“Ey îmân edenler! Allâh’a karşı takvâ üzere bulunun ve sözü doğru söyleyin ki Allâh amellerinizi ıslah etsin ve günahlarınızı bağışlasın! Her kim Allâh’a ve Rasûlü’ne itâat ederse, o hakîkaten büyük bir kurtuluşa ermiş olur.” (Ahzâb, 70-71)
بسم الله الرحمن الرحيم
Değerli mü’mine bacım, hatırlayacağın üzere bir önceki yazımızda sana, kadının tepeden tırnağa avret olduğunu ve bu nedenle el ve yüz de dâhil olmak üzere bütün vücudunu yabancı erkeklere karşı örtmesi gerektiğini anlatmış ve ancak değerli olan şeylerin saklanacağı gerçeğinden hareketle Rabbinin aslında sana çok değer verdiğini ve bu nedenle örtünmeni istediğini vurgulamaya çalışmıştık. Bu yazımızda ise inşâallah çok önemli gördüğümüz bir mesele olan müslüman kadının tesettüründe ve hicabında ihlâslı olmasının zorunluluğu konusunu imkân ölçüsünde anlatmaya çalışacağız.
Değerli bacım, her amelinde olduğu gibi tesettür ve hicabında da mutlaka ihlâslı olmalısın.
Neden mi?
Çünkü Allah ancak ihlâsla ve sadece kendi rızası gözetilerek yapılan amelleri kabul eder, başkalarının rızası ve hoşnutluğu için ortaya konulan amelleri ise asla kabul etmez de onun için. Bu nedenle senin, her amelinde olduğu gibi tesettür ve hicabında da mutlaka ihlâslı olman ve ihlâs ilkesiyle hareket ederek Rabbinin rızasını kazanmaya çalışman gerekir.
Bacım, bilmelisin ki ihlâs senin her amelinin kabul veya reddedilmesindeki temel kriterdir. Yani bir nevi senin cennet veya cehennemindir. Eğer sen ihlâsa sıkı sıkıya bağlanır, her işinde onu hedef edinirsen cennete; şayet ihlâstan ödün verir, her amelinde onu hedef edinmezsen –Allah korusun– cehenneme gidersin. Hani hep duyarız ya, Allah’ın her amelde ihlâs olup-olmadığına bakacağını ve ihlâsla iş yapanların amellerini kabul ederken, ihlâssız bir şekilde amel işleyenlerin yaptığı amelleri yüzlerine vuracağını… Hepimiz bunu duyar ve adımız gibi biliriz, değil mi? Ama ne kadarımız bunu dikkate alır, hangimiz bunu hakkıyla önemser orası tam bir meçhuldür. Onun için sen, sen ol ve sakın ha bu hakikati bildiği halde onu önemsemeyenler gibi davranma; aksine onu önemse, özümse, dert edin. Her işinde onu dikkate alarak amellerini ortaya koy. Böyle yaptığında göreceksin ki gönlün çok rahat edecek ve kalbin anlatılmaz bir mutmainliğe kavuşacaktır. Çünkü insanda sadece tek bir kalp vardır; iki kalp yoktur. Bu kalp de sadece bir niyeti kaldırmaya, tek bir amacın yükünü çekmeye müsaittir. Her ne zaman bu kalbe iki niyet konulursa bu, o ona çok ağır gelir ve yüküne dayanamayarak altında ezilir, çöker. Bundan dolayı amellerinde ihlâsı oldukça önemsemelisin. Bu, sözün başında tez elden sana yaptığımız bir kardeş öğüdüdür; onu dikkate almanı tavsiye ederiz.
Değerli bacım, Allah’ın rızası için amel işlemek ve sadece O’nun hoşnutluğunu dikkate alarak iş yapmak gerçekten de çok önemli bir meseledir. O’nun rızasından başka bir amaç için amel işleyenler, çok büyük tehditlerle karşı karşıyadırlar. Şimdi gel, Allah’tan başkalarının rızası için amel işleyenlerin nasıl bir tehditle karşı karşıya olduklarını ve yaptıkları amellerinin asla kabul edilmeyeceğini ortaya koyan şu dehşet verici iki hadisi beraberce okuyalım:
Bir adam Rasûlullah’a gelerek:
— Hem sevap kazanmak hem de güzel bir şekilde anılmak için savaşan kimse hakkında ne dersin? diye sordu. Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem:
— Onun için hiç bir şey yoktur, buyurdu.
