalıdır?

Ya da diğer bir ifadeyle, mü'min ne yaptığında güzel bir ahlâka sahip olabilir?

Şimdi bu başlığımız altında bu önemli soruya cevap aramaya çalışacak ve cevaplarımızı maddeler halinde siz değerli kardeşlerimizle paylaşacağız.

İşte, bu önemli sorunun cevapları:

1- Sağlam Bir Akide

Güzel bir ahlâk için güzel bir akide gerekir. Akidesi düzgün ve köklü olmayanlar güzel ahlâka hakkıyla sahip olamazlar.

Bilinmelidir ki sözler ve davranışlar, kalpten kaynaklanan itikadın meyveleri, inancın semereleridir. İtikat güzelse meyvesi de güzel, kötüyse meyvesi de kötü olur.

Kalpteki itikadımızın eseri mutlaka azalarımızda tezahür eder. Yani içimizde nasıl bir inanç varsa dışarıya ancak onun yansımaları, ona uygun ameller vurur. Bunun içindir ki düzgün bir ahlâk için önce düzgün bir akide gereklidir.

Unutmamak gerekir ki güzel bir itikad, insanı güzel bir ahlâka sevk ederken, kötü bir itikat da insanı kötü ahlâklara, yanlış huy ve davranışlara sevk eder. Bu kaçınılmaz olarak böyledir. Tıpkı içinde bal olan bir testiden turşu suyu sızmayacağı gibi, içerisinde turşu suyu olan bir testiden de bal sızmayacaktır. Dıştaki eylemler, içeride ne olduğunun habercisidir.

Ahlâk ile iman et ile tırnak gibidir. Birbirinden ayrılmaz ve birbirinden bağımsız olamaz. Her birinin bir diğerine güçlü bir etkisi vardır. Peygamber Efendimiz sallallahu aleyhi ve sellem ahlâkla imanın arasındaki bağa dikkat çekerek şöyle buyurur:

“Mü'minlerin iman bakımından en mükemmel olanları, ahlâkları en güzel olanlardır.”[1]

Demek ki güzel ahlâka ancak kâmil mü'minler, kaliteli Müslümanlar sahip olabilirler. Sadece böylelerinin çok daha güzel ahlâklı olması beklenir. Görüldüğü üzere Nebi sallallahu aleyhi ve sellem nazarında kim daha güzel ahlâklı ise o daha kaliteli bir mü'mindir. Bu nedenle, güzel ahlâkımızı daha da üst seviyelere çıkarabilmek için akidemize çok daha sıkı bağlanmamız, iman bakımından daha da sağlam ve mükemmel olmamız gerekir. Bunu bir an olsun aklımızdan çıkarmamalıyız.

Ahlâk, insanların sadece birbirlerine gösterdikleri davranışlardan müteşekkil bir kavramın adı değildir. Aksine ahlâkın hem Allah’a hem insanlara hem diğer varlıklara hem de nefislere dönük yönleri vardır. Yani ahlâk:

1- Allah’a karşı olması gereken ahlâk,

2- İnsanlara karşı olması gereken ahlâk,

3- Diğer varlıklara karşı olması gereken ahlâk,

4- Nefislerimize karşı olması gereken ahlâk şeklinde dört kısma ayrılır.

Bu dört kısmın haklarına bihakkın riayet edildiği zaman ancak o ahlâka “güzel ahlâk” denir. Bu hakların bir kısmının ihlali halinde o ahlâka İslam’ın öngördüğü ve müntesiplerine emrettiği gerçek ahlâk denilmez. Veya diğer bir deyişle; bir insan bu dörtlü tasnifâtı gereği gibi bir araya getirdiğinde ahlâkı güzel bir Müslüman olur. Bunlardan birisini eksik yaptığında, eksik yaptığı alanın hükmü ne ise o oranda ahlâkı bozuk demektir.

Bu detayı birbirine karışmış iki meseleyi aydınlığa çıkarmak için zikrettik.

a)Akidesi bozuk olduğu halde sadece nefsine ve insanlara güzel muamelelerde bulunduğu için herkes tarafından ahlâk timsali kabul edilen bazı sûfileri reddetmek için.

b)Akidesi aslen düzgün olduğu halde imanı sadece tağutu reddetmekten ibaret sayan ve bu nedenle ahlâka gereken önemi vermeyen cahil Müslümanları uyarmak için.

Birinci maddede yer alan insanlar, yani günümüz sûfileri, hepimizin kabul ettiği üzere insanlarla olan muamelelerinde gerçekten güzel bir tavır içerisindeler ve edep-ahlâk ilkelerine riayet etme hususunda belki de toplum içerisinde en hassas olmaya çalışan insanlar. Her ne kadar içlerinde buna ters düşenler olsa da genele baktığımızda görünen tablo bu şekildedir.

Lakin bununla birlikte bu insanlar, Allah’ın bazı haklarını insanlara vermek suretiyle Kur’ân’ın apaçık bir şekilde şirk olarak nitelendirdiği bazı fiilleri işlemekte, yine dinimizin reddettiği kimi şirk içerikli itikatlara sahip olmaktadırlar. Yani görünüşte ahlâka ve bu ahlâkın tezahürü olan âdaba riayet ediyorlar; ama bununla birlikte Rabbimizin şirk kabul ettiği şeyleri söylüyor, işliyor veya itikat ediyorlar.

Şimdi bu durumda bu insanlara “İslam ahlâkına sahip ahlâklı kişiler” diyebilir miyiz?

El-cevap: Hayır!

