“(İşte) Allah, öğüt almaları için insanlara böyle benzetmeler yapar.” (İbrahim, 25)

TİCARET EHLİ MÜSLÜMANLARA NASİHATLER -2-


بسم الله الرحمن الرحيم

Rahmân ve Rahîm Olan Allah’ın Adıyla…

 

Değerli tacir kardeşim, bir önceki yazımızda ticaretle alakalı yazı dizisine bir giriş yapmış ve birkaç başlıkla ticarete ilişkin bazı nasihatlerde bulunmuştuk. Bu yazımızda yine bu nasihatleri sürdürecek ve başlıklar atarak önemli gördüğümüz meseleleri dile getirmeye çalışacağız. Rabbimiz, burada anlatacağımız şeylerle şimdiden bizleri âmil eylesin.

***

Yazılan Rızık Tıpkı Ecelin Gibi Adım Adım Seni Takip Edecektir

‘Dünyada en garanti şey nedir?’ diye bir soru sorsak, buna hiç düşünmeden ‘rızıktır’ diye cevap verebiliriz. Rızık, yazıldığı ve belirlendiği kadarıyla her insan için takdir edilmiştir ve kullar onu tamamlamadan asla bu dünyadan göç etmeyeceklerdir. Ama ne gariptir ki, insanlar garanti edilen bu rızkın peşinde helal-haram demeden bir ömür tüketiyor; Allah’ın rızasına erecekleri, kabirde fitnelerden selamette olacakları, cehennemden kurtulup cennete gidecekleri gibi garanti edilmeyen meselelerde ise gereken çabayı harcamıyorlar! Yani garantisi olmayan şeyler için çalışmıyor, çabalamıyor; geleceği kesin garanti edilmiş şeyler için ise kendilerini tüketiyor, heder ediyorlar!

Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem, bu noktada hataya düşmememiz için bizi uyararak şöyle buyurur:

“Hiçbir nefis (kendisi için takdir edilen) rızkını bütünüyle elde etmeden asla ölmez. Bu nedenle Allah’a karşı takvalı davranın ve rızkınızı güzel/meşru yollarla arayın. Sakın ha rızkın gecikmesi, sizi, günah olan şeylerle onu aramaya sevk etmesin; zira Allah’ın katındakiler ancak O’na itaatle elde edilir.” (Hâkim. Bkz: Silsiletu’l-Ehâdîsi’s-Sahîha, 2866)

Bu hadis o kadar önemli, o kadar önemlidir ki, iş yerimizin en bâriz köşesine ‘serlevha’ yapıp assak ve her gün ilk olarak bu hadisi okuyarak işimize başlasak yanlış bir iş yapmış olmayız. Bu nedenle dönüp tekrar tekrar onu okumanızı ve üzerinde kafa yormanızı tavsiye ederiz.

Tacir kardeşim, eğer rızık kesin takdir edilmişse ve takdir edilen bu rızık tamamlanmadan insan asla ölmeyecekse, o halde bu aşırı koşuşturmanın, kendimizi yırtarcasına çabalamanın ve asıl görevlerimizi ihmal edecek kadar hırsa bürünmenin anlamı ne?!

Niçin kendimizi paralıyor ve hep rızık korkusuyla yaşıyoruz?

Bir Müslüman asla bu endişeleri taşımamalı, gereken sebeplere sarılıyorsa işin geri kalan kısmını her şeyi en iyi şekilde takdir eden Yüce Allah’a bırakmalıdır.

Burada rızkın gerek helal yolla, gerek haram yolla mutlaka insana erişeceğine dair kitaplarımızda zikredilen ibretlik bir kıssayı aktarmak istiyoruz.