Adam sorusunu üç sefer tekrarladı. Rasûlullah da her defasında: ‘Onun için hiçbir şey yoktur’ buyurdu sonra da şöyle dedi:
— Allah, ancak kendi rızası gözetilerek samimi bir niyetle yapılan amelleri kabul eder.[1]
Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem kudsî bir hadiste Rabbimiz’in şöyle buyurduğunu söyler:
“Ben ortakların en iyisiyim.[2] Her kim (yaptığı bir amelde) benimle beraber birisini ortak koşarsa, o şey ortağıma ait olur. Bu nedenle ey insanlar! Amellerinizi sadece Allah için yapın; zira Allah amellerden ancak sadece kendisi için yapılanları kabul eder. Sakın ha ‘Bu hem Allah için hem de akrabalık içindir’ demeyin; bu durumda bu, akrabalık için olur. Bunda Allah için hiçbir şey yoktur. Ve yine sakın ha ‘Bu hem Allah için hem de sizin hoşnutluğunuz içindir’ demeyin; bu durumda bu, sizin hoşnutluğunuz için olur. Bunda Allah için hiçbir şey yoktur.”[3]
Evet, işte bu nedenden ötürü senin mutlaka amellerinde ihlâsla hareket etmen gerekmektedir. Konumuz tesettür olduğu için bunu tesettüre uyarlayarak söyleyecek olursak; senin mutlaka Allah rızası için hicaba bürünmen ve sadece Allah’ın rızasının tecelli ettiği yer olan cenneti kazanman için kendini yabancı erkeklerden sakındırman gerekmektedir. Aksi halde tesettüründe ihlâsla davranmamış ve Allah katında kazanacağın ecirleri kaybetmiş olursun.
İşte iş, bu kadar önemli ve dikkate almaya değecek kadar mühimdir.
Laf buraya geldiğinde şu soruyu sormadan geçmek olmaz: Peki, tesettürde nasıl ihlâslı olunur? Veya diğer bir ifadeyle ne demektir tesettürde ihlâslı olmak?
Tesettürde ihlâslı olmak demek:
● Yani sadece ve sadece Rabbinin rızasını gözeterek örtünmen demek,
● Yani sadece ve sadece O’nun rızasını göz önüne alarak hicaba girmen demek,
● Yani sadece ve sadece O benden hoşnut olsun diye tesettüre bürünmen demek,
●Yani O’nun rızasından başka hiçbir kimsenin hoşnutluğunu kazanmayı düşünmeden kapanman demektir; velev ki o kimse eşin, annen, baban veya kardeşlerin bile olsa…
Evet, sadece O’nun rızasını ve O’nun hoşnutluğunu kazanmak için örtünmen demektir, tesettürde ihlâslı olmak. Sen, inşâallah böyle yapanlardan, bu gaye ile tesettüre girenlerden ol. Bu işi yaparken asla ihlâsı elden bırakma ve hiçbir insanın ne diyeceğini dikkate almadan sadece Rabbinin hoşnutluğu için örtün. ‘Rabbim bunu benden istemiştir, Rabbim beni böyle görmeyi murad etmiştir’ gayesiyle tesettür amelini ortaya koy. Böyle yaptığında, işte o zaman tesettüründe ihlâsa ermiş, tesettürünü ihlâs ilkesi ile yapmış olursun. Bazı cahil kadınların yaptığı gibi sakın ha: ‘Etrafımdaki tevhid ehli kadınlar böyle örtünüyor, benim çevrem bu kıyafetlerle tesettüre giriyor; bu nedenle ben de öyle örtünmeliyim. Eğer onlar gibi örtünmezsem, bana ne derler?’ şeklinde insanın amelini kökten iptal eden bir gaye için örtünme!
Evet, sakın ha böyle bir gaye için örtünme!
Aksi halde amelinin ecri heba olduğu gibi, bir de çektiğin zorlukların yanı sıra yaptığın işin sevabını elde etmekten mahrum olmakla cezalandırılırsın. Tabii, ahirette çekeceğin azabın sıkıntıları ise işin cabası!
Bilakis sen –üstte de dediğimiz gibi– sadece ve sadece ‘Rabbim beni böyle görmek istiyor’ gayesini güderek örtün. Şayet bu gayeden başka bir amaç için örtünecek olursan, Allah bu ameli asla senden kabul etmeyecek ve niyetin çok masummuş gibi gözükse de ortaya koyduğun bu eyleme asla sevap verilmeyecektir.