Bu insanlar her ne kadar ahlâkın bazı noktalarına riayet etseler de, ahlâkın en temel direği olan Allah’a karşı olması gereken ahlâk”a riayet etmedikleri için kâmil manada ahlâklı sayılmazlar. Muhalefetleri oranında ahlâksız olmuşlardır. Eğer gerçek manada ahlâklı olsalardı, asla Allah’ın şirk dediği şeyleri yapmaz, Ona hiçbir konuda ortak koşmazlardı. Ama başta kitapları ve kendilerinden nakledilen menkıbeleri olmak üzere onların Allah hakkında takındıkları ahlâkın nasıl olduğuna baktığımızda karşımıza adeta bir ahlâksızlık enkazı çıkıyor.

Bilinmelidir ki Allah’a karşı olması gereken ahlâka muhalefetin iki boyutu vardır. Bunlardan birisi “dinden çıkarıcı” nitelikte iken, diğeri “günaha sokucu” boyuttadır.

1-Allah’a Karşı Olması Gereken Ahlâka Muhalefetin Dinden Çıkarıcı Boyutu

Bir insanın Allah’ın ilahlığına boyun eğmesi, O’nu, kulluk fiillerinin sadece kendisine sunulacağı tek hak ma‘bud kabul etmesi, haber verdiği şeylere iman etmesi, hükümlerini tereddütsüz tasdik etmesi ve asla hiçbir şeyi O’na ortak koşmaması Allah’a karşı olması gereken ahlâk kapsamındadır ve bu ahlâka muhalefet kişiyi din dairesinin dışına iter.

 Yani bir insan eğer Allah’ın ilahlığına hakkıyla boyun eğmez, O’nun kanunlarına teslim olmaz, tüm kulluk eylemlerini sadece O’na yöneltmez, yardımı sadece O’ndan beklemez, sıkıntılarını sadece O’nun gidermesini ummaz; aksine başkalarının da kanun çıkarabileceğine inanır, bu noktada onlara destek verir, kulluk fiillerini başka varlıklara sunar, şeyhlerden, evliyalardan medet bekler, başı dara düşünce Allah’ı değil onları yardıma çağırırsa, bu insan Allah’a karşı bulundurulması imanî bir zorunluluk olan ahlâka muhalefet etmiş olduğundan sırf bu sebeple dinden çıkmış sayılır. Bu kişinin Allah’a karşı ahlâkını yenileyerek tekrardan iman etmesi gerekmektedir.

2-Allah’a Karşı Olması Gereken Ahlâka Muhalefetin Günah Olan Boyutu

Bir insanın Allah’ın isminin anıldığı yerde edeple durması, Allah’a nispet edilen her şeye gereği gibi hürmet etmesi, O’nun ayetlerinin okunduğu yerde sesini kısıp saygı ile dinlemesi, Allah denince sesini kesip söylenene boyun eğmesi ve buna benzer hususlar yine Allah’a karşı olması gereken ahlâk kapsamındadır. Ama bu kısma muhalefet, bilinçli bir kasıtla yapılmadığı sürece insanı din dairesinden dışarı çıkarmaz. En fazla “kutsala saygısızlıktır” ve durumuna göre insanı mekruha veya harama sokar.

Özellikle günümüz sûfileri ilk maddede zikredilen konuların bazısında itikadî hatalara düşmekte ve –Allah hepimizi korusun– şirke bulaşmaktadırlar. Bu nedenle onlar ahlâkın en önemli maddesinde ciddi bir ihlal yaptıkları için ihlalleri oranında ahlâksız olmaktadırlar.

Bu, işin bir noktası...

İşin bir de bizim cenaha bakan tarafı var; şöyle ki: Bakıyorsunuz adam Tevhid’i kavramış, akidenin temel meselelerini kabul etmiş ve özellikle imanın red kısmında son derece titiz. Fakat ahlakî meselelere gelince adamda zerre kadar bundan eser yok. Yalan var, dolan var, aldatma var, sahtekârlık var, kandırma var, gıybet var, bananecilik var, hak yeme var, sövme var, sayma var. Var da var… Cahiliyesinde ne ise İslam’ında da aynı. Neredeyse hiçbir değişiklik yok.

Bu insanların da akidesi tam anlamıyla düzgün değildir.[2] Çünkü akide ahlâkla birebir bağlantılı, birebir orantılı bir meseledir. Yani kişinin ne kadar ahlâkı düzgün ise o kadar akidesi sağlam, ne kadar akidesi sağlam ise o kadar ahlâkı düzgündür. Bu söz ilk etapta biraz garip gelebilir; ama biz ahlâkın sadece insanlara karşı gösterilen davranışlardan müteşekkil bir konu olmadığını, aynı zamanda Allah’a karşı da bir ahlâkımız olması gerektiğini bildiğimizde, o zaman sözümüzde bir garipliğin olmadığını anlarız.

Gerçekten de ahlâk bir bütün olarak ele alındığı ve her yönüyle değerlendirildiği zaman akide ile son derece yakından ilişkili, iman ile birebir bağlantılıdır. Bunda en ufak bir şüphe yoktur.

Birileri “Ahlâkla akide düzgünlüğünün ne alakası var?” diyerek bu sözümüzü biraz abartılı bulabilir. İşte biz yukarıdaki detayı bu gerçeği Müslümanların gönüllerine iyice nakşedebilmek ve akide ile ahlâkın ayrılmaz ikili olduğunu zihinlere iyice yerleştirebilmek için ifade ettik.

Deniliyor ki: Bu adamın akidesi taş gibi! Ama bakıyorsunuz adam yalan söyleyebiliyor!

Yine deniliyor ki: Bu adam dağ gibi sağlam bir akideye sahip! Ama adam Müslümanları aldatıyor, sözünde durmuyor, hıyanette bulunuyor, ahde vefa göstermiyor, aldatma yapıyor, merhamet etmiyor, adaletli olmuyor, sövüp-sayıyor… Tüm bunlarla birlikte sadece tağutlara “la” dediği için akidesi dağ gibi sağlam oluyor!

Heyhat!

Sizce iman böyle bir şey mi?

Acaba sahabe böyle mi iman etti?