Anlatıldığına göre bir gün Ali radıyallahu anh mescide gelmiştir. Mescidin kapısında da bir adam durmaktadır. Ali radıyallahu anh bu adamdan kendisi mescitten çıkana kadar bineğine sahip çıkmasını ister ve sonrasında da mescide girer. Ali radıyallahu anh’ın mescide girmesinin hemen akabinde adam hayvanın yularını aldığı gibi kaçar. Hayvanı ortada başıboş bırakıverir. Ali radıyallahu anh mescidde işlerini bitirdikten sonra kapıya doğru ilerler. Eline de iki dirhem para alır, adamı yaptığı yardımdan dolayı ödüllendirmek ister. Fakat birde ne görsün! Hayvancağız tek başına, hem de yuları çalınmış olarak kapıda bekliyor! Yapacak bir şey yoktur. Ali radıyallahu anh evine döner. Daha sonra yanında çalışan genci yeni bir yular alması için çarşıya gönderir. Genç iki dirheme bir yular alır. Ali radıyallahu anh yuları görünce şaşırır. Bu yular çalınan yular değil midir! Hırsız onu gence iki dirheme satmıştır. Bunu gören İmam Ali radıyallahu anh şu güzel sözünü söyler: “Kul sabretmeyi terk ederek kendisini helal olan rızıktan mahrum eder ve asla kendisine takdir edilen rızkı arttıramaz.” (el-Müstetraf fi Külli Fennin Müstezraf, Şihâbeddin el-Ebşîhî, 1/159)

Bu kıssa her ne kadar sened bakımından güçlü olmasa da, içerdiği anlam bakımından bizlere bir mesaj vermekte ve kulları helal yollarla rızık elde etmeye teşvik etmektedir. Her hangi bir ahkâma konu olmadığı için zikredilmesinde inşâallah bir mahzur yoktur.

İşte, sen Müslüman bir tacir olarak mutlaka rızkını helal yollarla elde etme gayretinde olmalısın. Harama düşmemeli, gayr-i meşru yollara tevessül etmemelisin. Unutma ki sen rızık temini için helal yollarda çabalasan da veya haram yollarda koştursan da rızık eninde sonunda mutlaka sana erişecektir; amma helal yolla erişecek, amma haram yolla…? Fakat muhakkak erişecektir. İlkinde sen helal için çabaladığından dolayı kulluk sınavını geçmiş sayılacakken, ikincisinde harama tevessül ettiğin için imtihanı kaybetmiş olacaksın. Ne gerek var kesin takdir edilmiş bir şey için haram yollara tevessül etmeye?

“Ey iman edenler! Size rızık olarak verdiklerimizin temiz/helal olanlarından yiyin ve yalnızca O'na kulluk ediyorsanız, (yine yalnızca) Allah'a şükredin.” (2/Bakara, 172)

Sâlih Mal, Sâlih Kişi İçin Ne de Güzeldir!

Mal sahibi olmanın, variyet içerisinde yaşamanın veya para ile meşguliyetin takva sahibi bir Müslüman için iyi olmadığı düşünülür. Kimi zaman bizim de aklımıza paranın ve zenginliğin insanı bütünüyle Allah’tan uzaklaştıracağı, kulluktan alıkoyacağı gelir. Ama hemen belirtelim ki, bu sadece bir zandır ve alelıtlak dillendirilmesi de doğru değildir. Çünkü bizden önceki sâlih kimselerin uygulamaları, bu zannın çok net bir şekilde hatalı olduğunu ortaya koymaktadır.

Bu zannın zihinlerimizde yer etmesinin sebebi −muhtemelen− etrafımızdaki insanların hatalı uygulamaları ve yanlış tasarrufta bulunmalarıdır. Ama Allah Rasûlü’nün, Ashab-ı Kiram’ın ve ihsan ile onlara tâbi olan sâlih insanların mala bakışlarını bilince, meselenin öyle olmadığı kolayca anlaşılmaktadır. Onlar nezdinde mal, usulüne uygun tasarruf edildiğinde insanı Allah’a yaklaştıran ve dine hizmetinde aracı olan güzel bir nesnedir. Mal helal, onu kullanacak kişi de sâlih olduğu zaman onu edinmekte, elde bulundurmakta ve biriktirmekte hiçbir mahzur yoktur. İnsan böylesi bir durumda, maldan mahrum olan insanlara nazaran daha sakin bir gönülle Rabbine kulluk eder. Kafası ve zihin dünyası sükûnetli olur. Davasına karşı fedakârlığı azımsanmayacak kadar artar. İşte bu gibi nedenlerden dolayı iyi malın iyi insanlar için hayırlı olduğu ifade edilmiştir. Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem şöyle buyurur:

“Sâlih kul için sâlih/helal mal ne güzeldir!” (Buhârî, el-Edebu’l-Mufred, İmam Ahmed, İbn Hibban)

Sened itibariyle zayıf bir rivayette de şöyle buyrulmuştur:

“Mal, Allah’tan korkup sakınmaya (takvaya) ne güzel bir yardımcıdır!” (Deylemî)

Müslüman bir tacir olarak senin, meseleye bu şekilde bakman gerekir. Yani helal yollarla mal edinip onu Rabbinin razı olacağı şekilde kullanman ve malı bu şekilde kulluğuna ve dinine hizmet aracı kılman gerekir. Sen böyle yaparsan senin variyetli ve zengin olmanda hiçbir mahzur yoktur. Aksine bu güzel ve hayırlı bir iştir.

Kitaplarımızda malın yerilmesi, kötülenmesi ve onun kulluğa mani bir nesne gibi arz edilmesine dair nakledilen ifadeleri, helal yollarla elde edilmeyen, hakkı verilmeyen veya sâlih amaçlar doğrultusunda kullanılmayan mallara hamletmek gerekir. Eğer bir mal bu iki amacın haricinde elde bulunduruluyorsa, o mal gerçekten de büyük bir sıkıntıdır, sahibi için mesuliyettir. Ama başlıkta zikrettiğimiz gâyeye mebnî olarak elde tutulursa −dediğimiz gibi− bu durumda ortada sakıncalı olacak bir şey söz konusu değildir.

Ama şunu da hatırlatmadan geçmeyelim ki, malın fazlalığı hesabın da fazlalığını gerektirir. Bu nedenle çok malı olanlar, hesap gününde malı az olanlara nispetle daha uzun süreyle Mevkif’te bekletilecek, mallarının hesaplarını verdikten sonra ancak cennete girebileceklerdir. Bu hususu Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem şöyle dile getirir:

“Muhâcirlerin fakirleri, onların zenginlerinden beş yüz sene önce cennete girecektir.” (Tirmizî, İbn Mâce)

Bu bağlamda birçok hadis mevcuttur.

Fakirler, hesap verecekleri malları ve servetleri olmadığı için cennete zenginlerden önce gireceklerdir. Zenginler ise mallarının ve servetlerinin hesabını verecekler; nereden kazanıp, nereye harcadıkları sorusuna muhatap olacaklar ve bu nedenle cennete girişte fakirlere nazaran gecikeceklerdir. Ama bu, mutlak manada fakirlerin zenginlerden daha faziletli ve üstün olduğu anlamına gelmemektedir. Ebu Bekir radıyallahu anh zengin olduğu halde, tüm ümmetin ittifakıyla diğer bütün fakir Müslümanlardan cennette daha üst bir makamda olacaktır. Bunda en ufak bir şüphe yoktur.

Şeyhu’l-İslam İbn Teymiyye rahimehullah bu konuda şöyle der:

“Fakirler, hesaplarının azlığı nedeniyle cennete girmede zenginlerin önünde olacaklardır. Zenginler ise hesap dolayısıyla daha sonra cennete gireceklerdir. Ancak zenginlerden birisi hesaba çekildikten sonra şayet iyilikleri fakirin iyiliklerinden daha çok olursa, −her ne kadar cennete girişi gecikse de− onun cennetteki derecesi fakirinkinden üstte olacaktır…” (Mecmuu’l-Fetâvâ, 11/121)

Şeyhu’l-İslam’a göre fakirlerin cennete önce girmelerinin sebebi, sırf fakirlikleri değil, hesaplarının az oluşudur. Zenginlerin gecikmelerinin sebebi de zenginlikleri değil, mal ve servetlerinin hesabını verecek olmalarıdır.