Niye mi?
Çünkü İslam’da Allah’ın bir ameli kabul etmesi için mutlaka riayet edilmesi gereken iki şart vardır:
1) İhlâs, yani ameli sadece Allah’ın rızasını gözeterek yapmak,
2) Yapılan amelin meşru, yani İslam’a ve Sünnete uygun olması.
Eğer bir amel bu iki şarttan birisinden yoksun olursa –hangi amel olursa olsun– Allah onu kabul etmeyecektir; çünkü Allah ancak kendi rızası için yapılan amelleri kabul edeceğini söylemiştir. Rabbimiz şöyle buyurur:
“…Artık kim Rabbine kavuşmayı ümit ediyorsa, salih bir amel işlesin ve Rabbine ibadetinde hiç bir kimseyi (ona) ortak koşmasın.” (18/Kehf, 110)
Bu ayeti dikkatlice düşünmemiz ve bundan dersler çıkarmamız gerekmektedir. Eğer sen ey mümine bacım, Rabbine kavuşmayı ve cennette O’nunla karşılaşmayı umuyorsan –ki kesinlikle böyle olman gerek– o zaman salih bir amel işlemeli ve Rabbine kulluğunda hiç bir kimseyi ona ortak koşmamalısın.
Peki, salih bir amel işlemek ve Rabbe ibadette hiç bir kimseyi ona ortak koşmamak ne demektir?
Âlimlerimizin belirttiğine göre ‘salih bir amel işlemekten’ kasıt, sünnete ve şeriata uygun amel işlemektir. ‘Rabbe ibadette hiç bir kimseyi ona ortak koşmamaktan’ kasıt da ihlâsla, yani sadece Allah’ın rızasını gözeterek Allah’a ibadet etmektir. Tesettür de Allah’a ibadet kapsamına dâhil olan amellerdendir. Bir bayan için namaz neyse, oruç neyse, hac neyse tesettürde odur ve mutlaka bir ibadet şuuru içerisinde yapılmalı, Allah’a yaklaştıran bir amel olarak yerine getirilmelidir. Namaz nasıl ki Allah’ın emri olduğu için bir ibadet olarak değerlendiriliyorsa, oruç nasıl ki Allah’ın buyruğu olduğu için bir ibadet olarak görülüyorsa, tesettürün de aynı şekilde telakki edilmesi ve bir ibadet olarak değerlendirilmesi gerekmektedir. Çünkü namazı, orucu, zekâtı ve benzeri ibadetleri ayetlerle emreden Rabbimiz, tesettürü de aynı şekilde ayetlerle emretmiş ve bunu bir ibadet olarak mümine kadınlara farz kılmıştır.
“Ey Peygamber! Hanımlarına, kızlarına ve müminlerin kadınlarına söyle; bir ihtiyaç için dışarı çıktıklarında örtülerini üstlerine alsınlar, vücutlarını örtsünler. Bu onların (hür ve namuslu) bilinmelerini ve bundan dolayı incitilmemelerini daha iyi sağlar. Allah çok bağışlayan, çok esirgeyendir.” (33/Ahzab, 59)
“Mümin kadınlara söyle; gözlerini harama bakmaktan sakındırsınlar, mahrem yerlerini korusunlar. Kendiliğinden görünenleri dışındaki süslerini teşhir etmesinler. Başörtülerini(n uçlarını) yaka altlarına kadar sarkıtsınlar…” (24/Nûr, 31)
Buradan hareketle şunu rahatlıkla söyleyebiliriz ki tesettür, bir müslüman hanımın Allah’a sunabileceği en değerli ve en güzel amellerinden bir tanesidir. Bu nedenle bu konuda Allah’tan başka hiçbir kimsenin rıza ve hoşnutluğunu tesettürüne karıştırmamalıdır. Hatta bu kimse eşi veya aynı akideye inandığı mümine bacıları bile olsa Allah’tan başka hiçbir kimsenin rızasını önemsememelidir. Selef’in önde gelen simalarında birisi olan Fudayl b. Iyaz’a rahimehullâh Mülk sûresinin ikinci ayeti olan “O hanginizin daha güzel amelde bulunacağını denemek üzere ölümü ve hayatı yaratandır” ayeti okunmuş ve buradaki ‘en güzel amel hangisidir?’ diye sorulmuştu. Bu soruya İmam:
— En ihlâslısı ve en doğru olanı, şeklinde cevap verdi. Bunun üzerine oradakiler:
— Ey Ebu Ali! Amelin ihlâslı ve doğru olanı da ne demektir? diye tekrar sual ettiler.