Eğer bu adamın akidesi taş gibi sağlam, dağ gibi sarsılmaz olsaydı yukarıda saydığımız vasıfların hiçbirisine sahip olmaz ve bırakın bir mü'mini, bir insanın dahi kabullenmeyeceği bu iğrenç nitelikleri asla kendisinde bulundurmazdı.

Dedik ya: “Allah’ın hükümlerini tereddütsüz tasdik etmek, onlara bihakkın boyun eğmek Allah’a karşı bizde olması gereken ahlâk kapsamındadır” diye; eğer gerçekten de bu adam ahlâklı olsaydı biraz önce zikri geçen olumsuz vasıfların yanlışlığına dair Allah’ın indirdiği hükümlere boyun eyer ve bu kötü vasıflarla muttasıf olmazdı. Olduğuna göre, anlıyoruz ki bu adamın, bu vasıflarla muttasıf olduğu oranda akidesinde gevşeklik vardır ve bu adamın ahlâkı o miktarda bozuktur.

Denilse ki: Akide sağlamlığı mı daha önemlidir yoksa ahlâk güzelliği mi?

Deriz ki: Ahlâkı güzel olmayanın akidesi sağlam ol(a)maz ki!

Çünkü bu iki şey, birbirinin mütemmimi/tamamlayıcısı ve bir parçanın sanki ayrılmaz iki yarısıdır. Birisini diğerinden ayırdığınızda, istediğiniz kadar ona sağlam deyin, o artık gereği gibi sağlam değildir; güzelliğini ve gücünü kaybederek yok olmaya mahkûm edilmiştir.[3]

İşte tüm bu nedenlerden dolayı güzel bir ahlâk için güzel bir akideye, güzel bir akide için de güzel bir ahlâka ihtiyacımız vardır.

Özellikle ahlâk konusunda güzelleşmek istiyorsak öncelikle bütün maddeleriyle birlikte akidemizi sağlamlaştırmamız, Rabbimizin tüm ahkâmına tereddütsüz boyun eğmemiz ve her yönüyle iman esaslarına bağlı kalmamız gerekmektedir. Aksi halde sapkın sûfilerden bir farkımız kalmaz.

2- Çokça Dua Etmek

Ahlâkımızı güzelleştirmek için yapabileceğimiz en iyi şeylerden birisi hiç şüphesiz dua etmek ve “huylarımı güzelleştir, ahlâkımı cemil eyle” diye için için Rabbimize yalvarmaktır. Çünkü duanın açamayacağı kapı yoktur. Allah subhanehu ve teâlâ kendisine yapılan samimi duaları boş çevirmekten hayâ eder. Hele ahlâk gibi her mü'minin zorunlu olarak sahip olması gereken bir konuda O’nun kapısı çalındığında kapıyı açmaması mümkün değildir. Yeter ki biz bu noktada samimi olup, gerçekten ahlâklı olmamız gerektiğine inanalım.

Hayatıyla bizlere numune olan biricik önderimiz Muhammed aleyhisselâm, güzel ahlâkı tamamlayıp kemale erdirmek üzere gelmiş ve Allah tarafından büyük bir ahlâk üzere olduğu tescillenmiş olmasına rağmen sürekli Rabbinden güzel ahlâklı olmayı niyaz etmiş, bu yolda sabit adımlarla yürüyebilmek için dua dua O’na yalvarmıştır. “Ahlâkın Efendisi” olduğu halde O bile sürekli Rabbinden güzel ahlâklı olmayı istemişse, bizim gibi normal insanların ne yapması gerektiğini varın, siz düşünün.

Efendimiz sallallahu aleyhi ve sellem’in ahlâka dair en çok öne çıkan duaları şunlardır:

اللهُمَّ أَحْسَنْتَ خَلْقِي ، فَأَحْسِنْ خُلُقِي

1- “Allah’ım! Yaratılışımı güzel eyledin, şu halde ahlâkımı da güzel eyle!”[4]

اللَّهُمَّ اهْدِنِي لِأَحْسَنِ الْأَعْمَالِ ، وَأَحْسَنِ الأَخْلاَقِ ، لاَ يَهْدِي لِأَحْسَنِهَا إِلاَّ أَنْتَ  وَقِنِي سَيِّئَ الْأَعْمَالِ، وَسَيِّئَ الْأَخْلاَقِ ، لا يَقِي سَيِّئَهاَ إِلاَّ أنتَ

2- “Allah’ım! Beni amellerin ve ahlâkın en güzel olanına ilet. Çünkü bunların en güzellerine ancak Sen iletebilirsin. Amellerin ve ahlâkın kötü olanından beni koru. Çünkü bunarın kötülerinden ancak Sen korursun.”[5]

اللَّهُمَّ إِنِّي أَعُوذُ بِكَ مِنْ مُنْكَرَاتِ الْأَخْلاَقِ وَالْأَعْمالِ، وَالْأهْوَاءِ

3- “Allah’ım! Ahlâkın, amellerin ve arzuların kötü olanlarından Sana sığınırım.”[6]

اللَّهُمَّ إِنِّي أَعُوذُ بِكَ مِنَ الشِّقَاقِ، وَالنِّفَاقِ، وَسُوءِ الْأَخْلَاقِ

4- “Allah’ım! Hakka muhalefet etmekten, münafıklıktan ve kötü ahlâktan Sana sığınırım.”[7]

Müslümaların, güzel ahlâka sahip olabilmek için bu duaları mutlaka ezberlemeleri ve tıpkı önderleri gibi yalvara yakara Rablerine bunlarla niyazda bulunmaları gerekmektedir.