Öğrencisi İbn Kayyım da rahimehullah,  bu konuda benzeri bir yorum yapmıştır:

“Hadis, her ne kadar fakirlerin zenginlerden önce cennete gireceklerine delâlet ediyorsa da, fakirlerin derece ve makamda zenginlerden daha üstün olduğuna delâlet etmez. Şükreden zengin ile adaletli hükümdar hesap vermek için cennete girmekte geç kalsa da, cennete girince derecesi ve makamı daha yüksek olur.” (Sabredenler ve Şükredenler, sf. 189)

Dolayısıyla, zenginlerin daha zor hesap verecekleri gerekçesiyle helal mal edinmekten ve ticaret potanı helal ölçüler çerçevesinde artırmaktan korkmamalısın. Malının hakkını verdiğin ve dininin ikamesi için onu kullandığın sürece mal sahibi olmanın sana bir zararı yoktur. Sen, sâlih bir kul için sâlih bir malın güzel olduğu bilinciyle hareket etmeli ve gerek etrafında imkânı kısıtlı olan Müslümanları gözeterek, gerekse akidenin yayılmasına malınla destek vererek cennette üstün dereceleri elde etmenin yolarına bakmalısın. İşte o zaman malın senin için mahza hayır olur.

Amacın Mal Yığmak Olmasın!

Mal sahibi olmanın ve variyet içerisinde yaşamanın kötü bir şey olmadığını, usulüne uyduğu zaman bir Müslümanın zenginleşebileceğini söyledik. Ama bu söylemimiz bizleri mal yığmaya, dünyaperest olmaya ve para sevdalısı bir insan olarak yaşamaya sevk etmemelidir.

Bizim bu noktadaki ölçümüz; Rabbimize kulluğumuzu ve sorumluluklarımızı engellemeyecek kadar mal sahibi olmaktır. Bir insan bu seviyeyi aşarak mal biriktirmeye kalkışırsa, yani mal yığarken ve ticaretle meşgul olurken kulluğunu ve sorumluluklarını ihmal ederse, işte o zaman o mal onun için bir musibete ve bir vebale dönüşür. Böylesi bir mal anlayışına sahip olmayı asla tasvip etmiyor ve bunun insanı helake götüren bir husus olduğuna inanıyoruz.

Rabbimiz Kur’ân-ı Kerim’de yığınlarla mal biriktirip o malların hakkını eda etmeyenleri cehennemle tehdit etmiş ve bu malların yarın Kıyamet gününde kendileri için bir azap vesilesi olacağını bildirmiştir. Rabbimiz şöyle buyurur:

“…Altın ve gümüşü biriktirip onları Allah yolunda harcamayanlar var ya, sen onları elem dolu bir azapla müjdele! O gün o altın ve gümüşler cehennem ateşinde kızdırılır da onların alınları, böğürleri ve sırtları bunlarla dağlanır. İşte bu, kendiniz için biriktirip sakladığınız şeylerdir. Haydi, tadın bakalım biriktirip sakladıklarınızı! (denilir)” (9/Tevbe, 34, 35)

Bu ayet, mallarının hakkını eda etmeyenlere gerçekten de büyük bir tehdit içermektedir. Ama hemen belirtelim ki, bu ümmet içerisinde Ebu Zer radıyallahu anh hariç, diğer âlimlerimizin hepsi bu ayeti hakkı ödenmeyen mala hamletmiş ve hakkı eda edilen malları bu kapsamdan çıkarmışlardır. Örneğin İbn Ömer radıyallahu anhuma şöyle demiştir:

“Zekâtı verilmiş mal, yedi kat yerin altında olsa bile yığılmış mal (yani sahibinin kendisiyle dağlanacağı kenz) değildir; zekâtı verilmeyen mal ise yer üstünde olsa bile yığılmış maldır (yani sahibinin kendisiyle dağlanacağı kenzdir).” (Bkz. İbn-i Kesîr Tefsiri, 5/161)

Ebu Zer radıyallahu anh ise, bir insanın ailesinin geçimini sağladığı malın ötesindeki her malı haram kabul etmiş ve bu ayetin böylelerini kapsayacağını söylemiştir. (Bkz. İbn-i Kesîr Tefsiri, 5/166)

Lakin doğru olan görüş İbn Ömer ve benzeri sahabîlerin görüşüdür.

Bizler her ne kadar İbn Ömer radıyallahu anhuma’nın görüşünün doğru olduğuna inansak da, bu görüş doğrudur diye temel hedefimizi mal yığmak olarak belirleyemeyiz. Biz dünyada ‘kulluğumuza’ ve ‘sorumluluklarımıza’ mani olmayacak kadar mal edinmenin derdinde olmalıyız. Bunun ötesini Allah’ın bir imtihanı kabul etmeli ve ille de zengin olacağız diye kendimizi kasmamalıyız. Lakin eğer bir kardeşimiz ticaretteki kabiliyet ve yetenekleri nedeniyle kısa yollarla çok mal elde edebiliyor ve bu noktada kulluğundan ve sorumluluklarından da taviz vermiyorsa, ona da ‘Allah mübarek etsin’ demekten geri durmuyoruz.

Malumdur ki, kimi insanlar vardır çalışır, çabalar ama bir türlü maişetini temin edecek rızıktan başkasını elde edemez. Ay sonunu ancak getirebilir. Kimileri de vardır ki, beş dakikada öbürünün bir ayda kazanacağını kazanır. Az çabayla çok gelir elde eder. Ortada böylesi inkâr edilemez bir realite vardır. Bundan dolayı bahtı açık diyebileceğimiz bu tür insanların ticaret alanlarını kısıtlamak, önlerine set çekmek ve onları elde edecekleri helal ve bol rızıktan mahrum etmek uygun düşmez. Bu kardeşlerimize yine şu iki hususu hatırlatıyor ve bu çerçevede rızık temin etmelerini kendilerine öğütlüyoruz:

1- Rızık temin ederken kulluğunuzdan asla taviz vermeyin.

2- Sorumluluklarınızı hiçbir zaman ihmal etmeyin.

Bu iki hususa riayet ettiğiniz müddetçe istediğiniz kadar mal elde edinebilir, dilediğiniz şekilde ticaret yapabilirsiniz. İnşâallah bu, Tevbe Sûresi’nde konu edilen ‘mal yığma’nın kapsamına dâhil değildir.

Tüm bu anlattıklarımıza rağmen Efendimiz sallallahu aleyhi ve sellem’in şu tavsiyesini de kulak ardı etmemeliyiz:

“Sizden her kim ehl-i iyali arasında güvenli bir şekilde, bedeni sağlıklı olarak ve bir de yanında o gününün rızkı bulunduğu halde sabaha erişirse, (bu durumda) dünya sanki bütünüyle ona verilmiş gibidir.” (Tirmizî)

Hadiste üç nimetin önemine vurgu yapılmıştır. Bu nimetler şunlardır:

1- Emniyet nimeti,

2- Sağlık nimeti,

3- Günlük rızkın temini nimeti.

Bir insan bu üç nimete sahipse sanki o, dünyanın en zengin adamıdır. Bunun ötesi ise Allah’ın, kullarından dilediğine bahşettiği lütfu ve ihsanıdır.

Bir Müslüman, her ne kadar ticarette bahtı açık olsa da bilmelidir ki en büyük nimet gününün rızkını elde etmiş olmaktır. Bunun ötesi Allah’ın ikramıdır. O, bu ikramını kullarından dilediğine verir.