Fudayl rahimehullâh:
— Bir amel ihlâsla yapılır, ama doğru olmazsa kabul edilmez. Aynı şekilde doğru olarak yapılır, ama ihlâslı olmazsa ihlâslı olana kadar kabul olmaz. Bir amelin ihlâslı olması yalnız Allah için yapılması, doğru olması da sünnete uygun olması anlamındadır, diye cevap verdi.[4]
Biraz önce üstte de dediğimizi gibi, ‘Etrafımdaki tevhid ehli kadınlar böyle örtünüyor, bu nedenle ben de öyle örtüneyim; eğer onlar gibi örtünmezsem o zaman ne derler?’ gibi bir amaçtan dolayı tesettüre giriyorsan, hemen niyetini tashih edip, düzelt. Aksi halde çektiğin bin bir türlü sıkıntıların yanında bir de ahirette amelinin sevabından mahrum olma cezasıyla karşı karşıya kalabilirsin ki, bu zararın ve hüsranın ta kendisidir. Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem kudsî bir hadiste Rabbimizin şöyle buyurduğunu bizlere haber verir:
“Ben ortaklıktan en müstağni olanım/ortaklığa hiçbir ihtiyacı olmayanım. Bu nedenle her kim bir iş yaparda o işe benden başkasını ortak ederse, o kimseyi ortalığıyla baş başa bırakırım.”[5]
Bu hadis gerçekten çok ürperticidir. Buna göre Allah’tan başka birisinin rızası ve hoşnutluğu için yapılan ameller Allah tarafından asla karşılık görmeyecek, aksine sahibi için büyük bir vebal olacaktır. Bilindiği üzere Allah için değil de, bir başka gaye için amel işlemenin riya olduğu ve riya karışan amellerin de kesinlikle kabul edilmeyeceği bu dinin en malum meselelerindendir.
İşte bundan ötürü bacım, namazında, orucunda ve ibadetlerinde olduğu gibi tesettüründe de mutlaka ihlâslı olmalısın.
*** *** ***
Bu gün tevhid ehli olan bazı bacılarımızın yaptıkları bizlere anlatıldığında, içerisine düşmüş oldukları durumdan dolayı oldukça üzülüyor ve ne hallere geldiklerini hatırlayınca son derece mahzun oluyoruz. Bazı bacılarımız, tevhidî bir çevrede bulundukları süre zarfında tıpkı etraflarındaki diğer mümine kadınlar gibi hicaba giriyor, onlarla aynı kıyafetleri giyiyor, aynı tarzda tesettüre bürünüyorlar. Ama bu bacılarımız, örneğin eşleri bir başka memlekete gitmeleri gerektiğinde veya bir sebeple tevhidî bir çevreden uzaklaşmaları durumunda hemen yüzlerini açıyor ve gittikleri ortamın hayat tarzına bir anda adapte olarak önceleri giymiş oldukları hicabı bir çırpıda terk ediveriyorlar. Oysa –şer‘î, haklı bir gerekçe olmadığı sürece– hani müslüman her şartta ve her durumda Allah’ın emirlerine râm olmalı ve her durumda Rabbinin buyruklarını hakkıyla yerine getirmeliydi? Hani Allah’a teslim olan kul, ortamın değişmesiyle inancından ve değerlerinden vazgeçmemeli, her pozisyonda Allah’ın isteklerini yerine getirmeliydi?
Ne oldu?
Demek ki ortada bir problem ve mutlaka tedavi edilmesi gereken bir maraz var. Allah en iyisini bilir ama bizim âcizane tespit edebildiğimiz kadarıyla bu şekilde ortamların değişmesiyle tarzlarının değiştiği bacılarımızın böyle yapmalarının iki nedeni var:
a) Ya yüzlerini bu güne kadar bir delile dayanarak ve Allah’ın emri olduğuna inanarak örtmemişlerdir. Ortamları gereği veya bulundukları çevrenin manevî baskısından ötürü örtmüşlerdir ki, bu ortam ve çevre değiştiği anda fikirleri de değişmiş ve hemen yüzlerinden peçeleri çıkararak içlerinde var olan inancı yaşamaya başlamışlardır. Allah korusun ama bu çok tehlikeli ve insanı nifaka götürecek kadar sıkıntılı bir durumdur. Zira bir insan inanmadığı bir şeyi sırf çevresi gereği yapıyor veya ben yapmadığımda müslümanlar beni farklı gözle değerlendirirler diye düşünüyorsa, böylesi bir insan yavaş yavaş nifaka kaymış ve en asgari şartlarda Allah’tan başka bir amaç için amel yaptığı için müraî/riyakâr pozisyonuna düşmüştür ki, bu, insanın ahiretini perişan eden bir durumdur.