وَقَالَ رَبُّكُمُ ادْعُونِي أَسْتَجِبْ لَكُمْ

“Ve Rabbiniz şöyle buyurdu: Bana dua edin ki size icabet edeyim.” (40/Mü'min, 60)

3- Nefisle Mücadele Etmek

Ahlâkımızı güzelleştirmek ve yanlış huyları iyi vasıflarla değiştirebilmek için nefisle mücadele ve mücahede etmemiz esastır. Şunu hiçbir zaman aklımızdan çıkarmamalıyız ki, güzel ahlâk, insana verilen hidayetin bir parçasıdır. Hidayet de genel itibariyle ancak Allah için çabalama ve gayret etmeyle insana gelir. Rabbimiz şöyle buyurur:

وَالَّذِينَ جَاهَدُوا فِينَا لَنَهْدِيَنَّهُمْ سُبُلَنَا وَإِنَّ اللَّهَ لَمَعَ الْمُحْسِنِينَ

“Bizim uğrumuzda cihad edenler/çabalayanlar var ya, biz onları mutlaka yollarımıza hidayet edeceğiz. Kuşku yok ki Allah, kesinlikle muhsin olanlarla (kulluğunu en iyi şekilde yapmak için çabalayanlarla) beraberdir.” (29/Ankebût, 69)

Nefisle yapılacak mücahede, bir seferle olup bitecek bir şey değildir. Bu kelime; yapısı itibariyle neticeye ulaşana, arzulanan şeyi elde edene dek ciddi bir çaba ortaya koymayı ve sürekli bir şekilde mücadele etmeyi ifade eder. Bu nedenle bizde var olan kötü bir huyumuzu değiştirmek veya arzuladığımız iyi bir huya sahip olabilmek için bir sefer, iki sefer, üç sefer gayret ortaya koymak yetmez. Maksadımıza erişene kadar çabalamamız gerekmektedir. Bunun için gerekirse ölene kadar bir efor sarf etmeyi göze almak gerekir; zira cihad bir ibadettir ve bir ibadetin ölüm kapımızı çalana kadar, yani daimî bir süreklilikle olması esastır. Rabbimiz şöyle buyurur:

وَاعْبُدْ رَبَّكَ حَتَّى يَأْتِيَكَ الْيَقِينُ

“Ve sana ölüm gelinceye kadar Rabbine ibadet et.” (15/Hicr, 99)

Bu nedenle kardeşlerimize ısrarla şunu nasihat ediyoruz: Güzel ahlâk için nefisle sürekli bir cihada girişilmeli, onunla aralıksız cihad edilmelidir. Nefsin alışılagelmiş huylarına dur diyebilmek için onunla ciddi bir mücadeleye girişmek gerekir. Kısa vadeli çabalar yeterli gelmez. Çünkü huylarımız nasıl ki bir anda edinilmemişse, aynı şekilde yine bir anda değişmeyecektir. Değişim için uzun çabalar, derin gayretler, sonu gelmeyen azimler lazımdır.

4- Nefis Muhasebesi Yapmak

Güzel ahlâk için nefisle mücadele etmek ne kadar önemli ve gerekli ise, nefis muhasebesi yapmak da o kadar önemli ve gereklidir. Nefisleriyle mücadeleye girişenler, bu mücadelenin hangi boyutlarda olduğunu ve gidişatın seviyesini tespit edebilmek için mutlaka muhasebe yapmalıdırlar. Muhasebesiz mücadeleler başarısızlıkla sonuçlanmaya mahkûmdur.

Şu fani dünyanın değersiz işlerinde ve basit maddi konularında bile eksiye gitmemek için muhasebe yapmak zorunludur. İş yerlerinde muhasebe tutmayanlar zamanla açık verir ve hiç istemedikleri, beklemedikleri zararlarla karşı karşıya kalabilirler. Dünyalık işlerde zarar etmeyi istemeyen insanoğlu, acaba âhiret işlerinde neden zararı göze alır ki?

Biz, şartlar ne olursa olsun kötü huylarımızdan vazgeçmek ve ahlâkımızı güzelleştirmek için nefislerimizle önce mücadele etmek sonra da onu kontrol altına alıp almadığımızı tespit etmek için muhasebe yapmak zorundayız.

Nefsi muhasebe etmek; güzel ahlâk elde etmek için alınan kararlara uyup-uymadığı noktasında nefsi gözlemlemek, gerektiğinde eleştirmek, ihtiyaç halinde cezalandırmak sûreti ile olur. Eğer nefis ıslah noktasında alınan kararlara uyuyor ve gereken şeyi yapıyorsa, mubah olan şeylerle kısmen onu ödüllendirmek gerekir. Ama alınan kararlara uymuyor veya uyma noktasında aksaklık yapıyorsa, onu cezalandırmak ve istediği şeyleri ondan men etmek gerekir. Bu, nefis için ciddi anlamda bir terbiye edici unsurdur. Çünkü o men edilmeyi ve ceza almayı hiç sevmez.

5- Güzel Ahlâkın Getirilerini Düşünmek

Bir şeyin üzerine terettüp eden faydalarını ve neticesinde elde edilecek semerelerini düşünmek, onu yapmaya insanı iten en güçlü etkenlerdendir. Bir insan ne yaptığında güzel bir neticeyi elde edeceğini bilirse, ona karşı daha istekli, daha hırslı olur. Neticesinde ne elde edeceğini bilmediği işlerde ise hırs göstermesi beklenemez. İşte bu nedenle bizim güzel ahlâka terettüp eden faydaları çok iyi bilmemiz gerekmektedir ki, bununla onu elde etmeye daha hırslı ve gayretli olalım.