Sen Müslüman bir tacir olarak, sakın ha işler iyi gitmediği zaman bazı cahillerin yaptığı gibi rızkın darlığı konusunda haddi aşacak sözlerde bulunma! Günlük rızkını temin etme imkânına sahipsen Rabbine sonsuz şükret. Bil ki bu en büyük nimetlerdendir.

İşte bir Müslümanın yegâne gayesi budur. Yani helal yollarla günlük rızkını temin etmek. Ama imkânı olanlar bu gayeyi aşıp Allah’ın verdiği yetenekler sayesinde rızık alanlarını helal yollarla genişletebilirler. Fakat bundan dolayı haram yollara tevessül ederlerse, o zaman ayette mevzu bahis edilen ‘mal yığanlardan’ ve cehennemle tehdit edilenlerden olurlar. Sen sakın ha zengin olabilmek için haram yollara tevessül edenlerden ve yığınlarla mal biriktirme peşinde gidenlerden olma!

Ne mutlu günlük rızkı kendisine kolay kılınan ve ticareti kulluğuna mani olmayanlara!

Ticaret İnsanların ‘Mihenk Taşı’dır

Bir kişinin ne kadar kaliteli olduğunu ve esnaflık boyutunun hangi düzeylerde seyrettiğini öğrenmek istiyorsan, onun söz ve amel uyumuna, ticaret anlayışına ve en önemlisi para ile olan muamelesine bakman yeterlidir. Para ile olan muamelesinde başarılı olanların, diğer muamelelerinde de başarılı olması umulur. Unutmamak gerekir ki para, insanların kalplerini mıknatıs gibi çeken bir maddedir. Çekim gücü oldukça yüksektir. Kalplerinde bu etkin çekim gücüne karşı direnç bulunmayanların, kolaylıkla onun cazibesine kapıldığı ve bir anda kimlik ve kişiliklerinden ödün vererek onun etrafında dönmeye ve onunla beraber hareket etmeye başladıkları görülür. İşte bu açıdan, bir insanın paraya karşı zaafının olup-olmadığını tespit ederek onunla muameleye girişmek son derece önemlidir.

Sen bu noktada sakın ha muamelede bulunduğun insanların saçlarına, sakallarına, şalvarlarına veya muhataplarının yüzlerine uçuşturdukları yaldızlı sözlerine bakma! Çünkü sadece bunlara bakarak karar verirsen, muhakkak yanılır ve hataya düşersin. Allah bile insanların saçına, sakalına veya dış dünyaya yansıttıkları görünümlerine göre hüküm vermeyecektir. Aksine O, kalplerde yer eden inançlara ve bu inancın tezahürü olan amellere göre hüküm verecek, bunlarla insanları yargılayacaktır. Peygamber Efendimiz sallallahu aleyhi ve sellem şöyle buyurur:

“Hiç şüphe yok ki Allah sizin bedenlerinize ve yüzlerinize değil, fakat kalplerinize ve (ortaya koyduğunuz) amellerinize bakar.” (Müslim)

Rabbimiz de Kitabında, kendisine en yakın olan insanların, mal-mülk sahibi veya güç-kuvvet sahibi olanlar değil; aksine hayatını iman ilkesine göre yaşayan ve bunun neticesinde ortaya kendisinin razı olacağı sâlih ameller koyan kimseler olduğunu bildirmiştir:

“Mallarınız ve evlatlarınız sizi, Bizim katımızda değerli kılacak şeyler değildir! Ancak imân edip sâlih amel işleyenler başkadır. Onlara, ortaya koydukları ameller sebebiyle kat kat fazlasıyla mükâfatlandırma ödülü vardır. Onlar (cennet) odalarında güven içindedirler.” (34/Sebe, 37)

Eğer bir insan dili ile iman ettiğini söylüyor ve bu imanın kendisinden istediği bir yaşam tarzını ‘amelleri’ ile dış dünyaya yansıtıyorsa, işte bu insan Allah’a yakın olan ve kendisine güvenilmesi gereken bir insandır. Yok, eğer dili ile inandığını söylediği değerlere amelleri ile muhalefet ediyor ve söylemleri ile eylemleri arasında bariz bir farklılık ortaya koyuyorsa, işte bu insan da Allah’tan uzak olan ve kendisine güven duyulmaması gereken bir insandır. Sen bu iki tiplemeyi iyi ayırt etmeli ve muamelede bulunduğun insanları bu perspektiften bakarak değerlendirmelisin.