b) Ya da bu bacıların amelleri, kalpten kaynaklanan bir takva ile değil, ortamdan kaynaklanan bir takva ile yapılmıştır ve ortam değiştiği anda amelleri de değişmiştir. Bu, her ne kadar ilk şıkta zikrettiğimiz madde gibi uhrevî açıdan çok büyük sıkıntı olmasa da, asıl itibariyle yine de sıkıntı arz eden bir durumdur ve mutlaka tedavi edilmelidir.
Bilindiği üzere insanın takvası bazen kalpten kaynaklanır, bazen de ortam ve çevreden. Kalpten kaynaklanan takva insana her ortamda Allah’ın emirlerine riayet etmeyi ve şartlar ne olursa olsun Allah’ın buyruklarını gözetmeyi gerekli kılar. Bu insan dünyanın en sıkıntılı bölgelerine bile gitse veya dünyada tek başına bile kalsa asla Rabbinin emirlerine muhalefet etmez ve her yerde Allah’ın buyruklarına amade olur. İşte peygamberlerin, onların ihlâslı tâbilerinin ve o yolun yolcusu olan tüm salih kulların takvası bu türden bir takvadır ki, insana dünya ve ahirette asıl fayda sağlayacak takva da işte bu takvadır.
Bu takva insana mutlaka cenneti kazandırır. Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem şöyle buyurur:
“Rabbiniz’den korkup-sakının/takvalı olun, beş vakit namazınızı kılın, ramazan orucunu tutun, mallarınızın zekâtını verin, (Allah’ın emirlerine uygun idare eden) yöneticilerinize itaat edin Rabbinizin cennetine girersiniz.”[6]
İnsanın takvası bazen de kalpten değil; ortamdan, çevreden ve içerisinde bulunulan mekândan kaynaklanır. Bu tür bir takva insana sadece bulunduğu ortamda ve o an için fayda verir. Ortam değiştiği anda zorunlu olarak o kişi de değişecek ve üzerinde bulunduğu salih ameli terk edecektir. Böylesi takvaya sahip olanlar, ortamları iyi olduğunda Allah’ın emirlerine riayet eder, ortamları değişip nefisleriyle baş başa kaldıklarında hemen Allah’ın emirlerini terk ederler. Takvaları geçicidir. Veya bazı âlimlerin ifadesiyle söyleyecek olursak; takvaları soğuk bir takvadır. Bu tür insanlara Allah’ın şu ayetini ve ardından da Rasûlullah’ın sallallahu aleyhi ve sellem bir hadisini aktararak, sadece belirli ortamlarda değil, her yerde ve her mekânda Rablerinden korkmaları gerektiğini hatırlatmak isteriz. Rabbimiz şöyle buyurur:
“Ey iman edenler Allah’tan hakkı ile korkup sakının/hakkı ile müttaki olun ve siz ancak müslümanlar olarak can verin.” (3/Al-i İmran, 102)
Bu ayete göre bir müslüman her yerde ve her zamanda Rabbinden sakınmalı, hiçbir yerde O’na karşı gelmeye kalkışmamalıdır. Eğer böyle yaparsa, bu –inşâallah– ona müslüman olarak can verme olasılığı sağlayacak ve Allah’ın huzuruna, Allah’a teslim olarak çıkan bir kul olmayı kolaylaştıracaktır. Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem de şöyle buyurur:
“Nerede olursan ol Allah’tan korkup-sakın/takvalı ol. Kötülüğün hemen ardına onu silip yok edecek bir iyilik yap ve insanlara güzel ahlak ile muamele et.”[7]
Bu nedenle belirli bir ortamda değil, belirli mekânlarda değil, belirli yerlerde değil; her ortamda, her yerde ve her mekânda Allah’tan korkmalı, her zaman O’nun emirlerine râm olmalı ve bunu kendimize temel hedef edinmeliyiz. Bu bağlamda Rasûlullah’dan sallallahu aleyhi ve sellem nakledilen mezkûr hadis, bizim temel düsturumuz olmalı; her zaman onu kulaklarımıza küpe yaparak hatırlamalıyız.