Bir insan güzel ahlâkın:

Kişiyi cennete en kolay yoldan götüren şey olduğunu,

Diğer ibadetler gibi kulu çok yormadan ona en çok sevap kazandıran vasıf olduğunu,

Kişiyi Rasûlullah’a en sevimli ümmet kıldığını,

Cennette onu Rasûlullah’a en yakın komşu yaptığını,

Kıyamet gününde mizanında en ağır basacak amel olduğunu,

Allah’ın sevgisini vacip kıldığını,

Kula cennetin en üst tarafında bir köşk verilmesine vesile olduğunu,

İnsanların sevgisini gerekli kıldığını,

İmanı en çok kemale erdiren nitelik olduğunu,

Kalbi neşelendirip, ona müthiş bir huzur verdiğini,

Kişiyi “sâlihler” ve “muhsinler” zümresine kattığını… bildiğinde ona dört elle sarılır, onu elde etmek için bütün gayretini ortaya koyar. Ama bu güzelliklerin verileceğine dair yeterli bilgisi olmazsa, onun için bu vasfa sahip olmanın çok da bir önemi yoktur.

İşte bu nedenle yapmamız gereken Kur'ân ve Sünnette güzel ahlâka terettüp eden faydaların neler olduğunu tespit etmek ve bunları güzelce bilip uygulamaya koymaktır. Hiç şüphesiz bu bizi ona sahip olma noktasında daha fazla kamçılayacaktır.

Bizden önce yaşamış sâlih kullar, bunları bilmese ve gereğini ortaya koymasalardı, biz şimdi onları hayırla yâd ediyor olur muyduk?

6- Kötü Ahlâkın Götürülerini Düşünmek

Güzel ahlâka terettüp eden faydaları bildiğimiz gibi, kötü ahlâka terettüp eden zararları da bilmeliyiz. Ta ki bu sayede ondan daha çok sakınıp uzak durabilelim.

Bir insan ne yaptığı zaman kötü bir neticeyle karşılaşacağını bildiğinde, ona karşı daha temkinli ve dikkatli olur.

Kameralarla izlenen bir yolda kırmızı ışıkta geçene kesin para cezası kesileceğini bilen bir sürücü bu suçu işlemez; daha dikkatli olur. Veya hız sınırını aşana muhakkak ceza-i müeyyide uygulanacağını bilen bir şoför –hız yapmayı seviyor olsa bile– ayağını gazdan çeker; daha dikkatli davranır. Diğer ceza ile alakalı meseleler de böyledir. Evine mahkemeden kâğıt gelen bir insanın hali herkesçe malumdur. Adamın ayak bağları çözülür.

Kötü neticeyle karşılaşacağını bildiği zaman bir insanın hata işleme olasılığı son derece düşüktür. Ahlâk konusunda da bunu uyguladığımızda kötü ahlâktan uzak durmamız daha kolay olur.

Bir insan kötü ahlâkın:

Kişiyi en kolay yoldan cehenneme götüren amellerden biri olduğunu,

Cennete girilse bile makamı oldukça düşürdüğünü,

Allah’ın öfkesini gerektirdiğini,

İmanı zayıflattığını,

İnsanların nefretini gerekli kıldığını,

Kalbe gam ve keder bıraktığını,

İnsanı üzüntüye mahkûm ettiğini,

Kulun dünya ve âhirette pişmanlığını artırdığını,

Kişiyi “tâlihler”[8] ve “mücrimler” zümresine kattığını… bildiğinde ondan son derece uzak durur, ona sahip olmamak için elinden gelen tüm gayreti ortaya koyar. Ama bu sayılanlara dair malumatı olmasa veya eksik olsa ister istemez kötü ahlâkın pençesine kendisini kaptırır.

Bu nedenle, güzel ahlâklı olabilmemiz için yapmamız gereken şeylerden birisi de, kötü ahlâka terettüp eden zararları bilmek ve sürekli bu zararları aklımıza getirerek zihnimizi uyanık tutmaktır. Bunun için Kur'ân ve Sünnet okumalarımızda kötü ahlâka ne gibi cezaların verileceğini tespit edebiliriz. Hiç şüphesiz bu, ondan sakınma noktasında bizi daha çok tetikleyecektir.

7- “Düzelemiyorum” Vesvesesine Kapılmamak

Güzel ahlâka sahip olmak istediği halde bir türlü beceremeyen insanların temel problemlerinden birisi; “düzelemiyorum” vesvesesine kapılmak veya “benden bir şey olmuyor” herzesine inanmaktır. İnsandan her şey olur, insan her şeyi yapabilir, insan her şeyi yapma kabiliyetine sahiptir; yeter ki içinde bir şeylerin olması gerektiğine dair güçlü bir inancı bulunsun.

“Düzelemiyorum” demek şeytana yenilmektir. Oysa onun ihlâstan ayrılmadığımız sürece bizim üzerimizde yaptırıcı bir gücü yoktur. Ona verilen güç, sadece göğüslerimize vesvese vermek ve kötülükleri bize fısıldamaktır. Bundan öte bize bir şey yapamaz.

إِنَّ عِبَادِي لَيْسَ لَكَ عَلَيْهِمْ سُلْطَانٌ إِلاَّ مَنِ اتَّبَعَكَ مِنَ الْغَاوِينَ

“Azgınlardan sana uyanlar müstesna, şüphesiz kullarım üzerinde senin bir hâkimiyetin yoktur.” (15/Hicr, 42)

İnsan, iradesini güçlü tutarak şeytanın vesveselerine kulak asmamalıdır. Çünkü insanlığı “değiştirmek” için gelen bir kitaba sahip olan birinin değişemiyorum, düzelemiyorum gibi bahanelerin ardına sığınarak sorumluluklarından kurtulmaya çalışması kadar abes bir şey olamaz. Kitabımız bizi değiştirir, düzeltir, ıslah eder; yeter ki biz bunu isteyip irade edelim. Yani sözün özü, değişmek ve düzelmek gerekir. Aksi halde üzerinde bulunduğumuz hâl, bizi kendisine razı kılar ve bir süre sonra gidişatımızdan memnun bir duruma geliriz.