Kimileri var ki; saçlı, sakallı, şalvarlı ve hatta sarıklı oldukları halde ‘Ticareti kuralına göre oynamalıyız!’ terennümünü dillerine dolamakta ve ‘O ayrı, bu ayrı!’ diyerek İslam’ın öğretilerini ticaretlerinden çıkarmaktadırlar. Böyleleri, yeri geldiğinde menfaatleri icabı kulların haklarını ayaklar altına almaktan ve parayı temel kabul edip diğer şeyleri teferruat addetmekten bir an olsun geri durmazlar. Hiç kuşkun olmasın ki, bunlar Allah’ın hakları söz konusu olduğunda da aynı tavrı sergiler ve ‘hukukullahı’ bir çırpıda çiğneyiverirler! Zira kulların haklarını gözetmeyenlerin, Allah’ın haklarını gözetmesi çok zordur. Tıpkı kullara teşekkür etmeyi bilmeyenlerin, Allah’a teşekkür etmeyi bilmesinin çok zor olduğu gibi…

Bu zihniyette olanlara şunu hatırlatmak isteriz: Eğer ticaret kuralına göre oynanacaksa, Muvahhid Müslüman bir şahsiyet için bu kuralları Allah belirler. Çünkü O, tüm kâinatın kanunlarını tayin eden ve bütün mahlûkata riayet edecekleri hayat ölçülerini koyandır. Ama ‘O başka, bu başka!’ diyerek kendilerini İslam’ın ticaret öğretilerinden uzak tutmaya çalışanlar için bu kuralları belirleyecek elbette birçok merci, birçok makam vardır. Böyleleri ticaretlerini istediği kural çerçevesinde oynayabilirler; tabii neticesine katlanmaları şartıyla!..

Başlığın girişinde dediğimiz gibi, ticaret ve para ile olan ilişki, insanı ele veren ve onun nasıl bir karaktere, hangi kişilik ve ahlaka sahip olduğunu deşifre eden bir ‘karine’dir. Kişi eğer ticaretinde düzgün, alış-verişinde emin ve para ile muamelesinde güvenilir ise, bu genel anlamda onun, hayatın başka alanlarına serpiştirilmiş diğer amellerinde de düzgün ve mustakîm olduğunu gösterir. Lakin ticareti bozuk, alış-verişi problemli ve para ile olan muamelesi sıkıntılı ise, bu genel anlamda onun diğer amellerinde de eğri olduğunu gösterir. Bundan dolayıdır ki âlimlerimiz ticaretin insanlar için bir ‘mihenk taşı’ olduğunu ifade etmişler ve bir insanı hakkıyla tanımak için onun para ile olan muamelesine bakmanın önemli oranda yeterli olacağını söylemişlerdir.

Yani vur insanı ticarete, kaç ayar olduğu ortaya çıksın!

Tabi bu, genel anlamda böyledir. Elbette bunun istisnaları olabilir. Yani bir insanın para ile ilişkisi düzgün, ticareti müspet olduğu halde yine de diğer meselelerdeki davranışları istenmeyen bir halde olabilir.

Bu konuya değinildiğinde Ömer radıyallahu anh ile bir adam arasında geçen şu kıssayı nakletmemek olmaz! Bu kıssa, gerçekten de çok ibretliktir ve bir insanı tanımanın yollarını bizlere öğretmektedir.