“Nerede olursan ol Allah’tan korkup-sakın/takvalı ol…”
Ortamlara veya çevrelere bağlı olarak belirli amelleri yapıp, ortamlardan uzaklaşınca amellerini terk eden kimseler, kalbî hastalıkların tabipleri olan İslam davetçileri tarafından hemen karantina altına alınarak tedavi edilmelidirler. Aksi halde bu insanlar, zaman içerisinde şirke karşı gösterdikleri takvayı da kaybederek imanlarından bile olabilirler. Onların böylesi bir pozisyona düşmemeleri için anında kendilerine müdahale edilmesi gerekmektedir.
İşte üstte değindiğimiz bacılarımızın içerisine düşmüş olduğu hata, genelde bu türden bir hatadır. Bu hatayı etkin ve yetkin İslam davetçileri, usulüne uygun bir şekilde mutlaka tedavi etmelidirler. Eğer tedavi edilmezlerse ileride daha büyük bir fitneye mahal olarak karşımıza çıkabilirler.
Burada bir de şu noktayı hatırlatmamızın yararlı olacağını düşünüyoruz: İnsan bazen kendisinin hasta olduğunu bilemeyebilir. Kendisini sağlıklı zanneder, oysa çok büyük ve derin hastalıkları vardır. Gerçekten de bunun farkına varamayabilir. Ama güvendiği bir tabibe giderek kendisini gözden geçirttirdiğinde, belki hiçte farkında olmadığı –ve kimi zaman– çok büyük ve ilerlemiş hastalıklarının olduğu açığa çıkar.
Belki bu bacılarımız da kendilerinin hasta olduğunu bilmiyorlardır. Bu durumda onları uzaktan gözlemleyip hasta olduklarını kuvvetle zanneden gönül doktorlarının olaya el atması ve hemen kardeşlerini kurtarmak için kolları sıvaması gerekmektedir.
Değerli bacım, eğer burada anlattığım şeyler sende de varsa hemen Rabbine yönel ve bir an önce karşına ehil olan muvahhid bir gönül doktoru çıkarması için yalvar. Kim bilir o doktor, belki sende var olan başka hastalıkları da tespit edecek ve Allah’ın keremiyle onları kolayca tedavi edecektir.
Bacım, bu dediğimi sadece tesettür noktasında düşünme. Hayatın diğer alanlarında da bu tür sıkıntılarının olabileceğini kabul et ve ehil birisini bulduğunda ona gönlünün kapılarını aç. Göreceksin ki o, Allah’ın izniyle senin sıkıntılarını giderecek ve kalbindeki hastalıkların zamanla tedavi olmasına yardımcı olacaktır.
***
Değerli bacım, bu yazımızda da sana kardeşliğin bir gereği olarak kısaca nasihatlerde bulunmaya çalıştık. Rabim imkân verir ve bizi bir sonraki yazıyı kaleme alana kadar yaşatırsa, sana müslüman hanımın kıyafetlerinin nasıl olması gerektiğiyle alakalı bazı hatırlatmalarda bulunacak ve çok önemli gördüğümüz bu meselede bazı ince detaylara girerek seni yine hayra ve takvaya yönlendirmeye çalışacağız. Allah bizi ve seni bu nasihatlerden en güzel şekilde faydalanan kullarından eylesin.
Bir sonraki yazımızda tekrar buluşmak dileğiyle, fî emânillâh…
Faruk Furkan
[1] Nesaî.
[2] Buradaki ortaklık, ticaretteki ortaklığa benzetilmiştir; yanlış anlaşılmamalıdır. Bu ifadenin şu şekilde anlaşılması Allah hakkında en uygun olanıdır: Dünyadaki ortakların tümü ortak olarak kazanılan her şeyi paylaşır, bölüşürler. Allah Teâlâ ise dünyadaki ortakların aksine ortak olarak elde edilen bir ibadeti asla kendisine almaz, onu kim için yapılmışsa ona verir. Bu nedenle ‘Ortakların en iyisi benim’ demiştir.
[3] Bezzâr. Bkz. es-Sahîha 2764.
[4] Câmiu’l_Ulûm ve’l-Hikem, sf. 13.
[5] Yani o amelin sevabını o ortak koştuğu kimseden almasını söylerim. Tabii ki eğer verebiliyorsa!.. Hadisi Müslim rivayet etmiştir.
[6] Tirmizî.
[7] Tirmizî.