Sahabe nesli, imanla tanışmadan önce normal şartlarda değişimi ve düzelmeyi en son becerebilecek insanlardan oluşuyordu. Sudan fazla içki içen, üvey anneleriyle evlenen, zinayı ihtiyaç gören, yabancı insanların kızlarını hapsedip zorla onlara sahip olmaya çalışan, çocuklarını diri diri gömen, leş yemeyi tercih eden, neredeyse faizsiz ticaret yapmayan, eğlenmek için köleleri kavga ettiren, insanlara hayvan kadar değer vermeyen insanlar… Bu insanlar, kendilerine değişimin kaynağı olan bir kitap geldiğinde yılanın, derisinden sıyrıldığı gibi tüm bu sayılan kötülüklerden sıyrılıyor ve ahlâkın en değerli özellikleri ile bezenerek âhir zaman insanlığına örneklik edecek şahsiyetler oluyorlar.

Peki, bu nasıl gerçekleşti?

Bu, her şeyden önce “ben değişmeliyim” inancının onlara hâkim olması, sonra bu inancın gereklerini yerine getirmeye çabalamaları, en sonunda da bu noktada ciddi bir muhasebe kültürünü geliştirmeleriyle gerçekleşti. Yani onlar önce düzelmeleri gerektiğine inandılar, sonra bu uğurda cehdettiler, sonra da gidişatlarını sürekli kontrol ederek bahsettiğimiz düzelmeyi gerçekleştirdiler.

İşte, mü'minler olarak bizlerin her konuda olduğu gibi düzelme ve değişim konusunda da onları kendimize örnek almamız gerekmektedir. Eğer bunu başarabilirsek onları ıslah eden şeyin bizleri de ıslah etmesi muhakkaktır.

Bu noktada kardeşlerimize irade ve azimlerini güçlü tutmalarını, nefsin ayıplarını tedavi etmede gevşeklik göstermemelerini ve asla şeytanın “senden bir şey olmaz” vesvesesine yenik düşmemelerini öğütleriz. Nefsi ile mücadeleye girişmesinden sonra değişen, nefsinin ayıpları azalan, hataları bitme noktasına gelen ve yüce bir şahsiyete sahip olan nice insan vardır. Bu insanların varlığı, aslında şeytanın gücünün ne kadar da az olduğunun bir ispatıdır.

8- Himmetimizi Âli Tutmak

Öncelikle bu ifadenin ne anlama geldiğini kısaca izah edelim: Himmetin âli olması ile[9] iki şey kast edilmektedir:

 1- Bir insanın, bir güzelliği elde etmek için azminin yüksek, iradesinin güçlü, kararının kesin olması. Yapmak istediği hayırlı işlerde hiçbir baskı ve tesir altına girmeyecek kadar iradesini özgün bir şekilde kullanabilmesi.

2- Bir insanın düşük, değersiz, basit ve kendisinin kadr-u kıymetini ayaklar altına serecek rezil işlere tenezzül etmemesi, bu işleri akıldan bile geçirmemesi. Yani gözünü hep kaliteli işlere ve üstün vasıflara dikip, sadece onları elde etme için çabalaması.

Kitaplarımızda sürekli vurgulanan himmet-i âlilik ile kast edilen işte bu iki manadır.

Güzel ahlâka sahip olmak isteyenlerin mutlaka himmetlerinin âli, gayretlerinin üstün olması gerekmektedir. Böylelerinin düşük işlere tenezzüllerinin olması asla söz konusu olmamalıdır. Çünkü himmetleri düşük olan, basit işlere rıza gösteren, değersiz şeylere meyleden, kötü işlerle meşgul olmayı seven birisinin ahlâk gibi üstün bir vasfa sahip olması düşünülemez. Cüceler yücelere ulaşamazlar. Üstün ahlâk gibi yüce bir makama anacak üstünlüğe âşık olan veya üstün vasıflarla muttasıflığı her şeyin önünde tutan zirve insanlar ulaşabilir. Mü'min, değerli ve üstün bir akideye sahip olduğu için akidesine ancak değerli ve üstün vasıfları layık görmeli, bunun için sürekli gözünü yücelere dikmelidir. Basit işlere meylederek, değersiz vasıflarla vasıflanarak üstün olan akidesine halel getirmemelidir. Zaten akidesine bağlılığında gevşeklik olanların, ahlâk konusunda gereken üstünlüğü ortaya koymaları mümkün değildir.

Bilinmelidir ki insanoğlu için şerefli bir makamın adı olan himmet-i âlilik; ciddiyeti, vakarı, değerli işlerle uğraşmayı, gözü büyük hedeflere dikmeyi, basitlikten uzak durmayı ve hakir işlerle uğraşmamayı gerektirir. O nedenle himmet-i âli olan bir insan, sıradan insanların razı olduklarına razı olmaz. Onların “neyse” diyerek kabullendikleri şeyleri o kabul etmez. Onun hedefi daha üstün, gayesi daha yücedir. Hep en iyiye taliptir o.

İbn Kayyım rahimehullah der ki:

“Kimin himmet-i âli olursa o, güzel ahlâkın bütünüyle vasıflan(maya çalış)ır. Kimin de himmet-i düşük, nefsi azgın olursa o da kötü ahlâkın bütünüyle vasıflan(maya çalış)ır.”[10]

Aynı kitabın başka bir yerinde de şöyle der:

“Şeref sahibi nefisler ancak en üstün, en değerli ve sonuç itibariyle en çok övgüye sebebiyet verecek şeylere razı olurlar. Değerden yoksun olan nefisler ise, düşük işlerin etrafında dönüp dolaşır ve tıpkı sineğin pisliğe konduğu gibi düşük işlere konarlar. Yüce nefisler ne zulme razı olur ne de ahlaksız işlere. Ne hırsızlıktan hoşlanırlar ne de hainlikten… Çünkü onlar bu işlerden çok daha yüce ve değerlidirler.”[11]

Himmet-i âli olan bir insan; alçaklığa, basitliğe, zillete ve rezilliğe düşürecek her türlü söz ve amelden uzak durur. Şahsiyetine ve kimliğine zarar verecek yerlerle veya insanlarla işi olmaz. Böylesi eylemlerden uzaktır o; çünkü onun himmeti âlidir.