Kıssada, bir insanı gerçek manada tanımanın üç temel hususundan bahsedilir. Gerçekten de bir insanı bihakkın tanımak istiyorsanız, bu üç şeyle onu deneyebilir, ardından da onun nasıl bir kişiliğe sahip olduğuna kanaat getirebilirsiniz.

 Âlimlerimiz tarafından ‘sahih’ olduğu belirtilen ve hemen hepimizin bildiği meşhur kıssa şu şekildedir:

Bir adam, Ömer radıyallahu anh’ın yanında bir konuda şahitlikte bulunur. Şahitlik meselesi önemli olduğu ve tahkik edilmesi gerektiği için Ömer radıyallahu anh adama:

— Ben seni tanımıyorum; lakin bunun bir zararı yok. Sen, şu durumda bana seni tanıyan birini getir, (onun senin hakkındaki şehadetiyle senin şahitliğini kabul edelim) der.

Orada bulunanlardan birisi hemen söze karışıp:

— Ben onu tanıyorum, der.

Bunun üzerine İslam’ın ikinci halifesi Ömer radıyallahu anh adama sorar:

— Onu nasıl bilirsin?

Adam:

— Emin ve âdil bir adam olarak…

Ömer radıyallahu anh tekrar sorar:

— Acaba bu adam gecesini-gündüzünü, girişini-çıkışını bildiğin yakın bir komşun mudur?

— Hayır.

— Peki, insanın takvasını ortaya koyan dinar ve dirhemle muamelede bulunduğun (ticaret yaptığın) biri midir?

 — Hayır.

— Acaba, insanın ahlâkını ele veren yolculukta arkadaşlık ettiğin biri midir?

— Hayır.

Adam bu üç soruyu da olumsuz cevaplayınca, Ömer radıyallahu anh kendisine dönerek şu meşhur ve tarihî sözlerini söyler:

— Sen onu tanımıyorsun!

Ardından da şahitlik yapan ilk adama döner ve:

— Git, bana seni tanıyan birini getir, der... (Beyhakî. Bkz. İrvâu’l-Ğalîl, 2637)

Ömer radıyallahu anh, İslam’ı ve yaşanan hayatın realitesini çok iyi bildiği için, bir insanı tanımanın temel yollarını karşı tarafa sormuştur. Zaten Ömer radıyallahu anh gibi insan sarrafı olan bir şahsiyetten de başka bir şey sorması beklenmezdi! Çünkü bu üç madde, gerçekten de bir insanı ele veren, onun nasıl bir karaktere sahip olduğunu ortaya koyan temelleri anlatmaktadır. Bunları müspet cevaplarla geçen birisi şahitlik etmeye de, dostluk yapmaya da, kendisiyle güzel bir ilişki kurmaya da değer bir kimsedir. Onunla ister ticaret yap, ister ortaklık yap, istersen yârenlik yap, asla pişman olmazsın. Ama bunları cevaplamada sınıfta kalan birisinin ne şahitliğine güvenilir, ne kendisiyle candan bir dostluk kurulur, ne de iyi bir ilişkiye girilir! Giren pişman olur, zararla çıkar!

İşte bu nedenle Ömer radıyallahu anh’ın sorduğu bu üç soru çok yerinde ve önemlidir. Sen de Müslüman bir tacir olarak ilişkiye girdiğin insanları hakkıyla tanımak istiyorsan bu üç şeyi iyi bilmeli, bunlar içerisinde de özellikle ticaretle olan ilişkilerini esas almalı, ona göre kendilerine muamele etmelisin. Böyle yaptığında hata etme oranın bir hayli düşecek, önemli ve ciddi işlerindeki risklerin ciddi manada azalacaktır. Bu da sosyal hayatındaki yaşamında seni son derece rahatlatacaktır.

***

Bu yazımızı da bu başlıklarla noktalıyoruz. Bir sonraki yazımızda buluşmak dileğiyle, fî emânillâh…

 

 

Okunma Sayısı:4392