Eğer ahlâkımızı güzelleştirmek istiyorsak himmetimizi âli tutmalı, düşük işlere tenezzülde bulunmamalıyız.

9- Sabırlı ve Tahammülkâr Olmak

Kötü huyları terk etmek ve güzel ahlâka bürünmek isteyenlerin bir seferde istediklerine ulaşamayacakları kesindir. Bu iş, uzun soluklu bir maraton gibidir. Sabır ister, tahammül ister, gayret ister, performans ister… Yarı yolda dökülmemek için mutlaka bu sayılanlara ihtiyaç vardır. Bu nedenle güzel olan bir vasfı elde etmek için veya kötü olan bir vasıftan kurtulmak için bir seferlik denemeler değil, belki yüzlerce denemeyi gerektirecek uzun vadeli çabalar gerekebilir. Bunun için sabır çok önemli bir azıktır.

Malum olduğu üzere, güzel ahlâka sahip olmak isteyenlerin bu yolda karşılaşacakları birçok zorluklar, bin bir türlü sıkıntı ve meşakkatler vardır. Çünkü sonradan güzel ahlâka sahip olmak kolay bir şey değildir; gerçekten zordur. Ama zorluklar aşılmak için vardır.

Dediğimiz gibi ahlâk yolu zorlu, meşakkatli ve çileli bir yoldur. Hoş kokulu gül misali çok değerli olduğu için ona ulaştıracak yolun elbette dikenlerle çevrilmiş olması gerekir. Büyük ve can yakıcı dikenler, genellikle güzel kokan güllerde daha çok olur. Nasıl ki dikenlere aldırış etmeyenler ancak güle ulaşabiliyorsa aynı şekilde zorluklarına katlananlar sadece güzel ahlâka sahip olabilirler.

Güzel ahlâk, mükâfatı gerçekten çok büyük olan bir meseledir. Onun mükâfatı Kıyamet Günü’nde mizanda en ağır basacak amel olacak ve kişiyi cennette Rasûlullah’a en yakın komşu kılacak kadar çok olduğundan, ona sahip olmak elbette kolay olmayacaktır. Pahalı bir arabaya veya çok değerli bir eve sahip olmak isteyen birisinin, nasıl ki onu elde etmek için gece gündüz demeden çalışması, gerektiğinde uykusuz kalması ve o yolda çektiği sıkıntılara aldırış etmemesi gerekiyorsa, güzel ahlâk gibi üstün bir vasfa sahip olmayı amaçlayanların da bu noktada çekecekleri sıkıntılara aldırış etmemeleri gerekmektedir.

Bizde olmayan güzel vasıfları elde etmeye veya var olan bir kötü huyu değiştirmeye karar verdiğimiz andan itibaren bazı zorlukların bizi beklediği muhakkaktır. Bu zorluklar ancak sabır yardımıyla aşılabilir, sadece onun beraberliği ile bertaraf edilebilir. Bu nedenle ahlâk yolculuğuna çıkarken yanımıza mutlaka bol miktarda “sabır azığı” almalıyız. Hatta yedeklemeliyiz. Aksi halde yolda azıksız kalarak helakle yüz yüze gelebiliriz.

Sabır konusunda anlatacak çok şeyimiz var; ama burası sabrın detaylarının zikredileceği bir yer olmadığı için sadece önemli gördüğümüz iki şeye dikkat çekeceğiz:

Rabbimiz subhanehu ve teâlâ, Kitabının birçok yerinde sabrın önemine işaret etmiş ve başarı için “olmazsa olmaz ilaç” olarak sabrı göstermiştir. Bu nedenle eğer ahlâk konusunda başarılı olmak istiyorsak sahip olmamız gereken en önemli vasıf kuşkusuz “sabır”dır. Biz sabırlı olursak, şeytanın ayartmaları, iğva ve saptırmaları bize zarar veremeyecek, ahlâklı olma yolunda karşılaştığımız vesveseler bizi etkilemeyecektir.

“Eğer sabreder ve takvâlı davranırsanız, ‘onların tuzakları’ size hiçbir zarar veremez.” (3/Âl-i İmrân, 120)

Bu âyeti uzun uzun tefekkür etmek, üzerinde kafa yormak gerekir. Çünkü bu âyetinde Rabbimiz, bize zarar verme adına kurulan tuzaklardan emin olabilmek için çok önemli bir ipucu vermekte, can simidi olsun diye adeta bize semadan iki ip uzatmaktadır. Bu iplerin birinin adı “sabır”, diğerininki “takvâ”dır.

Müslümanlar bu iki kalkanı ellerine bir alabilseler, düşmanlarından gelen her türlü manevî ok, mızrak ve kılıç darbelerine karşı kendilerini rahatça savunabilir, onların yaralayıcı veya öldürücü vuruşlarından kendilerini koruma altına alabilirler.

Zikrettiğimiz âyet asıl itibariyle kâfir ve müşrik olan insanlardan bahsetmekte, onların savaş konusunda Müslümanlara sürekli bir tuzak içerisinde olduklarını haber vermektedir. Ama kâfirlerin elebaşlarının ve reislerinin şeytan olduğunu düşündüğümüzde âyeti ondan gelecek tuzaklara da hamletmemiz –inşâallah– yanlış olmaz.

Hiç şüphesiz bizim en büyük düşmanımız “şeytan”dır. Ahlâkımızı yozlaştırmak için bize sürekli tuzaklar kuran, güzel vasıflarımızı yok etmek için elinden gelen her türlü hileye başvuran ve bizi kötü huylar edinmek için vesveselere boğan odur. Onun ahlâk konusunda aleyhimizde çevirdiği hile ve entrikalardan emin olmak istiyorsak öncelikle “sabra” sonrasında da “takvâya” sarılmamız gerekmektedir. İşte o zaman onun bizi mahvedecek bu hile ve entrikaları nefislerimize zarar vermeyecektir.

Her konuda olduğu gibi, ahlâkımızı güzelleştirme ve kötü huylarımızdan kurtulma noktasında da sahip olmamız gereken en önemli şey “Allah’ın beraberliği”dir. Allah’ın beraberliği olmadan bizim güzel ahlâkı elde etmemiz ve var olan kötü huylarımızdan kurtulmamız asla mümkün olmayacaktır. Onun için her mü'minin ne yapıp edip Allah’ın beraberliğini celbedecek amelleri tespit etmesi ve onlara sahip olmak için elinden geleni yapması gerekmektedir.

Allah’ın beraberliği dediğimiz maiyyetullah, Kur’ân’ın bildirdiğine göre en çok takvâ ile birlikte sabır ehli olanlara eşlik etmektedir.[12] Rabbimiz şöyle buyurur:

“Ey iman edenler, sabırla ve namazla (Allah’tan) yardım dileyin. Çünkü Allah, sabredenlerle beraberdir.” (2/Bakara, 153)

“Ve bilin ki Allah, takva sahipleriyle beraberdir.” (9/Tevbe, 36)

Demek ki ahlâkımızı güzelleştirme noktasında karşılaşacağımız sıkıntılara sabreder ve bu sabrı güzel bir şekilde ortaya koyarsak o zaman Allah’ın yardımını yanımızda bulur ve istediğimiz şeye ulaşma hususunda Allah’ın beraberliğiyle hareket etmiş oluruz. Bu da zaten başlı başına başarının ta kendisidir.



Buraya kadar saydığımız dokuz madde ve bu maddelerin içerisine giren ara başlıklar, ahlâkımızı güzelleştirme noktasında bize yardımcı olacak hususlardan bazılarıdır. Elbette bunlara ilave edebileceğimiz daha başka maddeler de vardır. Lakin bunlar güzel ahlâk yolunda ilerleyen bir kul için öz olarak yeter.

 İşte bir mü'min, bunlardan yardım alarak zaman içerisinde kendisinde var olan kötü huyları değiştirebileceği gibi, elde etmek istediği güzel vasıflara da sahip olabilir.

Rabbim hepimizin ahlâkını güzelleştirsin ve bu yoldaki zorlukları bizler için kolay kılsın.

 

 

 İbrahim Gadban

 



[1] Tirmizî rivayet etmiştir.

[2] Elbette böylesi Müslümanlar kâfirdir veya müşriktir demiyoruz; böyle bir şeyi kast ettiğimiz de yok. Biz sadece bir noktayı açıklığa kavuşturma derdindeyiz. Umarız anlaşılırız.

[3] Bu sözlerimizi akideyi sadece “red” ilkesine endekslemiş Müslümanların anla(ya)mayacağının farkındayız.  Bizim akidemiz sadece “red”lere endeksli bir akide değildir; aksine bizim akidemiz içerisinde reddin ve kabulün bir arada olduğu bir akidedir.

[4] İmam Ahmed rivayet etmiştir.  Bu dua Taberânî’nin rivayetinde: “اللَّهُمَّ كَمَا حَسَّنْتَ خَلْقِي فَحَسِّنْ خُلُقِي / “Allah’ım! Yaratılışımı güzel eyledin, şu halde ahlâkımı da güzel eyle!” şeklinde nakledilmiştir.

[5] Nesaî rivayet etmiştir.

[6] Tirmizî rivayet etmiştir. İmam Taberânî’nin Mu‘cem’inde bu dua:اللَّهُمَّ إِنِّي أَعُوذُ بِكَ مِنْ مُنْكَرَاتِ الْأَخْلاَقِ وَالْأَعْمالِ، وَالْأهْوَاءِ وَالْأَدْواءِ / Allah’ım! Ahlâkın, amellerin, arzuların ve hastalıkların kötü olanlarından Sana sığınırım.”  ilavesi ile nakledilmiştir.

[7] Ebu Dâvut rivayet etmiştir.

 

[8] “Tâlih” kelimesi “sâlih” kelimesinin tam zıttıdır.

[9] Buna orijinalde “Uluvvu’l-Himme” denir.

[10] el-Fevâid, sf. 154.

[11] A.g.e. sf. 196.

[12] Allah’ın beraberliği ikiye ayrılır: Birincisi “genel beraberlik”tir ki, bu, mü'miniyle kâfiriyle tüm insanları içerisine alır. Buna göre Allah görme, işitme ve haberdar olma bakımında herkesle her an beraberdir. İkincisi ise “özel beraberlik”tir ki, bu; yardım etme, ihtiyaçlarını giderme, her an isteklerine icabet etme, koruyup gözetme anlamında bir beraberliktir ve sadece Allah’ın seçkin kulları için geçerlidir. Yani Allah ancak kendilerine özel olarak söz verdiği kimselere bu beraberliğini bahşeder.

Peki, bu beraberlik kimler için söz konusudur? Rabbimiz, Kitabının farklı yerlerinde kendi özel beraberliğinin “mü'minler”, “muhsinler”, “muttakiler” ve “sabredenler” için olduğunu, yardımının sürekli onlara eşlik edeceğini bildirmiştir.  Ancak bu vasıflar içerisinde İlahî beraberliğin en çok vurgulandığı vasıf “sabır” ve “takvâ”dır. Yani Allah’ın özel beraberliği en çok bu iki vasfa sahip olanlara gelecektir. Bu nedenle “Rabbim hep benimle beraber olsun” diyenlerin bu iki vasfa çokça sahip olmaları gerekmektedir. Burası önemli ve ince bir notadır; dikkat edilmesi gerekir.

Okunma Sayısı:15452